Taşların Gölgesinde: Onbeşinci Bölüm

15.BÖLÜM

Valbritma şehri, dünyadaki büyük çoğunluk tarafından bilinen ancak pek de gidilmesi istenilmeyen, hatta kimilerine göre, oraya ulaşmak için o tarafa doğru ilerlemenin bile tehlikeyi alevlendirebileceği ve akabinde hayatının hiç beklemediğin bir anda aniden son bulabilme ihtimali olan bir yerdi. Doğu’daki diğerleri gibi yüksek duvarlarla çevrili olan bu kente girmek onlar kadar kolay değilken, burası için daha çok yasal olarak tercih edilen yol, batı kapısının her iki tarafında bulunan gözcü yerlerinden geçiyordu. Kapı kontrol noktasında Dacassyre’nin ‘Kızıl Pençe’ askerleri şehre giriş ve çıkışları inceliyor, burada bulunabilmesi ya da yaşayabilmesi için uygun olup olmadığına bakıyor, gelenlerin isimlerini alıp, kalmaları için gerekli olan belgeleri hazırlayıp onlara veriyor ve ziyaretçiler ikamet ettikleri süre boyunca bununla Valbritma da bulunuyor, herhangi bir sorunla karşılaşıldığında elindekini kullanıyordu. Bu izin kâğıdına sahip olmayanlar yani, yasal olmayan yollarla girenler yakalandıkları takdirde, duruma göre ya etkisiz hale getiriliyorken -yöntem ne olursa olsun en kolay ve en çok tercih edilen yol- eğer ki bir tanıdığın falan varsa bilinen yerlerde, kapı dışarı edilebilme şansı kazanabiliyordun.

Orada bulunmanın tehlikeli ve bazı durumlarda ölümcül olmasıyla ünlenen, Kırmızı ejderhanın adamlarının kontrolünde bulunan bu bölgede asayişi sağlamak ta o kadar kolay değildi. Maddi çıkarların sonuna kadar gözetildiği, ticaretin oransal olarak daha az legal ve daha çok illegal yollarla gerçekleştirildiği bu yere maneviyat çok nadir uğrar, sanki ateş almak istercesine çarçabuk getirdiklerini toplar ve arkasına bakmadan, bir kulaktan girip diğerinden çıkan söz misali geldiği gibi giderdi. Kısacası yasal kelimesi buralarda pek revaçta değildi.

Bazı elflerin, insanların, cücelerin… doğası kötü yaratıkların, her ne sebeple olursa olsun yalnız ya da birlikte hangisinin ne olduğu fark etmez, maddi menfaatler doğrultusunda ortak paydada buluştuğu toplantı noktalarından birisiydi burası. Her tür ırka sahip katillerin bir arada bulunabildiği ve kimi zaman iş paslaşabildiği, hangi ırk ya da cins olduğu fark etmez sebebi ne olursa olsun bedenini para karşılığı pazarlayanların orada burada rahatça dolaşabilip kendilerini sunduğu; dolandırıcıların, dalkavukların, tetikçilerin, her türlü kötü işle flört edip, daha sonra sevgili olup, iyice benimseyip sanki bedeni gibi görenlerin, toplumdışıların… toplandığı ve kavgayla, gürültüyle, hır gürle, bir arada bu şehirde yaşamaya çalıştığı, akabinde bu tiplerin doğurduğu yasadışılığın her tarafta tıpkı bir bukalemun gibi gezindiği ve keyif alarak o kucaktan bu kucağa dolaştığı bir yerdi. “Kızıl pençe ve üst düzey askerlerine, yani otoriteye karşı suç işlememe, kurallarına uymak kaydıyla…” diye başlayan cümlelerin sonu hiç de istenildiği gibi sonuç vermeyip çoğunlukla deliniyordu. Öldürmenin olağan kabul edildiği bu yerde var olmak için, karakterinin ruhu kötü olmak zorundaydı.

Bazı arsız büyücü çıraklarının, akademilerden ya da kulelerden kovulanların… kaçakların, gizliden gizliye kötü tanrıların izinden gidenlerin gün geçtikçe sayısı artmaktaydı. Büyülerinin nasıl olduğunu, nasıl yapıldığını, altın ve gümüş karşısında satanların ve yasak olan büyülü malzemelerin ayrıca da haritaların, kötü yola düşmüş bir ölümlü misali bulunduğu yerdi.

Kış, tamamıyla doğuya ayak başmış, özlemle sarılmış ve sevgi gösterisini de anaç kollarıyla inceden inceden atıştıran ufak ufak kar kristalleriyle buraya gösteriyordu. Yerler, yavaş yavaş bu kanunsuz şehrin yakınlarında, beyazlıkla zamanın kirli dolabından aldığı elbiseyle giyinirken, Marjuarane ve arkadaşları, onlara anlatılan korudalardı.

“Niye şehrin ana kapısı dururken bu korunun içinde, üstünde iz olan ağacı arayıp duruyoruz ki,” diye yakındı prenses, yanındaki sevdiği ama aralarında bazı sorunların olduğu elfe.

“Adamın anlattıklarını duymadın mı prensesim, şehre giriş tehlikeli. Yok kontrol ediyorlarmış, belge falan veriyorlarmış… Bizi tanıyabilirler diye söylediği bu yöntemi kullanmaya çalışıyoruz ama dediğin gibi, ne o ikisi ne de sen ve ben, ağacı bulabildik,”

Dört arkadaş, koruya geldikten sonra Marjuarane’nin önerisiyle ikili gruba (iki elf ve iki insan) şeklinde ayrılarak üstünde izi barındıran ağacı aramaya koyulmuşlardı…

“Bunların nerdeyse hepsi yüksek ve hepsi birbirinin benzeri yaşlı ağaçlar. Bize, seninkinin söyledikleri hiç ayırt edici değilmiş Laphlan,” dedi savaşçı sıkılmışçasına.

“Görmeden söylenilenleri tam olarak anlayamıyorsun ki. Tekrar değiştirelim, elflerin baktığı yerlere biz bakalım, onlar bizimkine,”

“Ya da grup elemanı değiştirelim, bir de öyle deneyelim, ne yararı olacaksa,”

Elflerle araştırmalarından sonra buluştular ve grup elemanı değişikliği kabul gördü ancak yine aradıkları ağacı bulamadılar. Marjuarane ve Ashlarante, bir kütüğün üzerine oturmuş düşünüyordu. Neredeyse diğer üçü, prensesin söylediği her ne olacaksa olsun ana kapıdan girelim önerisine, tamam diyeceklerdi ki savaşçı, yüzünde yeni yetme gülümsemeyle parmaklarıyla kütüğün yan tarafında onları dolaştırırken rast geldiği izi gösterdi. Laphlan hemen Z, şeklindeki dal parçasını gösterilen yere yaklaştırarak, biçimsel ve büyüklük bakımından kontrolünü yapıp elindekini ize yerleştirdi. Kütük, aniden hareketlenerek üstündeki ikiliyi düşürdü. Yukarıya doğru yükselirken savaşçı ve prensesin oturduğu üst kısım baştan sona dikey olarak ikiye ayrıldıktan sonra havadaki güzergahını tamamlayıp hemen az ilerilerindeki ağacın gövdesine yapıştı. Sanki çıplak olan ağaç, üzerine elbisesini giyindi ve böylelikle kütükteki iz onda oluşmuş oldu ve bedenine eklendi.

“Gözlerime inanamıyorum, şaşakaldım doğrusu. Bir kütük bunu nasıl yapabilir?”

“Pöh! Yani üstümdeki görünmeyen elbiseden küçük boyutuyla saydam çıkıp daha sonra esas boyutunda maddeleşen yaratıklara inanıyorsun da, bu mu kafanda soru işareti bıraktı Laphlan. Belki de senin şu Zandarel, bize söylemekte imtina ettiğin elindeki Z, şeklindeki dal parçası gibi büyücü olduğunu saklamıştır ve kütüğü efsunlamıştır, olamaz mı!”

“Yok artık! Bu söylediğin, benim karşımızda gördüğümüz ağaca, na ta ri ma ta ri ha ya naaa, diyerek ellerimden şimşek çıkmasıyla onu ikiye ayırdığımı düşünmek kadar saçma olur. Üzgünüm, basit bir dal parçasının bu kadar önemli olacağını düşünmemiştim. Bana sadece tanınma konusunda işaret olarak söylenmişti,”

“Neyse… Dediğin gibi olsun… Bence kütük, sevdiğini uzun zamandır arzulayan bir aşık gibi onu, yani dal parçasını görünce heyecandan dayanamayıp yoğun istekle öperek, karşı koyamayarak ikiye ayrılıp baktı ki beklediğine değmezmiş, hemen aldatma düşüncesiyle başka bir beden arayışında bulunup, hiç vakit kaybetmeden yeni tene sarılıp tam… Neyse, sonu pek tutarlı olmayacak, burada bırakayım bari,”

Prenses ve casus gülümseyerek: " Bence de. Bu kadar boş kelimelerle ağzınızı salladığınız yeter! Hadi Laphlan, göster bize marifetini," dedi Waclonne.

Laphlan, hiç vakit kaybetmeden ağaçtaki ize dal parçasını tekrardan yerleştirdi. O, bir anahtar deliğine dönüşürken dal parçası da bir nevi anahtar olmuştu, sonrasında ağacın gövdesi dışa doğru açıldı. İçi boşaltılmış ağacın gövdesinden girip tabandaki kapağı buldular. Onu açıp, aşağıya doğru inen Zandarel’in anlattığı basamaklardan inip çıkışı Valbritma şehrindeki bir arkadaşının evinin bahçesindeki kuyunun tabanına açılan tünelin başlangıcına gelmişlerdi. Yüksek duvarların altından geçen bu tünel sayesinde, daha önce kullananlar gibi onlarda çıkışı buldu ancak kuyuya doğru baktıklarında karanlık olduğunu gördüler. Laphlan, önden hareket edip kuyunun yukarısına çıkan basamaklara bastıkça karanlık aydınlanıyor ve onun kapağı orada bulunanlar adımladıkça açılıyordu. Nihayetinde bahçedeydiler.

“Sonunda şehre girdik. Hava da kararmak üzere, yorgunuz da, o daracık tünelde ilerlerken üstümüz de kirlendi… Ben diyorum ki, eve girip biraz dinlenelim, daha sonra demirciyi aramaya çıkarız. Ne dersiniz?” dedi Waclonne, üstündeki birbirine cilve yapan insanlar gibi yakınlaşmış tozları, sevgiliden ayrılıp ta onun geride bıraktıklarını çöpün emanetçiliğine bırakır gibi çırparken. Evin bahçesi iyiden iyiye karla kaplanmıştı ve Ashlarante, muzipçe gözlerini kırparak sanki prenses değil de diğer kızlar gibi yanakları al al yaramaz ve çocuksu edasıyla, “Hadi ama boş ver eve girmeyi! Var mısın karda yuvarlanmaya!" dedi kendini beyazlığın kollarına bırakarak. Casus, böyle bir hareketi beklememiş olsa da şu an, koyu kızıl saçları beyazlıkla oynaşırken, gök mavisi gözleri masumluğun çekiciliğiyle boyanmış ona bakan prensesle aralarındaki ertelenen buzları eritme düşüncesiyle, iki insana hınzırca gülümseyerek ona katıldı.

İkisinin bu hallerine öylece, basitçe bakan: “Bence eve girelim, casusun dediği gibi. Hem akşam oluyor, belki de demirci kapalıdır.” dedikten sonra Laphlan, savaşçıyla beraber karda sanki bütün dertlerinden sıyrılmış bir şekilde oynayan elfleri bırakıp eve yöneldi.

Marjuarane’de şaşırsa da, hafifçe, samimiyetle gülümseyerek, yine de içindeki iki arkadaşını kendisinden kaynaklanmayan sebeplerle ağır yaralı olarak mağarada bıraktığı görüntüsünden beslenen üzüntüye, sessizce selam vererek, öbürünün aksine bakışlarla, “Kapalı olmayabilir. Belki yaptığı işi yetiştirmek için de kalabilir. Ardından (Prensese ve casusa salık verdiği içindeki çocuğun yüzündeki naif kahkahayla bakarak ve akabinde diğerine dönerek) tamam, dediğin gibi eve girelim, bırakalım elfler üstlerindeki kirlerinden arınsınlar. Demirci kapalı olsa bile yerini buluruz,” diye bitirdi haleti ruhiyesi engin bir hüzünselliğe kapılırcasına.

Kırmızı Ejderha Dacassyre’nin hakimiyetindeki Dünyanın doğu kısmı üç bölgeye ayrılmış ve onlardan birisi de Marjuarane ve arkadaşlarının bulunduğu Moorchalt tarafıydı. Buralar, onun yönetim kanadı ‘Kızıl Göz’ grubuna mensup insanların kontrolündeydi ve onlardan birisi de bu bölgeden sorumlu Lord Thalmane isimli birisi iken ejderhanın gözetiminde hükmettiği alanı ise üç ana şehre ayırmıştı. Valbritma şehri oğlu Gillantirre Achian’ın yönetiminde olmak üzere, diğer ikisi kendisinin emri altında başka birilerindeydi. Dacassyre’nin muhatap olduğu ise yönetimin zirvesinde olan Kızıl Göz Grubu, mensuplarıydı.

Gillantirre Achian, yüzü köşeli ve bazı yerlerinde yara izi olan, beyaz tenli, koyu kahve gözlü, saçlarının renk ortaklığında hissesi daha az olan sarı renkli ve kumral görünümlü, mizacı sert ve askeri eğitimi yoğun aldığından dolayı da atletik yapılı bir insandı. Bir çok silah kullanabiliyor ama en çok kılıç sallamada iyiydi. Kesici aletlerle, özellikle bıçaklarla yaptığı antrenmanlardan dolayı onları canlı hedeflere fırlatma konusunda da baya ustalaşmıştı. Gücü, güçlü olmayı öyle çok arzuluyordu ki zirvedeki babasını hiç sevmiyordu. Thalmane, ona kanunsuz bir şehrin yönetimini vermişti ama bununla yetinmek istemiyordu, bu yüzden Dacassyre’nin karanlık büyücülerinden gücün tepesinde olmak için yardım istemişti. Onlar da ejderhanın, kıtanın dokunulmamış kuzey kısmını ele geçirmek için oluşturacakları “Yenilmez Hizmetkarlar Projesi” için düşündükleri grubun başına, güç için her şeyi yapabilecek birini arıyorlardı.

“Siz benim, ne aradığımı ve neden kendi türümü avlayıp kertenkeleden bozma minik bir yaratığa dönüştürüp, onların anılarına girebilmem için kürenin içine koyup, sis bulutu olana kadar döndürüp bu ritüeli gerçekleştirmemin, ne anlama geldiğini biliyorsunuz. Ne yazık ki büyücülerim, şu ana kadar bir sonuç alabilmiş değilim. Kendi bölgemde onları avlayabiliyorum ama kıtanın batısıyla güneyini hakimiyeti altına alan benim kadar güçlü diğer ikisinin bölgelerine pek giremiyorum, kuzeye de müdahale edemiyorum aramızda antlaşma olduğu için. Benim kuzeye dokunmam lazım ki orada türlerim arasında araştırma yapabileyim. Diğer ikisiyle ile karşı karşıya gelmek istemiyorum. (Dacassyre öldürdüğü ejderhaların ruhlarının barındığı dışı kristalimsi, içinde minik beril taşlarının ve onlara tutunan dumanların döndüğü diğerlerinin yeşil ziynet olarak adlandırdığı küçük küresine bakarak) bazı araştırmalarım sonunda dünyada tanrısal olan malzemelerin bulunduğunu öğrendim,” diye konuşmuştu kırmızı ejderha, inlerinin en geniş ve anlattığı ritüeli sergilediği olanında, üç güçlü ve güvendiği büyücüye hitaben.

“Efendim, sanırım bir planınız var anladığım kadarıyla,” demişti saygıyla Enpheriam isimli olanı.

Ejderha, uzandığı yerden kalktı, tıpkı büyük bir arenayı andıran ininde dolaşmaya başladı.Tekrar büyücülerinin yanına geldi ve yılanımsı gözleriyle onlara bakarak:
“Evet Enpheriam, bir planım var. Sizden istediğim bana yenilmez hizmetkarlar oluşturabilmeniz. Bunu yapabilmeniz için gerekli olan araştırmalarımın sonunda iki tanrısal malzeme, lanetlenmiş birkaç tane ölü büyücünün ve sizin üçünüzün birleştirilmiş kötücül büyü gücünüz, ayrıca da bana ait olan karanlık büyüyle yüklü rünler ve tabii ki iyi ya da kötü karakterli ölümlülerin kanı,”

“Peki efendim, bu tanrısal malzemeler nedir. Tanrılar çok uzun zamandır ortada yok,”

“Ben yeterince yüzyıl görmüş bir ejderhayım. Metamorfoz olduğunda onlar ortadan kayboldu. Ben ve benim gibi olanlar büyük yaralar aldık ama uzun yıllar sonra yeniden doğduk. Biz kendimizi iyileştirebildik ama… “ dedikten sonra öyle hüzünlenmişti ki, bir ejderha ağlayabilse o duruma kadar gelmişti. Ardından öyle bir kükredi ki o zamanları hatırlayınca, büyücüler korkuyla geriledi. Aslında onlar ejderhanın bu duygu geçişlerini biliyorlardı ama şimdiki tehlikeli derecede şiddetli olmuştu.

Bir süre sonra duruldu ve:
“Beni yalnız bırakın. Şimdi gidin, ben size bunu nasıl yapacağınızı daha sonra anlatırım.”

Üç -kendilerine göre güce ve nihayetinde kendilerine, diğerlerine göre kötülüğe- hizmet eden büyücü, bu oluşumun nasıl olacağına dair bilgileri ejderhadan günler sonra aldıktan sonra çalışmalara başlamışlardı. Lossimo adındaki büyücüye görev vermişler ve ondan farklı farklı ırklardan ölümlülerin kanlarını toplamasını istemişlerdi. İki tanrısal malzemeden biri olan kumaş parçası, Dacassyre’nin dediğine göre bu büyücüde olduğu için, nesnenin gücünü kullanarak kanı kötücül anlamda güçlendirmesi adına onu tercih etmişlerdi. Bir diğeri de ametist şeklinde olandı o da ejderhanın, (kendisine hizmet eden büyücülerin onun yönlendirmesiyle araştırmalarının sonucunda bir gün ansızın buldukları ve ona teslim ettikleri) kendisindeydi. Lossimo, görevi yerine getirmiş ve üç karanlık büyücü dağın altında, Büyük Kırmızı’nın anlattıklarını uygulayarak ritüeli gerçekleştirmiş ve kavanoz içerisindeki kan sonuna kadar kötü güçlerle donatılmıştı. Ancak ne büyücülerin ne de hizmet ettikleri devasa ejderhanın, liçlerin hapsolduğu boyuttaki çok daha güçlü bir lanetlenmişin kandaki temasından haberi vardı.

Gillantirre Achian, kaos ortamlarını seven ve oluşmasını sağlamak için her türlü yardımdan kaçınmayan biriydi. Sorumlu olduğu Valbritma şehrini üç kişi arasında bölüştürmüştü ancak bir süre sonra onların arasındaki birlikten sıkılmıştı. Şehri, kendi emrinin altında onlardan bir kişiye bırakmak için planlar yapmış ve üçünü de bir şekilde birbirine düşürmüştü. Onların arasındaki tek olma savaşına müdahale etmiyor ve kimin kazanacağını bekliyordu. Marjuarane ve arkadaşları, tam bu sırada şehre gelmişlerdi. Lord Thalmane’nin oğlu bir gün önce, kendisine gelen içinde kan dolu kavanoza bakıyor ve de onu ziyaret eden Enpheriam adındaki büyücünün onu içtiği zaman nasıl bir güce kavuşacağına dair anlattıklarını düşünüyordu. Büyücüler, yenilmez hizmetkarlar oluşumunun lideri olarak onu seçmişlerdi. Sonunda en çok arzuladığı şey en güçlü olmak olduğu için, kavanozdaki kanı, düşüncesinin ateşinin kavurduğu istekle ve bununla takılan (aslında bazılarının kendileri için alacakları kararların güçlü iradelerinin bir sonucu olduğunu düşünenlerin, gerçekte dünyanın ana yapısının katmanlarından birindeki ölümlülerin gözlerinin görme seviyesinin üstündeki varlıkların, fıslıdayanlar tarafından yönlendirildiklerini ve manüpüle edildiklerini bilmedikleri) fısıltılarla, içmeye karar verdi. Evinden ayrılıp sokağa çıktığı sırada yol arkadaşları, demirciyi bulmak adına yer yer karla kaplı caddelerde dolanıyordu.

Şehrin sokaklarına akşam karanlığı çökmüştü. Yol arkadaşlarının yürüdüğü sokaklar Gillantirre Achian’ ın emrindeki üç kişiden biri olan Diantella adındaki insanın kontrolündeydi. Onun adamları etrafta dolaşıyor, son zamanlarda diğer iki bölgenin sorumlularıyla olan gerginlikten dolayı caddeleri gözlüyorlardı.

Kimi yerlerinde kar olan, kimi yerlerinde üzerine basılmasından dolayı her türlü farklı cins kirli ayakkabıların ya da botların, tekerleklerin, atların toynaklarının… ezdiği çamurlaşmış kısımlarda yürürken yol arkadaşları:
“Görünmez zırhındaki şu hayvanlardan ikisini çağırsan da yolumuzu bulsak Marjuarane. Etraf, baya tehlikeli görünüyor. Gölgede saklanan tiplerin farkındasın değil mi?”

“Evet, onları bende gördüm. Bize bakışları pek hayra alamet değil. Daha da kendimizi açık etmeden hızlıca yürüyelim,”

“Bence fark edildik, şu gelenlere baksana,”

“Bizle ilgilendikleri nereden belli. Arkamızdan gelenler de var,”

Onlar yürürken yan binalardan hiç de tekin olmayan görebildikleri şekliyle, sırıtışlarıyla birileri çıkmıştı, kimisinin elinde bıçak, kimisinin elinde kılıç, kimisinin elinde de pala vardı. Arkalarındaki grupta aynı şekilde onlara doğru ilerliyordu. Bir anda gölgelerden birinden atılan bıçak, öndeki grubun ilk baştaki olanına isabet etti. Dörtlü, hemen ortadan çıkıp, hedefi bulan yere düşerken koşmaya başladı. Arkadaki grup ile öndeki çatışmaya tutuşmuşken onlar yan sokağa sapmıştı bile. Hızlıca kaçmaya devam ederlerken küçük eşyalar satan bir dükkanın önünden geçiyorlardı ki sokağın karşısından geçen devriye atan askerler onları fark etti.

“Bizimle uğraşacaklarına kavga edenlerle meşgul olsalar ya,” dedi elf casus, koşmaya devam ederken hırıltılı hırıltılı.

“Nefesini boşa tüketme dostum. Kalabalıklar, durup da onlarla vakit harcayamayız,” dedi Marjuarane nefes nefese ama devamlı hareket halinde olduğundan dolayı elf pek bir şey anlamamıştı söylediklerinden. Kafasını sallayıp geçti. Peşlerindeki askerler onları kovalamayı sürdürürken en arkadaki iki kişi duraksadı ve öbürlerine gidin diye işaret etti. Aradaki dar yolda, dikkatlerini bir hareket çekmişti. Saçlarının uzun olduğu belli ama yüzü gölgenin içinde kalan bir şekil, duvara dayadığı tamamı karaltıda kalan bir diğerinin boynu olabilecek kısma doğru kafasını yakınlaştırmış ve ikili, onların yanına yaklaştığında tamamen seçebildikleri şekliyle onu ısırmıştı.

Gillantirre Achian, kavanozun içindeki kanın tamamını içtikten sonra tadı damağında kalmış, daha da istemişti. Üstüne geceleyin gelen karabasan misali kan tüketme arzusu çökmüştü. Hemen sokağa çıkmış ve bunu giderecek bir başka ölümlü aramıştı. Büyücü Enpheiram, kan arzusunu dindirmek için bir başka canlının kanına ihtiyacı olduğunu söylemişti: ’”Sen onu boynundan ya da damarı olan her hangi bir bölgeden ısırıp kanını emdiğinde, o ölmeyecek ve senin gibi olacak,” demişti. Gördü ki büyücünün dedikleri doğru çıkmıştı zira ısırdığı insan ölmemişti. Achian ve diğeri, yeni gelenleri, onlar daha ne olduğunu anlamadan ısırıp dönüştürdüler. Diğerlerine hitaben:
“Bundan sonra dünyada yeni güçlü bir tür daha var. Bizler bunun ilk temsilcileriyiz. Şu andan itibaren bizim türümüzün adı Achian. Tahmin edemeyeceğiniz şekilde güçlere sahipsiniz. Bedensel anlamda daha güçlü olacaksınız. Ölümlü bir varlıkken yapamadığınız ne varsa icra edebileceksiniz,” dedi ve üçünü de alarak, yeni kurbanlar bulmak için hanın birine doğru ilerlediler. Fısıldayanların, farkında olmadan manipüle edildiklerini anlamayanların, aslında iradesinin ne kadar kullanışlı ve derme çatma bir kulübe olduğundan habersiz ama çok sağlam bir bina gibi olduğunu düşünen zihinlerin, bireylerin ordusuna bir asker daha katılmıştı.

Dört yol arkadaşı, peşlerindekilerken kaçmaya devam ederken Laphlan geride kalmış tam askerlerden biri onu yakalayacakken Waclonne onu kurtarmıştı. Bu esnada Prenses Ashlarante, nefesi yettiğince hareket halindeyken yanındakilere, “Bakın, kapısı açık bir yer,” diye işaret etmişti. Onlar hızlıca o kapıdan girerken kovalayanlar da dördünün ardından binaya ulaşmıştı. Bulundukları yer bir handı ve onlar gördüklerinden ve şu an şahit olduklarından sonra korkuyla soludular. Duvarlar kan lekeleriyle dolu olup etrafa masalar, sandalyeler dağılmış bir şekilde, yerler insanlara, elflere, orklara ve kiandorlara ve bir kaç cüceye de kucak açmıştı. Üst kattaki balkondan biri düşmüş ama sanki hiçbir şey olmamış gibi tekrar ayağa kalkmıştı. Bar masasının üstünde oturan uzun saçlı, kahve gözleriyle ve yüzündeki memnuniyet ifadesiyle handakilerin Lord Gillantirre, diye kan damlayan pis ağızlarından çıkan nidalarının arasında etrafa gülümsüyordu. Bir süre sonra iki katlı binadakiler, kapıya doğru gidip açılmadığını anlayınca geri dönen ve bir tanesinin her konuştuğundan önce Mia Rander diye söyleyip farklı farklı dört ismi seslendireni ve diğer yeni gelenleri fark ettiler. Bunları kovalayan askerler, isimleri sarf edenin üstünden çıkarken küçük ama yere inerken bir anda büyüyen hayvanları görünce ne yapacaklarını bilmez bir şekilde oradan oraya endişe ve korku yüklü bakışlarla kaçışıyorlardı. Onlara kucak açanlarsa Achian’lardı. Öte yandan dört yırtıcı hayvan da ortama girerek diğerlerine hevesle saldırmaya başladı.

Yeni oluşan ucubelerin üstüne çullanan hayvanlar, onları parçalıyordu ancak kollarını, bacaklarını koparsalar bile yerlerine yenisi geliyordu. Vaşak, bar masasının üstünde artık yüzü değişime uğramış yani gülümsemeyen olanın üstüne atladı ancak Gillantirre hareketlenip bir anda üst kata uçtu ve sonucunda büyülü hayvan boşluğu tırmalamış oldu. Tavanda yürüyen bir cüce, Marjuarane’nin sırtına atlayacakken Puma onu havada yakalayıp hanın duvarlarından birine yapıştırdı. Laphlan ve Waclonne kılıcıyla kesip biçmelerine rağmen yaratıklar ölmüyor, kendi kanlarını yalayarak tekrar ayağa kalkıyorlardı. Prenses, zehirli oklarını onların defalarca bedenlerine isabet ettirmesine rağmen bundan dolayı ufakta olsa durulan düşmanları, saplarını kırıp tekrar ona doğru koşuyorlardı. Yine de büyülü hayvanlar, bazı achianların kapıyı açıp dışarı çıkmasını sağlamıştı. Yeni av peşinde olanlar, dışarı çıkıp kurbanlarını aramaya başlarken Marjuarane ateş saçan kılıcıyla üstüne doğru gelen birinin boğazını kesmiş ve yaratığın bedeni bir tarafa, kafası bir tarafa savrulmuştu. Beden ve kafa yeniden birleşmedi, aksine patladı. Bütün parçalar etrafa dağıldı. Yol arkadaşlarının kıyafetlerine birkaç tanesi yapışırken ne olacağını beklemeden giysilerindeki yapışmaya çalışan deri ve kemik parçalarını silkeleyip bir an önce açık kapıdan çıkıp, kaçtılar. Büyülü yırtıcılar ise Marjuarane’nin direktifiyle tekrar görünmez zırha dönmüştü.

Gillantirre, oldukça şaşkındı. O da diğerleriyle beraber handan ayrılıp geceye karışıyorken yerde birkaç tane ceset kalmıştı. Sadece dönüştürme insanlara verilmişti. Onlar, kendi ırkları dahil her türlü ölümlüyü dönüştürebilirdi. Ama ne elfler ne cüceler ne de diğerleri, insanlar tarafından ısırılıp dönüşüm geçirebilse bile, onların kanlarını emdikleri, insanlar dahil dönüştürülemezdi ancak sadece beslenebilirlerdi. İnsanlar ise safkandı çünkü bu oluşum ilk olarak bir insanla başlamıştı. En son achian da handan çıkarken geriye baktığında, dikkatini bir şey çekti.

Hanın her tarafına dağılan kafanın, bedenin deri ve organ parçalarının yanında iskeletin kırık kemik parçalarının hareketlenmesi, achianların kanındaki kimsenin bilmediği bu dünyaya ait olmayan o lanetlenmişin gücünün şekillenmeye başlayıp bir biçime bürünmesinin başlangıcıydı. Bu lanetlenmişliğin Cypraqual’a uyum sağlamış aurasının çekimiyle, bütün parçalar oradan buradan hız kazanarak ilerleyip, ortada birleşip, havada dönerken içlerinden çıkan uzantılarla, birbirlerine temas ederek bu dünyaya adapte olabilecek yeni bir beden meydana getiriyordu. Bir süre sonra oluşum tamamlandı ve bir elf kızı formu Cypraqual’a merhaba dedi. Şeklin, çarpık parmaklarından birini, yerde bulunan cesetlerden bir tanesinin yüzüne dokundurmasıyla, ondan minik minik çıkan iplikçikler, insan cesedinin derisine yayıldı ve iskeleti kalana kadar yüzü dahil bütün bedeninin dış kısmını ona aktardı. Elf kızı formundaki yaratığın görüntüsü değişerek yeni edindiği yüzle bir başka insan biçimine döndü. Bu dünyaya yeni düşen bu yaratığın bu boyuta uyum sağlaması için ve burada kalabilmesi için, tamamen şeklini alana kadar bir ölümlünün derisine ihtiyacı vardı. Ölümlüler Boyutunun zamanıyla bir gün sonra derisini değiştirmesi gerekiyordu. Hem buraya uyum sağlıyor hem de çektiği derinin bir kısmını bedeni olan yerdeki iç bölüme aktararak, böceklerin dış derisi kadar sertliğe ve keskinliğe dönüştürüyordu. Nitekim bunları, parça parça ağzından fırlatmak için silah olarak kullanacaktı ki bu onun en iyimser özelliğiydi. İnsan formundaki, tekrar achianın parçalanmadan önceki elf kızı şekline dönerek pis ve çoğu yerleri kirli su birikintileriyle dolu Valbritma sokaklarına karıştı. Achianlardan her hangi birinin boğazı kesildiği zaman hiçbiri yok olmayacak ve bu yaratığa dönüşecekti. Tamamıyla Charmalle adındaki bu lanetlenmişin, Cypraqual’da kendi boyutundaki gerçek şeklinin kopyasını alabilmesi için, beş tanesinin bir arada olup, kıtanın kuzeyindeki Drathnor adındaki akış yönünün tersine olan nehrin bulunduğu yerdeki, Tanrıların giderken kötü yaratımlarının tanrısının yakalanmasıyla başlayan kendi aralarındaki münakaşalarından sonraki zoraki anlaşmalarına göre belirlenen zamanın gelmesine yakın, artık bir bir ortaya çıkacak olan, onlara ait olan malzemelerden birine ihtiyaçları vardı.

Zandarel’in arkadaşının evine yaklaştıkça kirlenmiş ve yer yer çamurlanmış kıyafetleriyle yol arkadaşları kaçmaktan, koşmaktan ve hızlı hızlı nefes nefese solumaktan iyice yorulmuştu. Waclonne:
“Bu gece baya egzersiz yaptık. Tavanda yürüyen cüceler, oradan oraya uçan elfler, o kadar parçalamamıza rağmen ölmeyen kan düşkünü ucubeler… Görünmez zırhın olmasa kesin nalları dikmiştik,” dedi minnetle savaşçıya bakarak.

“Bence bu şehirden kaçıp gidelim. Boş verin Dacassyre’nin inini de taşını da,” Laphlan korkmuştu. Tam işler istediği gibi giderken bu yaratıklar da nerden çıkmıştı.

“Nasıl yani! Beraber kardeşini kurtarmayacak mıydık! ”

“Şey… Beni affedin. Gördüklerimden sonra… Boş bulunarak ne dediğimi bilemedim,” dedi kendini toparlama çabasında.

“Ne olursa olsun ben o ejderhanın taşını almadan yolumdan dönmem. Ne çıkarsa çıksın karşıma! İsteyen kuyudan girip tünele çıkabilir,” diyerek Marjuarane, öfkeli bir şekilde Laphlan’a bakış atarak eve girdi.

“Sinirlenme dostum, ben ve prensesim seninleyiz,” dedi Waclonne, güven verircesine savaşçının sırtına dokunarak.

“Ben de sizinleyim. Sadece korkunun beni ele geçirmesine bir anlık izin vermemden dolayı… Söylediklerimi unutun, şimdi dinlenelim, sabahta demirciyi aramaya çıkarız.”

1 Beğeni