Taşların Gölgesinde: Ondokuzuncu Bölüm

19.BÖLÜM

DOĞU TOPRAKLARI/ ORİOCA ŞEHRİ

Yavaş yavaş, uçlarına doğru dalgalı olan, uzun, kestane saçlarının alnının iki yanından düşerken, arkasında görünen gözlerini açıyordu. Göz kapakları istemeyerek görevini yerine getirirken, en son hatırına düşen, nereden geldiğini bilemediği ve o kadar kargaşanın içinde tahmin etmekte güçlük çektiği, sert bir darbeyle sırt üstü yere düştüğü, akabinde orada öylece kaldığıydı. Ayağa kalkmak için tüm gücünü yanına alarak hareketlenme işine el attı ancak tutunamadı zira kendini yerde bulmuştu. Ellerinden ve ayaklarından hücum eden acıyla beraber kulaklarına yaklaşan, hareket ettikçe yere sürten ayakkabıların sesleri geliyordu. Bunu icra edenler, onu iki kolundan tutup tekrar kaldırdılar. Yüzüne düşmüş saçlarını elleriyle arkaya atmak istedi ama onlar kendisiyle aynı arzuyu paylaşamadılar zira bağlanmışlardı. Kafasını kaldırınca öne düşmüş saçlarının bir kısmı orda kalırken bir kısmı da arkaya giderken, elleri ve ayakları bağlı bir şekilde ona bakan kişilerin bakışlarında sandalyede oturduğunu anladı. Devamında, uyuşukluğu üzerinden atmış bakışlarıyla gördükleri karşısında, şaşkınlık içerisinde yüzüyordu. Denizi ise: “Burası da neresiydi? Bu adamlar da kimdi? Yere düşmeden önce en son kurumuş toprak üzerinde yatan canlanmış her tür ölümlünün parçalanmış, yanmış cesetlerini biçiyordum. Her tarafından ateş fışkıran dev yaratıklar, ölen ejderhalara alevler atıp onları tekrardan canlandırıyor ve beş kara pelerinli uzun insan boyunda şekillere gönderiyordu. Tıpkı demirciyi aramadan önce Valbritma şehrinde o evde gördüğüm rüyadaki gibi. Yoksa…” Bu ve benzer düşüncelerdi.

“Çabalamayı kes! Hareket edip durma! O sandalyeden kurtulmak istiyorsan bize istediklerimizi söyleyeceksin!” dedi saçı az miktarda dökülmüş, yüzü dolgun, elbisesi oldukça düzgün, özen gösterilmiş bir biçimde üzerinde çalışılıp giydirilmiş, gösterişli bir şekle sahip daha önce kendisinin hiç görmediği bir yüz. Ardından bakışlarını ondan alıp yanındaki üç kişiye yoğunlaştırarak; “Nasıl büyücüsünüz siz! Bir türlü konuşturamadınız şu adamı!” diye söylendi.

Öte tarafından büyücülerin şaşkınlık yüklü bakışları konuşandan çok yanındaki bağlı haldeki ve tuhaf gözlerle etrafı inceleyen tutukluya kitlenmişti. Dacassyre’nin en çok ziyaret ettiği ininin bulunduğu ormanda, bambudan yapılmış minik bir borunun içinden üflenen hafif zehir yüklü iğneyle bayıltılıp, akabinde yakalanıp onlara homurdanan adamın yani Lord Thalmane’nin malikanesine getirilen ve yapının altındaki sorgulama odalarından birine koyulan Marjuarane adındaki mahkumun, o anki üzerinde gördükleri yıpranmış elbiseyle şimdiki büyük farklılık gösteriyordu.

“Ne ara üzerini değiştirdiler,” diye düşündü bir tanesi. Ardından da şüphesini beyninde bir yere kısa bir süreliğine emanet bırakarak:
“Adamın zihni baya kuvvetli. Biz üçü-“ diye devam edecekti ki onun sözüne müdahalede bulunan kapı, şiddetli bir şekilde sesler çıkarmaya başladı. Bunun müsebbibi olan haberci, yüzünde azar yeme korkusunu barındıran bir şekilde içeri girdi.

“Ben sana rahatsız edilmek istemiyorum demedim mi? Çık dışarı!” diye Thalmane ona bağırırken bir başkası ise hışımla içeri daldı. Hiç bekleme yapmadan nefesindeki hızlı koşmanın etkisi içinde: “Çok önemli şeyler oldu, olmaya da devam ediyor efendim. Diameld’deki elflerin başı belada. Krallık yanıyor efendim,” diye kelimeleri sakin bir söyleyişten ziyade aceleyle şekillendirdi.

“Nasıl? Tamam, tamam, biraz nefeslen,” dedi Lord Thalmane onun halini görünce, ardından da yeni gelen haberci ile beraber sorgu yerinden ayrılırken de büyücülere, sanki kullandığı kokunun etkisini bırakır gibi, Bir an önce bu işi bitirin! şeklinde sert bakışıyla kapıyı kapattı.

ELF KRALLIĞI DİAMELD/ BATI TARAFI

Geçmişte çıkan anlaşmazlık sonucu iki kanada ayrılan Elf Krallığı’nın batı kısmının sınır boyundaki ormanın başlangıcındaki yüksek ağaçların tepesindeki elf okçulardan birinin dikkatini bir hareket çekti. Karşısındaki ağaçta bulunana ve diğerlerine işaret ederek ormana yaklaşanları gösterdi. Üç kapkara ata binmiş aynı renkteki zırhlara sahip aynı sayıdaki üç şekil durdu ve bineklerinden etrafa göz gezdirmeden, umarsızca indi. Hemen ardından bir tanesi, elinde bulunan üç katmanlı, koyu renk ejderha pulunu atlara dokundurdu ve onlar, bu temasla eriyerek toprağa karıştı. Bunları izleyenler şaşkınlıklarından nerdeyse yere düşüyorlardı. Sınır boylarına yerleştirilen okçular seçkin askerlerdi ve her ne durum olursa olsun ki bu kadar tuhaf olana bile karşı koyarak kendilerini kontrol edebilme yetisine sahiptiler ancak gördükleri ise bu özelliklerini baya zorlaştırmıştı zira bir tanesi ağaçtan düşecekken diğeri tarafından tutulmuştu.

Kara Zırhlılar, elflerin bulunduğu tarafa rahatça yaklaşırken ağaçlardan daha fazla ilerlememeleri için önlerine uyarı mahiyetinde oklar atıldı ancak onlar bunu önemsemeden yürümeye devam etti. Bu esnada toprağa karışan atlar, ağaçların köklerinden girip, gövdelerine ulaşıp, irili ufaklı dallarına, farklı şekillerdeki yapraklarına nüfuz edip renklerini kararttı. Onların dış derisi koyu gri renkle başlayıp antrasite dönüyorken okçular hiç bekleme yapmadan bu sefer gelenlerin üzerlerine yağdırdılar, ucu sivri yolcularını ki bu ziyaretçiler, ilkinden çok daha tehlikeliydi. Üç karadan biri, ellerini havaya kaldırarak, rengi kararan üç ağaçtan parça parça kabuklarının kopmasını sağlayarak, onların ağaçlardan zor da olsa kaçınılmaz olarak ayrılmasına neden olarak, havada okların menzilinde kendisinin ve diğer ikisinin önünde toplanmasıyla, gelenleri durdurdu. Dolayısıyla atılanlar, tek tek her bir kabuğa saplanıp, havada asılı kalıp yolculuğunu sona erdirdi. Elfler, şaşkınlıklarından küçük dillerini yutarken, davetsizlerden elinde kılıcı olan, üç katmanlı silahını ayırıp rengi değişen, sağındaki yan yana duran iki ağaca ve solundaki olana birer birer fırlatıp sapladı. Bu darbeyle onların kararmış gövdeleri parçalanıp birer yarık şeklinde açıldı ve genişlemeye başladı. Ağaçlar değişim yolunda ilerlemeye devam ederken çeşitli şekildeki kabuklar, tamamen bükülüp ok uçlarına yapışıp, saplarına doğru akıp, sanki kaplama oldu üzerlerine. Ellerini kaldıran, tamamen iki yana doğru açınca, ok uçlarının yönü değişti ve atanlara doğrultulup onlara tekrar gönderildi. Üzerine kara elbisesini giymiş geriye dönen ve kontratı yeniden düzenlenmiş ölümcül katiller misali yolcular, elfler kaçamadan hepsini tek tek bulup affetmedi ve tamamı ağaçlardan farklı farklı konumlarda yere düşüp hareketsizce kaldı.

Tekrar silahını tamamlayan kara zırhlı ve kalkanı olan diğeri, elf cesetlerini birer birer fiziki durumları ne olursa olsun hiç zorlanmadan üç ağaçtaki oluşan geniş yarıkların içine fırlattı. Elinde pulu olan içinde, zihinlerindeki Quaraschar isminin telaffuz edildiği birkaç kelime söyledi ve kapkara renkteki ağaçlardaki genişlemiş yarıklar içe doğru kapandı. Onlar beklemeye başladı ve bir süre sonra ağaçların gövdesindeki yarıklardan, oldukça koyu sıvılar dışına sızıp zemine aktı ve bir yerde hepsi toplandı. Kara zırhlılardan elinde üç katmanlı kalkanı olan, onu tek tek ayırıp, koyu renkteki birikintinin sınırlarına saplayarak çember içine aldı. Diğeri, birer birer kılıçları kalkanların tam ortasından saplayıp uç kısımları çemberin merkezinde olacak şekilde yerleştirdi. Üç hançer, kılıçların uç kısımlarına sivri tarafları dokunacak şekilde tabanları kara sıvıya temas edecek biçimde konumlandırıldı. Çemberin merkezindeki kılıç uçlarının üzerine üçüyle de ilişkide olacak şekilde ejderha pulu konuldu. Onun üzerine de Kuleler Şehri’nden aldıkları kristal taş yerleştirildi.

Kara Zırhlıların üçü de, Kötü yaratımların tanrısı Asdachen, dedi ve birikinti hareketlendi. Bir kısmı kalkanlara, bir kısmı kılıçlara ve hançerlere tırmandı ve yerdeki bütün sıvı, silahlardan, ejderha pulundan geçip, kristal taşın damarlarından dolanıp, tekrar aynı yolun tersini takip ederek zeminde yeniden birikti. Üçü de baltaları alarak, kesici kısımlarını birikintiye dokundurarak bütün sıvıyı sülük gibi silahların ucuna çektiler. Hemen onları ağaçlara bir kez daha saplayıp, yarıkları yeniden açarak kara sıvıları gövdelerine bıraktılar, ardından bunlar tekrardan içine kapandı. Bir süre sonra gövdeler kendiliğinden dışa doğru açılarak, elflerin cesetleri farklı bir görünümde teker teker içlerinden çıktı. Elinde kılıcı olan bir nevi yeniden canlanan elflerin cesetlerinin derisine bazı şekiller çizdi. Yaratıkların bir şekilde dövmeleri olmuştu.

Kara Zırhlılar ve diğerleri, sınır boyuyla ana krallığın başlangıcını birleştiren köprünün başına geldiler. Orada da bekleyen elf nöbetçiler vardı. Onlarla hiç meşgul olmadı kara zırhlılar zira dövmeli cesetler hepsinin icabına baktı. Derilerindeki çizimlerin kancalaşmış kısmı uzayarak onların bedenlerine temas edince, kılcal damarlar misali dokunuş her taraflarına yayıldı. Yerlerinde öylece kalakaldılar ve sertleşerek çatlamış topraklar gibi taşa döndüler. Bazılarındaki uzantılar ise temas ettiğinde yakıp kavuruyordu.

Bunları gören köprünün krallık tarafındakilerden biri geriye dönüp kaçmaya başladı. Aklındaki tek şey bir an önce buradan def olup gitmek ve doğu kanadının kralı Wairacas’a haber vermekti.

KUZEY TOPRAKLARI/ CHİASSUA
DRATHNOR KULESİ

Adını, önünde bulunan Cypraqual’un kuzey topraklarında olan diğer nehirlerin akış yönünün tersine giden Drathnor diye isimlendirilen ve tabanı kırmızı renge çalan akarsudan almıştı. Burası Lanetli Üçgen, diye bilinen yerlerin ilk bölümü olan Chiassua’daydı. Diğer ikisi ise Lianchurt ve Herfinzel’di. Bu bölge, bulundukları yer olan kuzey hariç batıya, güneye ve doğuya hakim üç ejderhaya hizmet eden karanlık büyücülerin ana eviydi. Beyaz ejderhanın hizmetindekilerin ki Lanchurt’da, Siyah’ınki Chiassua’da ve Kırmızı’nın ki ise Herfinzel’de idi. Büyücüler, diğerleri tarafından rahatsız edilmemek için etrafa, buraların lanetli olduğunu belli gezginler vasıtasıyla yaymışlardı.

Drathnor nehri, düz bir şekilde, kıvrımlı bir biçimde olmadan kıyısındaki toprakların gerisindeki sarp ve yüksek kayalıklara sırtını dayamış, kulenin önünde akıyordu. Yüksek ve sık kayalıkların ortasında, önünde, yan kısımları birbirine bakan, taştan yüzleri korkutucu olan heykel ve onların ardında da kule kapısına doğru giden merdivenler bulunuyordu. Basamakların başlarındaki bu iki golem, büyücüler tarafından yabancıların girişini engellemek için koyulmuştu. Bunlar sadece dokuz büyücüye geçit veriyordu. Basamakların iki kenarı, kayalıkların aralarında çıkan bitkilerin ince, kalın kollarının uzanıp sarmaladığı kısa duvar şeklinde sonuna kadar uzanıyordu. Sarmal merdivenlerin sonunda da yapının kapısına yakın alan vardı. Biraz daha ilerleyince üç geniş basamağı da çıkınca kapıya ulaşılıyordu. Kule, sırtını kayalıklara rahat bir insanın pervasız haliyle dayamış, çok yüksek olmayan ama eni biraz geniş olan yapıydı.

Chiassua ve diğer ikisinde bulunan kulelerin kapılarına benzer desenler oyulmuştu. Ola ki yabancı buraya kadar geldi, kapıdaki tasarımlar büyülü silahlara dönüşüyordu. Sadece onu çizen dokuz büyücüyü tanırdı. Kapıdaki bu mekanizma kuleyi tehlikelerden korumak içindi ancak ejderhalar için yeterli değildi.

Dokuz büyücü, dünyada oluşan gelişmeler konusunda bu kulelerde ciddi değerlendirmeler yapıp tartışırlardı. Ancak icra edecekleri bu son toplantı ise sözleştikleri günün bir öncesiydi. Doğunun iki büyücüsü Aizallane ve Remond, diğerleriyle büyülü yolla kısa sürede haberleşerek bir gün öncesine almışlardı.

Büyücülerin dokuzu da üst kattaki geniş bir odanın ortasında bulanan, orta kenarları uzatılmış sekizgen masanın etrafında toplanmak için yerlerini alıyordu.

“Dacassyre’ye haber verdim, kürede gördüğümüz Diameld’din batısında olanları. O esnada inde üç siyahla savaşıyordu. Thalmane’nin oğlu Gillantirre parçalarına ayrılarak daha önce gördüğümüz garip yaratığa döndü. Maalesef ejderha ruhlarının bulunduğu yeşil kristalimsi küre çalındı. Ayrıca bu konudan bağımsız, iki portal arasındaki ara geçiş yolunda daha önce hiç hissetmediğim bir ürperti hasıl oldu üzerimde. Sanki, ikinci portaldan geçerken biri, omuzuma dokunmuş gibi hissettim,” dedi uzun kuzguni siyah saçlarını bağlamış, yüzünde tuhaf bir ifadeyle Enpheiram, Remond ve Aizallane’e hitaben masaya giderken.

“Ejderha ayrıldı mı peki? Ara geçiş yolu dediğimiz yer, hepimizin bildiği gibi, yer değiştirme büyüsünde kullanmak zorunda olduğumuz etrafı değişkenlik gösteren bir bölge. Kimi zaman bir orman, kimi zaman bir çöl, kimi zaman iki dağ arası… bir yol. Dünyanın yapısındaki sadece bizim gibi yüksek seviye büyücülerin görebileceği düzlem. Tehlikesiz bir alan yani. Ben hiç öyle bir hisse kapılmadım,” dedi Remond.

“Ben de ilk kez rast geldim. Sence bizim bile göremediğimiz dünya içi düzlemlerden yaratıklar, bir şekilde buraya karışmış olabilirler mi ki?”

“İyi de, bizim bildiğimize göre, normal bir ölümlünün görme seviyesinin üstündeki bu düzlemler birbirinden ayrı değil mi? Ne yani, düzlemler arası bilmediğimiz geçitler mi varmış?” diye lafa karıştı Aizallane.

“Neyse, boşverin. Yanılgıda olabilir. Şimdilik aramızda kalsın,”

“Tamam. Nasıl istersen. Esas konumuza dönersek: Beril taşını çalanı gördün mü?”

“Marjuarane isimli bir insan. Ben buraya gelmeden önce ormanda yakalanmış ve Lord Thalmane’nin malikanesine götürülüyordu. En son duyduğum ise lord, onu konuşturmak için üç alt seviye büyücü tutmuş,”

“Pöh! Zihin yüzücüleri kullan-“ diye sözlerini tamamlayamadan müdahale geldi ona, diğer ikisinden daha uzun ve daha iri olan Remond’dan.

“Arkadaşlar artık masaya oturmuş durumdayız. Kendi aramızda değil birbirimizle konuşalım,” dedikten sonra aralarındaki en yaşlı olan Güney’in Büyücüsü İnphar, toplantıyı başlattı. Doğunun büyücüleri sohbetlerinin kesilmesine dair herhangi bir tepkide bulunmamıştı zira kural belliydi.

“Batıda değişen bir şey yok. Siyah, ininde Chrubergine şehrinin sessizliğe gömülmesinden beri kalmaya devam ediyor,” dedi Buamad adındaki orta boylu, keskin bakışlı ve yüzü oval olan büyücü.

“Nasıl olmaz! Diameld’in batı tarafında olanlardan haberiniz yok mu?” dedi telaşla Aizallane adındaki aralarındaki tek elf olan.

“Elflere ne olmuş ki. Onları umursayan mı var. Hem batı çok geniş bir coğrafya ve görme küresi sizde Aizallane! Kuzeye bakın, orklar ve kiandorlar söz dinlemez, kendilerini yönetim karşıtı gören çapulcuları Lavierenna ormanından sürmüş,”

“Nasıl yani, aralarındaki savaşı tek başına orklar mı kazanmış?“

“Sanırım dinlerken, kiandorları kulaklarındaki kir misali silip attın,”

“Nasıl oluyor da onlar birlik olabiliyorlar?” dedi Aizallane sataşmayı umursamadan.

“Sanırım birileri bunlara yardım etmiş, öyle değil mi Liora ve Derrial,” diye devam etti İnphar, sorgulayan bakışlarını bahsedilenlere yönlendirerek.

“Ne olmuş, Lavierenna ormanı lazım bize! Dışarıya atılmışlarla uğraşacağımıza, orklar daha kolay. Hem bizim ağaçlarla işimiz yok. Zaten-“

“Kuzeyi bırakın, Batıya bakın,” diye devam etti Aizallane, batının iki büyücüsüne kızgınlıkla bakıp sinirle önlerine görme küresini atarak, pardon bırakarak.

Nesnede şu an itibariyle gördükleri onları çok şaşırttı. Üç kara ata binmiş üç kara zırhlı, yanlarında derilerinde garip çizimleri olan on tane elf cesedinin yeni biçimiyle, sıra sıra yüksek ağaçların uzun bir şekilde sınırladığı, aralarında krallığın batıdaki merkezine girmek için ara ara üç tane kapı bulunan yere yaklaşıyorlardı. Onları bekleyen, üç yüz tane elf askeri vardı. Kral Larundel, önden öncüleri konuşlandırmıştı. Yüzerli sıra halinde dizilmiş elfler, üç kıdemli komutanın emrindeydi. Kara Zırhlılar daha da yaklaşınca her bir sıradan öne, deneyimli ve duyduklarına kulak asmadan, gördükleri ne kadar onlara acı verse de disiplinli ve korkusuz yirmi okçu çıktı. Düşmanları on tane cesedi önlerine alıp bekledi. Okçular oklarını saldığında yaratıklar atlardan indi ve aynı ağızla, Mai na pura Asdachen, dediler. Önlerindeki cesetlerin derilerindeki çizimlerin uçları uzayarak karalara temas etmeden çok hızlı bir şekilde atılan altmış oku da havada yakaladı. Kara zırhlılar atlardan indikten sonra binekler sıvılaşarak on tane cesedin içine girip, bir nevi dövmelerin kıvrımlarında dolaşıp, uçlarına geçip bütün oklara akarak onları siyaha boyadı ve yönlerini değiştirdi. Elflere geri postalanmışlardı…

“Yeter, daha fazla görmek istemiyorum,” dedi aralarındaki tek elf büyücü Aizallane, göz yaşlarına engel olamamıştı.

Öte yandan diğerleri şaşkındı, duydukları kelime, Asdachen miydi?

Orada bulunanların çoğunluğu elfleri sevmeseler de onlara karşı duygusuz da olsalar, topraklarında kara zırhlıların geride bıraktıkları yıkımı gördükten sonra küreyi kaldırmasına izin verdiler Aizallane’nin.

“Sanırım dünyaya geri dönen tanrılardan birinin gücüne şahit olduk. Bunlar da takipçileri olsa gerek,”

“Yanılıyorsun, tanrılar bu dünyadan gitti. Yok onlar!”

“Bence de, biri geri döndü ama-“

“Elçileri vasıtasıyla, gizlice,”

“Eskilerden bildiğimiz kadarıyla tek bir tanrının dönmemesi gerekiyordu,”

“Pöh! Onlara inanırsan! Sanki tanrılarla konuşmuşlar,”

“Siyah ejderha, bildiğim kadarıyla bölgesinde olan, ondan habersiz bir müdahaleyi gözden kaçırmazdı. Nasıl oldu da hala görünmüyor,”

“Bence, o da biliyor, bir tanrının geri döndüğünü. Hem böyle bir gücü kim kullanabilir. Bu dünyada hangi büyücü bunu yapabilir. Onların dayandığı güç, tanrının gücü bana sorarsanız,”

“Öyle de diğer üçü nerede peki? Hem neden, Asdachen, desinler ve bir nevi cevap alırcasına gücü kullansınlar?”

“Elfler, bu güce dayanamaz. Muhtemelen krallığa girip…” dedi ama devamını getiremedi İnpfar.

“Sizce, elflerle ne işi olabilir ki bunların,”

“Bunun cevabını hiçbirimiz bilmiyoruz ama duyduğum kadarıyla elflerin değerli bir taşı varmış, öyle değil mi Aizallane?”

“Evet, var ama doğu tarafında. Hem o taş ne ki onu arasınlar. Benim bildiğim alalade koca bir zümrüt ki senin aşağıdaki nehirde bulduğun safire benziyor Buamad,”

Diğer büyücüler, Aizallane ile Buamad arasındaki muhabbete karışmadan dinliyorlardı.

“Sen hiç zümrüt taşına dokundun mu? Ya da çok yakından gördün mü?”

“Uzaktan gördüm ama Wairacas, -Waclonne adındaki casustan duyduğum kadarıyla- kraliyet büyücüsünün yaptığı koruma kalkanı üzerine işlenmiş özel bir seramik camın içinde onu kendine saklıyormuş,”

“Şunu söylemek istiyorum ki elf haklı. Bu büyük değerli taşların içlerinde barındırdığı bir güç var. Zira dokunduğumda bunu hissettim çünkü temasımla geriye doğru uçmam bir oldu,”

Diğer iki batının büyücüsü, bunu duyduktan sonra şaşırdı.

“Ben de bir koruma örtüsü yaptım ve onun üzerini kapattım,”

“Nasıl yani? Neye göre yaptın?”

“Tabii ki nehirde bulduğum bu taş hakkında Liora ve Derrial’e bilgi sundum (uçma kısmını atlayarak) araştırmalar yaptık beraber. Bizdeki bu safir, tanrıların bize bıraktığı –sayısını bilmiyorum ama- emanetlerinden biri. Eskilerin derledikleri kitaplarda okuduklarımıza göre, bu taşların gücü oldukça etkiliymiş. Sizden öğrendiğimiz kadarıyla, anlattıklarınızdan hareketle… Kara zırhlı olan bu ucubeler, elflerin cesetlerini geri döndürmeden önce silahlarla yaptıkları bir anlamda ayinde, kullandıkları taşı küreden gördünüz. Bence o da tanrılara ait. Yani-“

“Diyorsun ki sizdeki de tanrılara ait, muhtemel Wairacas’daki de öyle. Bence onu arıyorlar da, batıda ne işleri var. Ayrıca da Dacassyre de olan ametist taşı da var. Görünen o ki bu elemanlar, tanrılara ait malzemeleri topluyorlar. Acaba neden?” diye lafa daldı Enpheiram.

“Senin fikrine göre, zümrüt için savaşıyorlar. Doğuda ametist var, burada safir var. Onlarda da kuvars var. Ola ki zümrüdü aldılar, sonrasında ametiste mi gidecekler yoksa buraya mı gelecekler ya da daha kaç tane var bu taşlardan?”

“Öyle de bu yaratıklar, burada ya da doğuda taş olduğunu nereden biliyorlar ki?”

“Haklısın da elfler de böyle bir taşın olduğunu nereden biliyorlardı ki almak için savaşsınlar?”

“Orasını bilmiyorum Remond. Ayrıca arkadaşlar, zümrüt sadece elflerde yok ki. Dünyanın bir çok yerinde küçüklü büyüklü geziniyor. Diameld’dekinin emanet olduğu ne belli ki. Hem Aizallane, sadece uzaktan görmüş. Onunki de tahmin zaten. Bizim konuştuklarımız da varsayım öyle değil mi?”

“O zaman Asdachen ismiyle güçlerini ifade eden bu karaların, elflerle ne işi olabilir anlamış değilim,”

“Belki de Kötü yaratıkların Tanrısı, elfleri bu dünyadan kazımak istemiştir. İlk olarak ta krallıktan başlamak arzusundadır,”

“Senin bu dediğine katılırsak güneyli Rasacu, O takdirde karanlık tanrı dünyaya dönme çabasında ya da bunun bir yolunu bulmuş demektir. Emanetlerini de bu tipler aracılığıyla topluyordur amacı neyse artık,”

“Metamorfoz’u yapan tanrılar. Gidenlerde on-“ diye tamamlayacakken İnphar, Buamad isimli büyücü, sekizgen masanın orta kısmına koruma örtüsü olarak ifade ettiğinin altında olan safir kristalini koydu. Örtüyü kaldırmadan önce diğerlerine işaret ederek asalarını masaya koymalarını, kendisi de dahil, saplarından tutarak ve etraflarına kalkan büyüsü yapmalarını istedi. Denilenler yapıldıktan sonra taşı ortaya çıkardı.

Safir, göz alıcı renkte kenarlarında herhangi bir pürüz ya da aşınma olmayan, maviliğe sahip, büyük, düzgün yapılı bir kristal taştı. Büyücüler bir süre bekledi ama taştan her hangi bir ışık ya da tehdit edici güç salınımı yaşanmadı. Nihayetinde asalarını ellerinden bırakarak, kalkan büyüsünü de sonlandırarak yerlerine tekrar oturdular. Sonra ne olduğunu anlamadan şaşkınlık içinde bakakalarak, (Doğunun üç büyücüsü hariç) asalar bir anda hareket ederek safirin önünde çember oluşturdu. Merkezdeki tanrısal malzemeden asaların topuzlarına birer birer mavi ışık salınımı olmaya başladı. Bu yayılım devam ederken taştan bir sis bulutu havaya yükseldi ve hayaletimsi bir yüz ortaya çıktı. Bu, tanrıların emanetlerinin içine sıkıştırıp, hapsedip cezalandırılanlardan birisiydi. İşte o yaratığın siluetinin büyücülere bakışı öyle şiddetliydi ki çok güçlü olan onlar dahil ölümlü yapıdakiler buna dayanamazdı. Akabinde, dokuzu da transa girdi. Taştan mavi salınım topuzların her birine devam ederken büyücüler sanki biri emretmişçesine, şuursuzca asalarının saplarını teker teker tuttu. Topuzlarda yoğunlaşan mavi ışık, bu dünyaya ait olmayan silüetin bakışıyla sütunumsu bir şekilde değişik tonlarında ışınlar halinde, her birinde havaya doğru yükselmeye başladı.

Onlar odanın tavanına ulaşmaya yakın asanın topuzlarının şekli, değişme aşamasına giriyordu. Işınların yolculuğu tavana ulaşıp sona erince büyücülerin ellerinde tuttukları nesnelerin topuz olan her birinin ucu ejderha kafasına dönmüştü. Ağızlarından mavi ışıklar çıkan dokuz ejderha kafası tabiri doğruysa arzı endam ediyordu safirin etrafında. Ayrıca asaların sap kısmı kristalleşip onlarda ejderha kafası gibi taşın kristalimsi yapısında bir olmuştu. Masanın ortasındaki safir, bir anda dağılıp dokuz parçaya ayrılarak, kafaların ağzından girip kristalimsi sap kısmına ulaştı. Sütunumsu ışınlar, gizemli suretin yönetiminde, ejderhaların gözlerinden girerken asanın sap bölümü üç kısma ayrıldıktan sonra, ışınlar her tarafa doldu. Daha sonra kısımlar arasındaki sınıra dolan mavimsi ışınlar, iki bölüm tarafındaki geçit gibi oldu.

Büyücüler hareket etmez halde sanki birer eşya gibiydi. Sadece bakabiliyorlar ve bilinç altlarına gördüklerini depoluyorlardı. Artık her bir kristal asanın üç bölmeli sap tarafındaki bölümler arasındaki sınırlarda, devamlı hareket halinde olan mavinin çeşitli tonlarındaki ışınlarının içinden geçen küçük safir taşı, kafaya yakın olan ilk yere ulaştı. Daha sonra asaların kristalimsi sap kısımları parçalanarak, büyücülerin iki eline yapışıp bir nevi eldivenleri oldu. Her birinin ucundaki büyük ejderha kafaları parçalanıp aynı yapıda on parmağın uçlarına minik ejderha kafaları şeklinde oturdu. Asa parçalanmadan önce sap kısmının üçüncü bölümünde bulunan küçük safir taşı, daha da minik parçalara ayrılarak kristal eldivenlerin içinde, üstünde geziyordu. Bu devam ederken ellerine giydikleri kılıflarda yıldırım etkisi olmaya başladı. Büyücüler aynı anda ellerini hareket ettirince minik ejderhaların ağızlarından yıldırım çıktı. Eğer onlar bu gücü kullanmak istiyorlarsa beraber ya da tek olarak, safir taşı üçüncü bölmede olacaktı. Ardından eldiven tekrar parçalanarak kristalimsi sap ve ejderha kafası yeniden oluştu. Safir taşı ikinci bölmedeyken, aynı şekilde büyücülere ateş gücünü ve ilk konumda yani ejderha kafasına göre üçüncü bölmede olduğunda, buz gücünü verecekti. Önce asanın sap kısmı parçalanıp, ejderha kafası on parça halinde parmak uçlarına giydirilip, güç, ilk olarak kristalimsi eldivenlerde oluşup, daha sonra küçük ejderha ağızlarından dışarı atılacaktı. Sonra eldivenler, tekrar parçalanıp, ejderha kafası yeniden tek olup asa bir kez daha oluşacaktı. Bu safhaların olabilmesi için taşın içinden çıkan yarı tanrısalın, büyücülerin bilinç altına zerk ettiği anahtar kelimeler bulunuyordu. Zamanı gelince, dönüşümlerin gerçekleşebilmesi ve akabinde yıldırım, ateş ve buz gücünün kullanabilmesi için büyücüler tarafından seslendirilecekti.

Safir taşı, yıldırım, ateş ve buz gücünü, aynı anda büyücülere normal ve güçlü büyülerdeki gibi fazla zaman almayacak ve çok daha hızlı eyleme dönüşecek şekilde sunmuştu. Hayaletimsi yüz ortadan kaybolunca ki gideceği yer, Cypraqual dünyasında buraya ait olmayanların görebildiği ancak ölümlülerin göremediği, dünyanın katmanlarında var olan ama Tanrıların emanetlerinin bir bir ortaya çıkarak onların değişim, dönüşüm geçirecekleri düzlemlerden birine, adı, Ölüler Köprüsü olacak olandı. Ancak saydam yüz, kendisine söylenilen, ölümlülerin tabiriyle, kelimeleri hatırlayınca dumanımsı bir şeklide küçük safir parçalarına yapıştı. Bundan sonra büyücüler, transtan kurtuldu ve hepsi baygın halde yere uzandı.

Bir tanesi uyandı, ne kadardır yerde yattığını bilmiyordu. Etrafına ve diğerlerine de göz gezdirdi . Aizallane camdan dışarıya bakınca gözlerine inanamayarak ve de öbürlerini uyandırarak ‘Misafirlerimiz var,’ “ dedi.

Üç kara zırhlı, kara bineklerinin üstünde ve yanlarında on tane ölü elflerin dönüşüm geçirmiş dövmeli cesetleriyle, krallığın merkezini sınırlayan sıra sıra dizilmiş uzun boylu ağaçların bulunduğu yere yaklaşıyordu. Önlerinde üç yüz tane elf askeri, onları komuta edenlerle yurtlarını yakıp yıkanları, tüm cesaretleriyle bekliyorlardı…

1 Beğeni