Taşların Gölgesinde: Onbirinci Bölüm

11.BÖLÜM

Marjuarane ve Waclonne cüce Darlande’ nin onlar için verdiği haritanın güzergahında ilerliyorlardı. Karşı tarafa geçmek için suyun üzerine konulmuş kayaların üzerinde yürüyorlardı ve çok geçmeden diğer tarafa geçtiler. Geldikleri yerin yukarısında şelale görünüyorken ona ulaşmaları için tırmanmaları gerekiyordu. İkili yukarı çıkarken Waclonne düşünceliydi; ‘İlginç, bunların oluşumu sanki şelaleye davet ediyor gibi’ dedi içindeki ses. Bir süre sonra onu duymazdan gelerek sanki bir paçavra gibi düşüncelerinden attı: ‘Kayaydı işte bu şekilde oluşmuştu’ diye de kararını pekiştirdi.

Şelaleye çıktıktan sonra savaşçı, ardındaki boşluğu fark etti. ‘Elf, şurada dinlenebiliriz’ diye de işaret etti.
“Yine de, burada beni rahatsız eden bir şey var. Bence yolumuza devam edelim,” dedi yeniden şüpheye düşmüştü yol arkadaşı.
“Bırak şu casusluk kuruntularını. Ne farklılığı var ki bunun diğerlerinden, biraz dinlenelim işte,”
“Bence buradan hemen gidelim. Başka bir yerde dinlenebiliriz,”
Savaşçı konuşmaya devam etmedi, omzunu silkip şelalenin arkasındaki kayanın birine sırtına dayadı. Diğeri ise hala ayaktaydı.
“Çok yoruldum elf, otur şuraya. Uzun süredir yürüyoruz… Ben biraz şekerleme yapacağım sen de kuruntularınla vedalaş ta dinlen biraz,”
“Bu yere güvenmiyorum, biraz daha dolanacağım,”
“Nasıl istersen,”
Waclonne şüpheleriyle adımladı, adımladı… Sonunda yorgunluğu ağır bastı ve arkadaşının yanına oturarak ona katıldı. Keşke haritaya bir kez daha baksalardı…

İkiliyi, Rolnotsk ormanından beri takip eden narin adımlar onlar şelalenin arkasında konuşurken suyun üstündeki taşlarda yürüyordu. Şaşkınlığa düştü; ‘Az önce önümdelerdi, nereye kayboldu bunlar’ diye söyleniyordu. Telaşla uzaklara bakarak sola doğru kıvrılan suyun üzerinde ilerleyişine devam etti ve bir süre sonra tekrar toprağa ayak bastı. Onları takip etmesini sağlayan ekmek kırıntılarını bulamıyordu. Savaşçı ve casusun hana girişini görmüştü ama o içeri girmemişti. Bir süre sonra handa gürültü hasıl olmuş bazıları pencerelerden atlamıştı ama o sadece dışarıdan olanları izlemişti. Sabah olunca arayışına devam ederken Choarah pazarına gelmiş ve ikiliyi cücenin dükkanına girerken görmüştü. Onların çıkışının ardından kaldığı yerden takibine devam etmişti ancak şu an bulunduğu yerde ikisini kaybetmişti. Halbuki Marjuarane, kendilerini izlemesi için ona kırıntılar bırakacağını söylemişti. ’Nereye gitti bunlar! Niye bir insana güveniyorsun ki!’ diye kendini azarladı. Diğerleri ise dinlenip kalktıktan sonra dayandıkları kayaların arkalarında değil de önlerinde olduğunu gördüler ve yan yana da değillerdi. Elf ve insan ayrı yerdeler ayrıca da karanlıktalardı çünkü bulundukları alanda arkaları kapalıydı.

Waclonne, kayaların yanından geçti. Onun gözleri arkadaşına göre karanlıkta daha net görüyordu. Yine de önündeki yol tam olarak anlaşılmasa da bazı şeyleri seçebilecek durumdaydı. Savaşçıyı yanında göremeyince iki tarafı duvarlarla kaplı yerde onun ismini telaffuz etmiş ama bir sonuç alamamıştı. Az da olsa önünü görmeye gayret göstererek yürürken kendi kendine söyleniyordu ‘Keşke içimdeki sese kulak verseydim. O kayalardan kolay çıktık. ’ Bunu düşünmesine ve sessizce dudaklarını hareket ettirmesine rağmen sözleri etrafında aynen yankılandı. Duraksadı… Sözlerin devamı gelmemişti. Tekrar ilerlerken, yürüdükçe, düşündükleri birebir yankılanıyordu. O da zihnini boşaltarak bunu yapmamaya karar verdi. Bulunduğu yer engebeli, tümsekli ya da çukurlu değildi o yüzden hiç takılmamıştı. Yolun genişliği daralmaya başlarken çok az elleri temas ediyordu duvarlarla. Üzerinde hiç korku emaresi yoktu zira karanlık ortamlardan korkacak şekilde bir yapıya sahip değildi. Hatırı sayılır bir casustu ve Ecnarte onu yakalatmamış olsaydı Diameld’ in batı kanadı ile doğusu arasında casusluk işine devam edecekti. İşini icra ederken bir çok defa ölümle yüz yüze gelmiş buna karşın kendisi onu ‘yakalamadan’ yanından geçip gitmişti. Karanlıkta gözleri etrafı loşlaştırıyordu sanki buzlu camın ardından bakmak gibiydi görüşü.

Tünele dönüşen yolda sessizlik hüküm sürmeye devam ederken ayaklarının altındaki zemin aşağıya meylediyordu. Bir süre sonra tekrar düzlüğe çıktı. Arkası kapalı olduğu için önünde ne varsa onu tüketmeye devam ediyordu gözleri. Eğim yok denecek kadar azalırken sessizliğe meydan okuyan bir vızıltı kulaklarına hücum etti. Bir böceğin kanat çırpışlarının çıkardığı bu ses onu çok rahatsız ediyordu. Uğultuyu çıkarını takip eden gece görüş yeteneğine sahip gözleri onu hapse aldı ve hiç vakit kaybetmeden elleriyle minik yaratığı duvara çiviledi. Onun mırıltısının böylelikle kesilmesinden sonra tünelde şiddeti daha fazla, başka bir gürültü daha peydah oldu bir anda. Arkası kapalı, iki yanı duvar olan bu yerde kapanı kısmışken yakınlaştıkça artan bu sesin sebebi su kütlesiydi. Onu görür görmez beyhude geriye koştu ama su tünelde yükselmeye başlıyor ve eninde sonunda her tarafı dolduracak ve bir şeyler yapmazsa boğulacaktı.
Suyun neden geldiğine dair sebebini düşünecek vakti yoktu ve ceplerini karıştırmak geldi aklına. Kendisi kral tarafından yurdundan sürüldüğü için, dışarıdaki dünyanın ne tür riskler getirebileceğine dair öngörü içerisinde yararına olacak bazı nesneleri yanına almıştı. Onlardan birisi de en gözde elf büyücülerinden tehlikeli durumlarda kullanmak için olan şişeciği buldu. Bunun içinde ortama göre davranmayı sağlayan ve bir defaya mahsus olan iksir mevcuttu. Çok değerli elflere verilen şişeceğin içindeki sıvıyı kafasına dikti. Su, tamamen kapalı alanı doldurmasına rağmen o boğulmamıştı zira iksiri içtikten sonra balık gibi davranmıştı. Şimdilik bu sorunu halletmişti ancak buradan nasıl çıkacaktı? En nihayetinde büyülü içeceğin etkisi geçecekti. Suda karada yürüdüğü gibi yürürken aklında bu soru tek başına dolanıp duruyordu.

Casus, hızlıca hiç vakit kaybetme lüksü olmadığını bilerek bu çıkmazda her tarafı araştırarak çıkış arıyordu. İçine şelaleye yaklaştıkları zaman kapısını çalan şüphe, aynı yüz ama farklı bir kılıkla tekrar geldi: ‘Bu suda bir gariplik vardı. Berraklığı çok azdı.’ İki kez kapıya vuran bu düşünce aklına bir şey getirdi. Su da elini dalga yapmayı düşünerek salladı ancak beklediği olmazken yine de bu testin sonucu ona güven vermedi. İksirin gücü azaladursun şüphenin gücü artıyordu. Kafasında bu düşünceler birbirlerine kartopu atan çocuklar gibi oynaşırken iki tarafındaki duvarlardan birinde bir nokta dikkatini çekti. Böceğin bir kanadının kopmuş bir şekilde yapıştığı yerde bir kapak vardı ve yaratık onun üzerindeydi. ‘Nasıl olur? Daha önce baktığımda burası böyle değildi?’ diye yeni şüpheler aklında kartopu savaşına dahil olurken tam kapağı açacaktı ki sanki güneş misali ortaya çıkan içgüdüsü bütün karları eritti ve oyuncular kayboldu. Casusluk önsezilerinden yararlanarak kapağı açmaktan son anda vazgeçen elf bekledi, bekledi… İksirin gücü geçmesine rağmen boğulmadı ve dolayısıyla ölmedi. Anladı ki aslında bu su bir illüzyondu ve çıkan gürültü başka bir şeye aitti. Çıkarımı şöyle oldu: Kapağı açıp bu akvaryumdan kurtulacaktı ama çıktığı yer acaba neresi olacaktı? Elf büyücülerinin yanında daha önce bir çok defa bulunan casus, ilüzyonu zor da olsa fark etmişti. Anladı ki nereye düştüyse burada yalnız değildi. Bu, ancak bir büyücünün elinden şekilde çıkabilirdi ki bir süre sonra tünel ve su da ortadan kayboldu. Aniden kendisini yukarı çıkan bir merdivenin başında buldu. Önündeki basamakları kontrol etti ve gerçek olduklarını anladı. Bulunduğu yerde sadece onları görebiliyordu zira diğer taraflar tamamen karanlıktı .Bu yoğun koyuluğu gözleri açamazdı çünkü doğal değildi. Ne, basamaklarda onu neyin beklediğini ne de kalan yerde neyle karşılaşacağını bilmiyor ve de düşünmek istemiyordu. Babasının sözü olan ‘En çok korkulan şey bilinmeyenin korkusudur.’ cümlesi aklına geldi bir anda. Acaba diğer yandan da ‘Girsem ne olur?’ diye de şüpheyle tekrar buluştu .Babasının sözüne uyarak merdivenleri çıkarken aklına arkadaşı geldi.

Marjuarane de karanlıkla baş başaydı ancak gözleri onu loşlaştıran elfinki gibi değildi. Duvarları dokunarak fark edip tutunarak ilerlemekten başka çaresi yoktu çünkü onun da arkası kapalıydı .Arada kulağını ‘bir ses duyar mıyım’ diye duvara dayıyordu ama beklediği olmuyordu. ’Keşke bir meşalem olsaydı’ diye düşündü. Hemen ardından aynısı engin karanlığın içinde kulaç atmaya başladı ve bir süre sonra da önündeki yol bir nebze olsun az da olsa açıldı. Artık duvarlara tutunmasına gerek kalmadan yürürken arkadaşlarının ölümünü düşündü. Ancak gelen yankı ‘Onlar senin yüzünden öldü’ diye farklı bir şekilde oldu. Bir anda irkildi ama yürümekten başka çaresi yoktu. Tedirginliği ve endişesi artarken karanlık ilerledikçe daha fazla açılırken öte yandan yolun genişliği daraldı. Nereye gittiği hakkında hiçbir fikri olmadan ilerlerken düşündüklerinin yankısı sona ermişti. Zemin aşağıya doğru meyledip daha sonra düz oldu ve burada da kesif sessizlik sefasına sürerken onun keyfini bozan bir vızıltı ortaya çıktı. Marjuarane az da olsa bu zırıltıyı duymaya başladı ve de hemen sonlandırmak adına birkaç denemeden sonra sahibi olan böceği sağ yanındaki duvara mıhladı. Daha önce arkadaşının ismini seslendirmesine rağmen sonuç alamamıştı. Tekrar denedi ama hiç ses seda yoktu elfe dair. Böceğin buraya nasıl geldiğini ya da duvara çaktığında neden kan olmadığını düşünemedi zira kafası buradan nasıl çıkacağı ve arkadaşının ne olduğu ile ilgili düşünceler bakımından meşguldü.
Onlarla bir nevi sohbetteyken bulunduğu yerde aniden bir uğultu istenmeyen bebek misali doğdu. Tavanın çökmesinden dolayı gelen gürültü ona bir an önce bu sorunla ilgilenmesini haber veriyordu yoksa dümdüz olacaktı. Tehdit, sistemli bir şekilde yere doğru yavaş yavaş inerken savaşçı kayıp tanrılara dua etmeye başladı. Belki tanrılar onu duymadı ama boynundaki kolye bir anda ısındı. Marjuarane bunun ne anlama geldiğini bilmeden etrafı gözleriyle kolaçan etti ve bir kanadı kopmuş bir şekilde duvara yapışan böceğin bulunduğu kısımda daha önce bakıp da fark edemediği çıkıntıyı gördü. Yukarı, hızla üstüne doğru çöküp onun pestilini çıkaracakken çıkıntıya dokundu ve duvarın o bölümü açıldı. Ardından kendisini geniş bir odanın içinde bulurken onun gelişiyle duvardaki meşaleler yanmıştı. Her neresi ise burada kesinlikle yalnız olmadığının farkına vardı ki durup dururken tavan çökmezdi. Odanın içinde ‘bir an önce elfi bulmalıyım’ diye düşünürken orası daha da aydınlanmaya başladı.
Elleri demir kelepçelerle duvara perçinlenmiş iki kişi karşısında asılı durmaktaydı. Marjuarane onları görünce çok şaşırdı çünkü giydikleri elbiseler iki arkadaşının ölmeden öncekilerle aynıydı. Yanlarına yaklaşıp kafalarını kaldırdı ve bir anda geri çekildi çünkü gördüğü iki yüz dostlarınınkine aitti. Daha da geri çekilerek; ‘ Bu yüzler… Olamaz… Onlar morlonklarla savaşırken öldü… Bu gerçek olamaz… Bu bir rüya…’ diye sanki bir kekemenin konuşmaya çalışması gibi düşünürken kelepçeler yılana dönüşüyordu. Çatallı dillerini duvardakilerin boğazına yaklaştırırken savaşçı dayanamadı ve çıplak elleriyle onları tuttuğu gibi yere fırlattı. Asılı durumda kalanlar kafalarını kaldırdı ve duvardan kurtulup tekrar nesne haline dönen kelepçelere doğru gittiler. O, daha da geriye çekilerek tetikte kaladursun ikili onunla hiç ilgilenmeyip akabinde kelepçeleri yerden alıp Marjuarane konuşma fırsatı bulamadan ona doğru fırlattılar ve tekrar yılana dönüşüp üstüne doğru atılanları görünce, kılıcını kullanarak onları hızlı ve kıvrak bir şekilde ardı ardına çapraz hareketlerle kesip attı. Onunla uğraşan kimse kendisini çok öfkelendirmişti. Karşısındakilere tekrar baktığında iyice afallamıştı çünkü iki morlonka bakıyordu ve herhangi bir şekilde onlar tepki vermiyorlardı. Aklından kapalı bir mekanda en son geçireceği hatta hiç istemediği canlı türüydü bunlar. Yaratıkların bir şey yapmasına gerek yoktu onlara müdahale edilmedikçe zira hem savunmalarında hem de saldırılarında kendi türleri hariç diğerleri için öldürücü etkisi olan salgıladıkları zehrin kokusu zevk için adam öldüren katil gibiydi. Bunlarla açık alanda karşılaşılırsa havadaki rüzgarın yardımıyla ve de alanın genişliğiyle orantılı olarak kurtulabilme şansı vardı ama kapalı alanda bu durum geçerli değildi. Koku, iyiden iyiye yoğunlaşırken savaşçı dizlerinin üstüne çöktü bu gidişle kesinlikle ölecekti. Nefes alması zorlaşırken daha önce bu yaratıklarla hiç karşılaşmamış olanların fark edemeyeceği şekilde odada kol gezen öldürücü nitelikteki benzerinden başkaydı ki öksürürken bunu anlamıştı. Hemen yeni bir güçle yerinden kalkarak iki morlonku kılıcıyla kesti ya da öyle olduğunu sandı zira kendisini yukarıya doğru çıkan basamakların önünde bulmuştu. Şayet hiçbir şey yapmadan morlonklara karşı koyamayacağını zehrin etkisi altında kalarak düşünseydi ve orada dursaydı başka birinin kokusundan ölecekti.

Marjuarane, yeni bulunduğu ya da getirildiği yerde sinirden küplere binmiş homurdanıyordu .Birisi ya da birileri onunla oynuyordu ki bir tanesi kesinlikle bu ilüzyonu gerçekleştirebilecek kapasitede olan bir büyücü olabilirdi. Hem onu öldürmeye çalışıyor hem de onunla oynuyordu. Elfi bulup bir an önce buradan kurtulmalıydı. Önündeki basamaklar harici kalan taraflar tamamen karanlıktı ve onların gerçek olduğunu dokunarak anladı. Görebildiği yol gidebileceği yoldu. Arkadaşını tekrar düşündü.
Elf basamaklara değil de karanlığa adımlasaydı dostunu görecekti ki Marjuarane de karanlığa girseydi aynı durum olacaktı. Bilinmeyenin korkusu her ikisini de bundan alıkoymuştu.

İkisi birbirlerinin farkına varmadan yan yana basamakları çıkıyorlardı şayet ilk başta girselerdi şu anda duvar niteliğine bürünen koyuluk ortadan kalkmış olacaktı.

Yine sessizliğin eşliğinde elf basamaklardan yukarı doğru bir bir çıkıyor iken son bastığı bir anda çatladı. Aşağıya doğru düşerken son anda parmaklarıyla öndekilerden birinin alt tabanına tutunmayı başardı ve kurtuldu. Yere doğru baktığında sivri uçlu demirlerin olduğunu gördü nitekim tutunamasaydı onlarla haşır neşir olacaktı. Şöyle düşündü; ‘Acaba gördüklerim illüzyon mi ki? Şimdi parmaklarımı bıraksam da düşsem ölür müyüm? Belki de gerçektir.’ Bunların sonucunda tutunmayı bırakmamaya karar verdi. Sanal ya da gerçek karışmıştı ,emin olamıyordu. Biraz bekledikten sonra yaptığı seçim onu kurtarmıştı zira demirlerin bulunduğu yerde aşağıya doğru inen yeni basamaklar vardı.
“Her kimsen benimle oynamayı kes!” diye boş yere karanlığa bağırdı. Basamaklar bitti ve ne olacağını beklerken önündeki karanlık açıldı ve biri demir parmaklı bir hücrenin diğeri bir odaya açılan iki kapı göründü. İkisine de dokundu ve gerçek olduklarını anladıktan sonra demir parmaklıklı olanı seçti. Hiç tereddüt etmeden hücreye girdi sonrasında yine kendini yukarı çıkan merdivende buldu. ‘Hücre gerçek değildi ama oda gerçek miydi acaba? Onu seçseydim başıma ne gelecekti ki ya da neyle karşılaşacaktım.’ diye düşünmeden de edemedi. Basamaklardan yukarı çıkarken; ‘Bu oyun benim seçimlerime göre mi ilerliyor yoksa bunu yapanın seçimlerine göre mi?’ diye kafasını allak bullak etmeye devam ederken neyin gerçek neyin hayali ya da neyin doğru neyin yanlış olduğunu karıştırmıştı. İçindeki ses konuşmaya devam ediyordu; ‘Belki diğer kapıyı seçsen ölecektin belki de hiçbir şey olmayacaktı…’ Yine daha önce duyduğu tanıdık vızıltı sessizliği bozdu. ’Yine aynı böcek. Öldürsem mi öldürmesem mi? Öldürürsem yeniden bir sorunla karşılaşır mıyım ya da…’ Her ne olursa olsun böceklerden nefret ederdi ve yine onu etkisiz hale getirdi. Basamaklar aniden sona erdi ve önünde bir başka kapı daha belirdi. Onu açıp açmamayı düşünürken kendini içerde buldu. Zaten geriye de dönemezdi çünkü karanlıkla kapalıydı. Odadaki eşyalara bakarken bunu yapana lanet okuyor ve eline geçirirse ne yapacağının planlarını kuruyorken hepsine dokundu ve gerçek olduklarını anladı. Artık gördüğü hiçbir şeye inanamıyordu .Pencereye yaklaştı geriye dönüp baksaydı bir koltuğun yerinin değiştiğini görecekti.

Marjuarane de elf gibi önünde ne varsa onu yemek zorundaydı. Bir şekilde bu oyuna katılmışlardı.
‘Demek ki casus, bu kayaların oluşumuyla ilgili söylediklerinde haklıymış. Kurtulduk derken yakalanmışız. Bir an önce bu durumdan sıyrılıp ini bulmalıyım.’ diye düşünürken her bir basamağa tek tek basarken sondaki çatırdayarak çöktü ve önceki de aynı yolu izleyince aşağıda bulunan ucu sivri demirlerin üzerine düşmeden tıpkı arkadaşı gibi kurtuldu. Şüpheye düştü o da ‘Acaba aşağıdakiler gerçek mi?’ diye. Biri onunla dalga geçiyordu ama neden bunun olduğuna dair hiçbir fikri yoktu. Elfin yaptığının tersini uygulayıp aşağıya doğru bırakınca kendini ucu sivri demirlere değil tabana inen basamaklarda bulmuştu. Ancak diğeri bunu yapmış olsaydı demirler onun için gerçek olacaktı. İkiliyle uğraşan aynı yöntemi uyguluyordu ama seçimler başkaydı ya da oyunculara göre farklılık gösteriyordu ya da oyunu kuranın isteklerine göre ilerliyordu. Öfkeyle basamakların sonunu buldu ve önündeki karanlık açıldı. Tıpkı elfteki gibi demir parmaklıklı ve ahşap iki kapı belirdi. İkisinin de dokunarak gerçek olduğunu anladıktan sonra oda kapısına doğru adımlayıp tam kulbuna temas edecekti ki sanki bir güç onu durdurdu ve bir anda vazgeçip diğerine yöneldi. Demir parmaklıklı olanı açıp hücreye girdi ve yine yukarıya doğru basamakların başlangıcında buldu kendisini. Orada aynı yönde ilerlerken davetsiz misafir böcek vızıltısı kulaklarının kapısını yine çaldı. Hiç tereddüt etmeden büyüyle yaratılmış yaratığı parmaklarıyla ezdi. Önünde yeniden bir kapı peydah oldu ve dişlerini sıka sıka lanetler yağdıra yağdıra oradan geçerken odanın içindeki sırtı dönük pencereye bakan arkadaşıyla karşılaştı. Ancak bulundukları yer mağaraya dönmüştü. Üç orktan oluşan misafirleri vardı ve onlar da hiç vakit kaybetmeden ortaya çıkanları halletti. Ne olacağını beklerken mağara zindan olmuştu. Hücrenin parmaklıklarından etrafa baktıklarında başkalarının da olduğunu gördüler.
Diğerlerinde bir çok ırktan yaratık bulunuyor ve her birinde farklı bir canlı vardı. Kötü niyetli bilinen ırklardan da vardı. Hatta dünyada ender rastlanan, ölümlüleri baştan çıkarıcı niteliklere sahip avcı türü olan Diamondel de bunlara dahildi.
“Sonunda bitti,” diye kendini yere bıraktı elf, huzursuzca
“Evet bitti. Bir hücredeyiz sanırım bütün ırklardan kendine koleksiyon yapan bir manyakla karşı karşıyayız. Bir ejderha eksik dizilimlerde,”
“Haklısın, bunu anlamak için etrafına bakmak yeterli,”

İkili, sinirli bir şekilde sohbet etmeye devam ederken zindana ulaşmayı sağlayan merdivenlerde ayak sesleri duyuldu. Gölge büyüdü ve üzerinde büyücü cübbesi olan birisine dönüştü. Tutsakların bulunduğu kısımlara yaklaştıkça siyah elbisenin üzerinde gümüşümsü olarak işlenmiş hayvan motifleri olduğu fark ediliyordu. Gelen, diğer hücrelere üstünkörü bakarak ikilinin önünde olanda durdu. Kapüşonunun içinde kapkara gözleri görünüyordu sadece. Parmaklarında hücrelerin sayılarıyla orantılı yüzükler mevcuttu.
“Demek bizimle oynayan ucube buymuş.” diye konuştu elf, savaşçıya. Ardından da;
“Bizi niye burada tutuyorsun. Seni onun bunu çocuğu…”diye yeni gelene tüm sinirini boşalttı. Hücrenin dışındakinin hal ve tavırları onun sözlerini dikkate aldığını hiç göstermiyordu. Sadece onlara baktı ve memnun bir şekilde yanlarından ayrılırken üzerindeki kıyafetin işlemelerindeki yaratıklar ışıldadı ve giysiden çıkıp parmaklıkların önünde dört tane yırtıcı hayvan olarak canlandı. Bunlar görünüşe göre muhafızdı. Büyücü hiç konuşmadan geldiği gibi gitmişti.
“Bu tiple nasıl başa çıkacağız? Oldukça güçlü gibi görünüyor,”
“Haklısın Waclonne. Biraz zorlanacağız!”
“Zorlanacağız demekle neyi kastediyorsun. Tutsağız ve manyak bir büyücü bize ne yapacaksa çaresizce onu bekliyoruz. Hadi buradan bir şekilde kurtulduk diyelim de bu büyülü yaratıkları nasıl alt edeceğiz?”
“Sen bunları düşünme! Bizi kolye kurtaracak,” Marjuarane boynundaki dört yaprak şekilli kristal yapılı nesneyi gösterdi.
“Benimle dalga mı geçiyorsun! Gördüğüm alalade bir kolye. Nasıl bir özelliği var ki bizi kurtarsın,” dedi ve ardından bir kuble homurdandı.
“Bu büyülü… Benimle konuştu ve endişelenmememiz gerektiğini söyledi,”
“Sen ciddi misin. Hadi oradan! Bence aklını yitirmişsin. Bir kolyenin konuştuğunu da ilk defa senden duyuyorum. Büyülü bir nesne ısınır, ışıldar ne biliyim… Ama konuşanını da ilk kez senden duyuyorum,”
“Konuştu derken beynimde fısıldayışları gezinip duruyor. Bekle ve gör dostum. Onun bana söylediğine göre büyücünün üzerinde gördüğün elbise ve hücrelerin önündeki yaratıklar büyülü…"
“Yapma ya… Bunu nasıl düşünemedim ben… Halbuki-”
“Tamam! Söylediğimin saçma olduğunu anladım ama sen de alay etmeyi bırak artık… Neyse… Cübbesini üzerinden çıkarırsak yaratıklar ortadan kayboluyor ama yok olmuyormuş. Büyücü bütün gücünü giysisinden alıyormuş. O olmadan bir hiçmiş,”
“Bu anlattıklarını kolye mi ya da her neyse o mu söyledi. Elbisenin ve yaratıkların büyülü olduğu aşikar da büyücünün bütün gücünün ondan geldiğine şaşırdım. Demek elbise çıkınca büyücü tehlike arz etmiyor öyle mi. Ateş topu, yıldırım, uyku büyüsü ne bilim başka bir tane bilmez mi bu,”
“Bütün hepsini ,ilüzyonlarını… kıyafetten aldığı güçle yapmış. Aslında üzerindeki bir giysi değil kumaş parçası görünümde bizim dünyamıza ait olmayan ölümlülerin anlayışına göre büyülü bir nesneymiş,”
“Bu dünyaya ait olmayan… Ölümlülerin anlayışı da ne demek. Sihirli mi değil mi! Bu da ne demek. Bizimkinden başka dünyalarda mı varmış. Bunları ben sıkılmayayım diye anlatıyorsun değil mi? Söylediklerin çok afaki. Sen bu boynundakinin gerçekten kolye olduğundan emin misin? Belki içinde dev bir yaratık falan vardır. Ne diyorsun sen…”
“İster inan ister inanma bunları uydurmuyorum. Bu bahsettiğimiz parça tanrıların boyutuna aitmiş. Orada bulunan bir tanrınınmış. Kolye de tıpkı onun gibi tanrısalmış ki bunu yeni öğrendim. Anlayış derken de boyutlar arasında kıyaslama mıymış, bakış açısıymış neymiş, ben de anlamadım.”
“Tanrılar mı… İyice saçmaladın Marjuarane. Onlardan yüzyıllardır hiç ses seda yok. Okuduğum kitaplara göre metamorfoz sırasında bütün tanrılar tüymüş. Tanrı manrı yok dostum bu dünyada. Bence boynundaki seni kandırıyor ya da biz gevezelik ediyoruz.”
“Peki bunları nasıl bilebiliyorum sence. Durup dururken bir anda nasıl uydurabilirim. Onlardan hiçbir işaret yok ama büyücüler güçlerini tanrılardan alırlar. Şayet tanrılar tamamen terk etmişse dünyayı büyücüler nasıl büyü yapabiliyor?”
“Haklı olabilirsin büyücülerin büyü yapma güçlerini onlardan aldığı konusunda. Ama kendilerine ait şu zamana kadar hiçbir işaret görmedim. Sen de görmedin öyle değil mi. Yine eski kitaplardan okuduğuma göre –elflerin kütüphanesi çok büyük de – metamorfoz sırasında büyük bir enerji açığa çıkmış ve bunun bir kısmı dünyada serbest olarak kalmış ki büyücülerin büyü yapmaları içinmiş,”
“Peki bu enerjiyi tanrılar salmışsa…”
“Tamam onları boş ver artık. Kolye bizi nasıl kurtaracakmış onu anlat,”
“Büyücü tekrar geldiğinde ben onu boynumdan çıkarıp üstüne doğru atmalıymışım. O da temas ettiğinde elbiseye, nesne kumaş parçasına dönüyormuş. Ancak bu durum gerçekleştiğinde yani elbise büyücünün üstünden kolyenin dokunmasıyla çıktığında burası tamamen çöküyormuş. Kule gücünü kıyafetten alıyormuş. Kumaş parçasını alır almaz kaçmalıymışız ya da çıkabileceğimiz en yakın yerde bu işi halletmeliymişiz,”
“Ne kolyeymiş be…”

Metamorfozdan önce faniler, birbirlerinden habersiz dört boyuta ayrılmış biçimde yaşarken insanların boyutu olan Paradruin de Malkierno adında genç bir insan, büyücü olmaya kararlıymış…

On sekiz yaşındaki aday, büyücülük akademisindeki son dersine geç kalmak üzereydi. Orada sonrası olan konsorsiyumlara girmek için gerekli olan sınava alınabilecek yedi öğrenci seçilecekti. Büyücülerin en yüksek seviyesinden aşağıda olan konsorsiyumun, kendilerinin sistemine göre her bölgeden gelen yedi öğrenci, onların bilmediği ancak büyücülerin bildiği bir yere getiriliyor ve orada bir süre daha eğitim görüyorlardı. Ve bunun sonunda seçilen kırk dokuz öğrenciden yedisi sınava girmek için hak kazanıyordu. Kalanlara ise iki seçenek sunuluyordu: ya eğitimden vazgeçin ya da devam edin…

Shandrallde bölgesindeki akademinin -rengi koyu mavi ve şekli çift kanatlı olan, kenarları beyaz altı tane demir dikmelerle oluşturmuş- kapısı göründü. Dikmelerin üzerine bazı büyücülerin yüzleri işlenmişti. Malkierno o kapıdan giren şanslı biri olduğunu düşünüyordu… Akademinin ustasının konsorsiyumlara girmesi için gerekli olan sınav öncesi eğitime tabi tutulacak kırk dokuz öğrencinin arasına katılacak yedi öğrencisini seçmesi için ihtiyacı olan sürenin son günüydü bugün. Yine de ustalar az çok kimi seçeceklerini öğrencilerine hissettirirlerdi.
O gün Malkierno nun şimdiye kadar geçirdiği onsekiz yıllık hayatındaki en kötü zamanıydı. Bayan Tierna’ nın dudaklarından ismi dökülmeyince bundan dolayı okula devam etmeme kararı da almıştı.

Hayal kırıklığına uğradığı o zaman hiddetine ve kibrine yenik düşüp orayı terk etmişti. ama az da olsa içinde kuytu köşelerde bir yerde kıvılcım kalmıştı büyü adına. Seçilemediği için eğitim ve getirisi büyücülüğü elinin tersiyle itmişti. O kadar çok istiyordu ki seçilmeyi… Beklediği olmayınca ustasının onun ismini söylemeyen dudaklarını söküp ayaklarının altında ezmeyi arzulamıştı. O gün akademiden öfkesine yenilip ayrılmakla hayatındaki en büyük dönüm noktasını gerçekleştirmiş olup yol haritasından büyüyü çıkarttığını düşünüyordu ancak Gelecek ise onunla aynı fikirde değildi.

Yaşadığı yer bir ada idi ve orada yapılabilecek, hayatının rotasını değiştirebilecek ve ona büyüyü unutturabilecek bir çok unsur vardı. Balıkçıların yanına gidip orada çalışabilir ya da sal yapımında iş bulabilme imkanı varken ayrıca çiftliklerde de hayatına yön verebilirdi ki onu seçti. Sahibinin kızına aşık olmuş, büyüyü falan -içindeki ücra yerlerde kalanlar da dahil- unutmuş ancak kız onunla dalga geçmişti. Babası, onu sevdiğine vermediğinden dolayı ona oyun oynamıştı. Babasına mektup yazmış ve Malkiernonun kendisine sarkıntılık ettiğini ve kendisini kaçırdığını ifade etmişti. Nitekim kız ile Malkierno adanın kıyısına gelmişler ve yanındakinin sevdiği Pinerra tarafından onun kafasına sopa ile vurulmuş ve sevdiğini sandığı ile onun sevdiği adadan kaçmışlar ve ihale ona kalmıştı.

Malkierno, adanın kıyısında kızın babasının adamlarının kovalamacasından kaçarken kendisini harabelerde bulmuştu. Geldiği yer adanın doğu kıyısının sonunda bulunan ve iç taraflara giren sık ağaçların arasına saklanmış bir kulenin kalıntılarıydı ki o nasıl buraya geldiğini çok sonra anlayacaktı. Oranın sakinlerinden çok fazla kişi dillendirmese de uzun boylu ve kızıl saçlı bir kadın büyücü yaşarmış kulede. O zamanlarda korsanlarla adadakiler arasında bir savaş olmuş ve karşı tarafın ekibinin içinde etten kemikten olmayan, büyücülerin marifetleriyle oluşturulmuş insandan bozma yönlendirilebilir yapıda mahlıuklar varmış. Bu zorba takımı adaya baskın düzenlediği zaman daha öncelerinde en üst seviye büyücülerin bulunduğu yerden -anlatılanlara göre içinde karanlık güçler barındıran ve sanki bakıldığında saydam silüetler yüzüyormuş gibi görünen söylentiye göre ölü büyücülerin yüzlerine benzetilen ve onlara ait olduğu sanılan bir küreyi kendilerinden çalması yüzünden- kovulmuş bu kadın, kulesinden çıkıp insanlara yardım etmiş ve korsan gemilerini batırıp, suyu yakıp iğrenç mahlukların üzerine boca edip etkisiz hale getirmiş ancak bu savaştan sağ kurtulamamış. Kimilerine göre bu baskında korsanlar yüksek seviye büyücülerin kuleyi ve dolayısıyla kadını yok etmek için paravan olarak kullandıklarıymış.

Kızıl saçlı ,büyü yaparken konsantrasyon esnasında aldığı bir ok yüzünden ve ardından da bir başka korsanın ‘efsunlanmış’ mızrağı yüzünden can vermiş. Onun kulesi yıkılmış ve bedeni yıkıntıların arasında kalmış. ama cesedi bulunamamış ve ölümü herkes tarafından kabul edilmiş.
O zamandan bu yana harabelere basan ilk insandı Malkierno. Yüzüne bir anda kulenin yapı taşlarından biri olan, hala savaşın izlerini taşıyan dışı kararmış bir taşın içinden gelen ışıltı yansıdı. Öyle ki bu parıltı her ne ise şu an hissettirdikleriyle onun içindeki karmaşık duyguları sanki uzun süredir benliğinde hapsolmuş ve zincirlerinden azat edilmek için uygun zamanı bekleyen bir canavarın salınışı misali hızla taşa doğru adımlarını yönlendirdi. Bunda en büyük pay sahibi ise yaşadığı hayata karşı katıksız öfkeydi. Daha önce ruhunun bir yerinde zapt edilmiş güç kıvılcımları ,hırsları ve zararlı tutkuları aniden onu zorlamaya başladı. Onları uyandıran her ne ise kilitlerinden de kurtarmıştı ve önünde duran muhafızları bir bir yıkmıştı ki en büyük yardımı da hayal kırıklığından almıştı. Karakterinin üzerine güç bulutları çöküp bunların içinden hırs, tutku ve aç gözlülük ruhuna sağanak halinde yağmaya başladı. Artık kafasında iyilik adına yaptığı şeyleri, inanmışlık adına düşündüklerini kötü duygularından boşalan hapse göndermiş ayrıca öfkesi, hayal kırıklığı ve nefreti bütün iyimserliğini, iyi duygularını ruhunun en derin dehlizlerine postalamıştı. Sırtından vurmayı bekleyen düşman misali kötü karakteri içinde var olan iyi olanı lağvedip hayal kırıklığının getirisiyle beraber hiddetine kat kat karanlık kuleler dikti ve sinsilik tamamıyla kimliğini oralarda zehirledi. Çok horlanmıştı, çok aldatılmıştı ve inanmışlıkla kendi kendisini kandırmış bu yüzden bu duruma karşı koyacak gücü kalmamıştı.

Bu ruh haliyle taşa dokunur dokunmaz o parçalandı bu sayede içerisinde bir kürenin olduğu açığa çıktı. Hiç düşünmedi bu kadar kalın bir taşın içinde kürenin nasıl olduğunu ya da bu kararmışlığından nasıl olup ta sıyrılıp haresinin gözlerine gireceğini. Aslında harabelerdeydi ama büyülü ve canlı bir varlık gibi kürenin yaptığı yanılsamanın içinde dolanıyordu ve bunun farkında değildi. Onun dış tarafı saydam bir maddeden yapılmıştı ve titrerken Malkierno ellerini yaklaştırdı. Dokunduğunda onun aurasını ruhunun en ücra köşelerinde ve en köhne yerlerinde bile hissetmişti. Kürenin yüzeyi akışkan hale geçmiş ama şeklinde bir bozulma olmamıştı. Malkierno, içinde grinin tonlarına bürünmüş beş tane kristale iki eliyle temas ettiğinde onların hareketlendiğini ve birbirlerine ışınlar gönderdiklerini gördü. Aslında kristallere dokunan eller değildi onlar sadece araçtı çünkü nesneler temas eden kişinin ruhunu ve içinde barındırdığı kötü niyetleri sezercesine hareketlenmişti. Parlamalar duman gibi şekillenip, kütle halinde birleşip beş kısma ayrıldı ve her bölüm yüzleri ‘karanlık’ bir saydam suretin önceden ruhuna giyindiği elbiseleri gösteriyordu. Kara cübbeleri üzerinde göreni içine alırcasına çeken bu suretlere Malkierno körlemesine bakarken kristaller yok olup şekil değiştirip yine grinin tonlarından mamul madalyonlara dönüştü ve kara cübbeliler tek tek beş tane madalyonun içine girdi. Bu yanılsamaya gittikçe gömülürken nesneler birbirinin üzerine geçip birleşti ve simsiyah bir madalyon oluştu. Onu aldıktan sonra kürenin içi boşaldı. Ve böylelikle Malkierno ilüzyonu maddesel anlamda gerçekliğe dönüştürmüştü. Bu sanrıdan ibaret olan durum kötücül amaçlarının rehberliğinde ruhunda katılaşıp yine orada çözünecekti.

Onun içindeki kristaller bir nevi hırs, aç gözlülük, ihanet, kin ve öfkenin ya da benzer kötü duyguların maddeleşmiş haliydi. Tek madalyon ise katıksız kötücül gücü ifade ediyordu. Yani bu oluşum kötülük dolu kürenin karanlığının maddeleşmiş safhalarıydı ki bunu onun sayesinde gerçekliğe dönüştürmüştü ya da dokunanın kötü duyguları olmasını sağlamıştı.

Malkierno madalyonu taktıktan sonra işaretleri fiziksel özelliklerine, yapısına yansıyıp gözleri irileştikten sonra gri renge büründü ve daha önceki rengi olan maviyle beraber kaynaşıp oldukça korkutucu bir hal aldı. Bu kürenin kötücül aurasına kapılıp hem maddesel hem de manevi olarak özüne takarak madalyonu; Ansomal adındaki büyücünün ve şamanın ellerindeki haritaların gösterdiği yapraklara(kolyenin birleşmeden önceki tek tek olmuş hali) ulaşmak ve içlerindeki gücün kendilerine akmasını isteyen beş tane güçlü bir o kadar da dengesiz büyücünün ikisinden çalıp elde ettiklerinde onların gücünü kontrol edemeyip sonrasında ölen ve liçlere dönüşen bu suretlerin içlerinde barındırdığı kötülüğü serbest bırakmış ve kendisine aktarmıştı. Madalyon onun ruhuna ölü büyücülerin kötülüğünü salacaktı ve Malkierno onlar tarafından yönetilen bir büyücü olacaktı.

Ansomal ve Malkiernonun ruhu Metamorfoz sırasında ölen diğer büyücülerle beraber o esnada açığa çıkan enerjinin bir kısmının tuttuğu ‘Ölüler Hanı’ adındaki nerede olduğu bilinmeyen bir yerde ‘asılı’ durumda bulunuyor.

Kumaş parçası da dolaylı olarak, kullanımı açısından tıpkı bu madalyona benziyordu. Elf ve insanı tutsak eden, bir çok ırktan koleksiyon yapan büyücü de tıpkı Malkierno gibiydi. Bir gün kendisini terk edilmiş, işe yaramaz ve kullanılmış hissettiğinde bu kumaş parçasını bulmuştu ya da o, bulunmak istemişti. Nesne onun ruhunu emmiş, güçlü bir büyücü yapmıştı ama insan tamamıyla özünü kaybetmişti. Ona güçler bahşetmiş ve bu kuleyi oluşturmuş kendisinin daha doğrusu onun sahibi olan tanrının dünyadaki gizli müritlerinin bir planı vardı ki bu çeşitli ırklara mensup oldukça güçlülerinden oluşmuş bir ordu kurmaktı. İnsan ve elf bu konuda sanki araya kaynamıştı. Büyücü de bu iş için kullanılmıştı.

Bu tanrısal parça kişide bulunduğu sürece üstüne bir kıyafet olarak bürünürken giysi oluştuğunda üzerinde ejderhalar hariç yırtıcı hayvanların onun gücüyle canlanabilen desenleri olurdu. Kişi tehdit algıladığında kıyafet devreye girer ve onu korurdu. Eğer taşıyıcının üzerinde kendisinden daha güçlü tanrısal başka bir nesne varsa onunla işbirliği halinde görünmez bir şekilde olur ancak onun ruhunu ele geçirip güçler bahşemezdi çünkü diğeri daha güçlü bir tanrınındı. Aslında tanrılar bu dünyadan gerçek anlamda gitmişlerdi ama onların ‘emanetleri’ dünyanın bir çok yerine atılmıştı ve kullanıldığında etkileri ölümlülerin boyutunda kendi boyutlarından çok farklıydı. Büyücünün değişik ırklardan ‘üye’ toplamasının bir başka nedeni daha vardı.

Bir sonraki gün büyücü tekrar göründüğünde zindanda hücrelerin önündeki yaratıklar elbiseye geri döndü ve tekrar motif haline geçtiler. Marjuarane kolyenin istediğini yaparak onu görür görmez nesneyi parmaklıklar arasından üstüne doğru fırlattı. Kolyedeki yapraklar havada serbest halde durup ondan çıkan ölümlülerin göremediği siyah renkteki uzantılarla büyücü arkası dönükken elbiseye yapıştı ve diğer tanrısal nesnenin gücünü içine çekti. Elbise, kumaş parçası haline döndü. Parmaklıklar ortadan kalktı ve ikisiyle beraber diğer tutsaklar kaçmaya başlarken kule çökmeye başladı. Marjuarane bu boyuta uyum sağlamak adına kumaş parçası şeklinde görünen tanrısal nesneyi kolyenin direktifiyle aldı ve diğerleriyle beraber kulenin içinden yukarıdan düşen molozlardan çeşitli hareketlerle (hızlıca koşma, yana savrulma ya da kayma, geri ve ileri kaçma…) kurtularak dışarıya çıktı. Büyücü, yıkıntıların arasında kalarak öldü. Onun yakalayıp hücreye attığı Dacassyreye hizmet eden büyücülerden birisinin adamı da ölen kara cübbelinin bir emici üzerinde deney yapıp onun kanından ve diğer bazı ırklardan mamul kumaş parçasının karanlık gücünün dokunduğu bir şişeyi almıştı.

1 Beğeni