14.BÖLÜM
Marjuarane ve yanındakiler, dağdan çıkmadan önce koridorlarda konuşmaya devam ederlerken onun altlarında bir yerde başka bir insanın yol arkadaşlarının duyamadığı ayak sesleri, eskiden cüce krallarından birinin tahtının bulunduğu salon olan varış noktasına doğru ilerliyordu. Metamorfoz’dan uzun yıllar sonra saklandıkları yerlerden çıkan orklar ve yandaşlarının cücelerle yaptıkları uzun süren kanlı savaşlardan sonra, sakallı, tıknaz yaratıklar bu dağın altından sürülmüştü. Yolcunun ulaşmak istediği salonda şu anda, üç tane kara cübbeli büyücü gelecek olanı bekliyordu. Yüzleri görünmüyor ve üzerlerine giydikleri şekli bol, koyu cübbelerden dolayı da fiziksel görünüşleri seçilemiyordu. Bu dünyada yaşayan en güçlü büyücülerden olan şu an bu yerde bekleyenler, doğunun hakimi kırmızı ejderha Dacassyre’ye hizmet edenlerdi ve burada buluşmalarının bir anlamı vardı. Onların ve diğer iki güçlü ejderhaya hizmet eden altı karanlık büyücünün, akademilerle ve kurallarıyla alakası yoktu ki zaten umursamıyorlardı. Bu dokuzunun büyü seviyesi hizmet ettikleri ejderhalardan edindikleri karanlık dokulu oldukça etkili büyülerle, dünyadaki bilinen diğer büyücülerin siyah, beyaz ya da kızıl, gri fark etmez, hepsiyle aralarında güç anlamında değişiklik gösteriyordu. Bunların kendi aralarında oluşturdukları Dokuzlar Meclisi, bilinse de diğerleri tarafından kabul edilmiyordu.
Şu anda burada bulunan Kırmızı’ya hizmet eden büyücülerin önlerinde, tabana oyulmuş kanal şeklinde bir çember görünüyordu. Merkezinde bulunan, dış tarafı koyu renk işaret (rün) lerle kazınmış gri renkli granitten yapılma, altıgen şeklinde taban ve üst yüzeye sahip, yukarıdan aşağıya içe doğru silindirik bir biçimde oyulmuş kaide görünüyor ve üzerinde de, kabarıklığından dolayı ne olduğu belli olmayan, tuhaf desenlerle kaplanmış bir örtü bulunuyordu. İçerisinde ya da yüzeyinde, kırmızı ejderha Dacassyre’ye ait kendine münhasır karanlık büyüyle yüklü rünlerin olduğu çemberden, merkezine doğru kazılan, yine işaretlerle bezenmiş kanalın ucu, altıgen kaidenin üzerine oyulan rünlerden birinin alt uç kısmına temas ediyordu. Büyücüler, aynı anda birbirlerine bakış atıp çemberin içine doğru hareket ederek ve aynı ismi telaffuz ederek, üstünde bazı tasarımların resmedildiği –ki bunlar koruma için olandı- örtüye dokunup bir anda kaldırdılar. Çok güçlü olmalarına rağmen hemen geri çekilerek, kaidenin üzerine kumaşı örterek getirip koydukları ametist taşından gelecek olan ışıltılardan kendilerini korudular çünkü hemen hemen bir cücenin boyu yüksekliğindeki altıgen nesnenin bulunduğu yeri, daha önceden sahip oldukları güçleriyle sınırlandırmışlardı. Taşın etkilerinden kendilerini korudukları bölgeden ayrı duran büyücüler, yine birbirlerine rahatlamış bir şekilde bakış attılar.
Üst yüzeyinde, merkezinden tabanına doğru açılmış deliğe dokunan, üç tane, başlangıç noktaları granite oyulan rünlerin, tepe kısımlarına temas eden, içinde yine büyülü işaretlerle yüklü kanalın uç noktalarıyla kavuşacak şekilde, dış kenarlarının bazısı pürüzlü, bazısı keskin ve sade, oldukça girintili çıkıntılı ametist taşı konumlandırılmıştı. Bu şekilde sabit duran kristalin altında ise cam kavanoz vardı. Kaidenin üzerinde bulunan bu taş, Metamorfoz sırasında belli bir plan doğrultusunda tanrıların yeni oluşan dünyanın çeşitli yerlerine savurdukları malzemelerinden birisiydi. Onlar gittikten sonra büyü dünyada kalmıştı, sebebi ise o oluşum esnasında açığa çıkan enerjinin bir kısmı ki (onu dokumasını, örgülemesini, kenetlemesini, birleştirmesini, çaprazlamasını, konumlandırmasını… gibi aşamaları da bilenler için) kaybolmuş değildi ve tanrılara ait olan malzemelerin verdikleri güçlerin yanında, büyü diye adlandırılan sınırsız enerjiye katkıda bulunan diğer iki enerji türüydü. Bunlar, ölümlülerin boyutunda, bazıları kristalimsi taşlar olarak bulunuyordu ancak sahipleri olan tanrıların boyutunda ise şekilleri çok daha farklıydı. Hatta bir kaçında, onlar tarafından cezalandırılan bazı kötücül yaratıkların maddesel formları, ölümlülerin boyutuna uygun olarak bu kristalimsi taşların içinde saklanmıştı.
Son birkaç yüzyıldır dünyadaki biçimiyle bu ilahi yapıdaki kristaller, yavaş yavaş kendilerini önceden yapılan plan doğrultusunda göstermeye başlıyorlardı. Bunlardan biri olan ametist taşı, büyücüler tarafından bulunmuş ya da bulunmak istemiş ve üzerinde araştırma yapılarak, üstünde korunma işaretlerinin olduğu bir örtüyle getirilmişti. Amaçları, efendileri kırmızı ejderha Dacassyre’ye çok daha güçlü hizmetkarlar oluşturmaktı. Ejderhanın bir şey planladığını tahmin ediyorlardı ama Dacassyre bile, bunu onlardan saklamıştı.
Üç güçlü büyücü, sapının başlangıcından koyu olarak devam edip uç taraflarına doğru gittikçe açılan topuzları gri asalarını, belirledikleri alanın gerisinden kaideye doğru yataylandırarak tuttular. Asalar, sınırlandırılan alana girer girmez ellerinden kurtulup topuzları ametist taşına dokunmayacak şekilde, kaidenin üzerinde havada serbest halde yerleşti. Onlar, taşın yaydığı morun daha koyu hali olan rengindeki ışınların içine girmişti. O esnada büyücülerden biri, salonda bulunan kırık dökük tahtın üstündeki Dacassyre’nin emriyle aldıkları, beş emici(yarasa) türünün her birinin farklı olduğu kanlarının bulunduğu içi tamamıyla dolu kadehi aldı. Asaların topuzlarının ışınların içinde olduğu, süre arttıkça birbirleri arasında gidip gelen ışınlar, yavaş yavaş renk anlamında açılmaya başladı. Büyücülerden bir diğeri de cebinden çıkardığı madalyonu taşın üstüne doğru attı ve nesne, onun üzerinde topuzlardan gelen ışınların içinde dönerek hareketlendi.
Bu madalyon, Metamorfoz gerçekleşmeden önce Malkierno adındaki bir büyücüye aitti. İçerisinde beş liçin gücünün barındırıyordu, sonradan oluşmuş bu nesne. Ayrıca, benzer büyülü kötü güçlerle ve büyülü iyi güçlerle dolu bazı materyallerde, yeni oluşan dünyada kalmıştı. Önceden dört dünyada yaşamış, içlerinde Malkierno ve Ansomal adındaki olan ve diğer güçlü büyücülerin sahip oldukları güçleri, tanrılar tarafından Metamorfoz sırasında alınmıştı, yok olmalarını engellemek için. Tanrılara bizzat ait olan emanetler haricindeki bu nesneler, vaad edilen zaman kadar onların ruhlarının konulduğu, *Ölüler Hanı’*na girerken, önceden muktedir oldukları güçleri içeriyordu. Zira Tanrılar, bunlardan söküp aldıkları güçlerini, bu cisimlerin içlerine dağıtmıştı. Bunu yapmalarının esas amacı neydi, bilinmiyordu zira ölümlü zihinler cevap verebilecek bir kudrete sahip değildi. Cyraqual Dünyasının birçok farklı yerinde, nerede oldukları bilinmeyen, bu, ölen büyücülerin güçlerini saklayan materyaller bekliyordu. Ta ki…
Eski bir eşya misali liçlerin gücünün bulunduğu madalyon, öksüz bir çocuk gibi bir kenara atılıp öylece bırakılmıştı, ta ki günlerden bir gün bir başka büyücü onu bulana kadar. Nesne, uzun yıllar o taşıcıdan bu taşıyıcıya gide gele kendini muhafaza etmişti. Yeni bir taşıyıcı daha bulmadan, şu an üçünün burada olduğu dokuz karanlık büyücünün birleştirilmiş gücü sayesinde, liçler tamamen hapsedilip lanetlenmişlerin bulunduğu yere, yani bir nevi cep boyutuna gönderilmişti.
Ametistin içinden çıkan leylak rengi ışınlar, madalyona dokunup içinden geçtikçe belirlenen alanın yukarısında birer birer koyu menekşe tonlarda, kapalı, saydam beş kapı oluşuyordu. Topuzlar arasında yolculuk yapan morun açılmış hali rengindeki ışınlar, liçlerin hapsedildiği yere açılan geçitlere temas ettikçe onlar maddeleşip birer birer kapalı halinden kurtuldu. Aynı alemdeki cezalandırılmış olan liçler, bir anda ortaya çıkan tek kapıyı görünce, beşi de hemen girmek için harekete geçti ancak ametistten çıkan beş tane koyu renkli zincir, -ölümlülerin dünyasında beş adet ancak lanetlenmişlerin bulunduğu yerde bir adet- kapılardan geçip onları tam girecekken ayaklarından yakalayıp, sahip oldukları saf kötülüğün gücünü çekip taşa nakletti. Üç büyücünün izlerken fark etmediği ise cezalandırılanların yerinde iken kristal zincirlerden çıkan ufak uzantıların, liçlerden çok daha fazla kötü güce sahip olan, Charmalle adında bir başka lanetlenmişin gücünü de çekip taşa göndermesiydi. Bu yaratık, zaman ilerledikçe bu sayede kendini bir diğer deyişle kopyasını ölümlülerin dünyasında şekillendirecekti.
Liçlerin gücünü çektikten sonra zincirler tekrar ametiste döndü. Kapılar da, dolayısıyla yok oldu. Madalyon da toz hainde taşın içine döküldü. Bu tanrısal malzeme, hem onların gücünü hem de büyücülerin fark etmediği karanlık bir tanrı tarafından lanetlenmiş olanı da içine almıştı. Bunlar olurken beklenilen insan da gelmişti.
“İstediğimizi getirdin mi?” diye fısıldadı bir tanesi. Taşın gücünden etkilenmemesi için onu salonun dışına çıkarmışlardı.
“Eee-vee-tt ef-ef-en- dim, ge-tir-dim,” dedi büyücülerden kendisine bir şey yapacaklarını bekler korkusuyla. Elinde tuttuğu, içerisinde elf, insan ve cüce dahil, dünyada çok nadir bulunan ırklar da dahil, kanlarının karıştırıldığı sıvı bulunan kavanozu, hiç duraksamadan verdi onlara.
“O, çatlak büyücü Lossimo, sana nasıl verdi bunu?”
“Ooo… verme-me di ki. Be- “
“Titremeyi kes! Sana bir şey yapmayacağız! Doğru düzgün anlat şunu,”
“Sizin bana söylediklerinizi ona ilettiğimde, beni hemen yakaladığı diğer ırkların tek tek konulduğu parmaklıkların içine attı,”
“Nasıl vermez sana. Aslında aptal ilüzyon testlerine kendisini sokacaksın. Zaten Dacassyre’nin bize verdiği emirle biz ondan istedik, farklı farklı ırkları toplamasını, kanlarını alıp sahip olduğu o büyülü nesneyle güçlendirmesini. Eğer bunu yapabilirse ona, Büyücüler Meclisi’nin alt üyelerinden biri olabileceğini söylemiştik,”
“Bence onun aklını çelen üstündeki o desenlerin bulunduğu elbisenin gücüdür,” dedi sinirle biri.
“Sonra, üstündeki bahsettiğiniz elbisedeki desenler canlanıp hayvan şeklinde parmaklıkların önünde muhafız durdular- “
“Uzatma artık, onları biliyoruz. Sen kavanozu nasıl aldın, onu söyle!”
“Bir gün onun illüzyon testlerinden geçmeye vakıf olmuş bir insan ve bir elf düştü, parmaklıkların ardına. Bir sonraki gün ise insan, boynundaki kolyeyi çıkarıp parmaklıklardan büyücüye doğru fırlatınca, bir anda nasıl olduğunu anlamadığım bir şekilde büyücünün üzerindeki elbise ortadan kayboldu. Hayvanlar yok olurken de kule çökmeye başladı. Ben de o esnada kırılmadan kavanozu alabildim,”
“Kolye neye benziyordu?”
“Çok seçemedim ama şekilli kristaller vardı,”
“Şekilli kristaller… Sence Enpheiram, bu kolye, şu batının sahibi Siyah ejderhaya hizmet eden dişi büyücü Sameria’nın aradığı olmasın. Söylentilere göre, yakın zamana kadar haber alamadığımız Chrubergine şehrindeki şu kızıl büyücü, ondan çalmıştı ya… Hani kırmızı ejderha, Allinord, ondan almasını istemiş o da bir başka büyücüye söylemiş, o alamayınca kırmızı, kendisi müdahale etmiş ama o da becerememiş ya… Anlatılanlara göre ejderha alev kusunca kolyeyi taşıyan bir anda yok olmuş…”
“Anlatılanlara inanırsan… Duyduğuma göre Chrubergine şehri hayalete dönmüş,” dedi, sesi dişi olduğunu gösteren bir diğer kara.
“Bunları boş verin, o olmuş bu olmuş, biz işimize bakalım,” dedi önceki konuşanın Enpheriam diye hitap ettiği.
“Yani Lossimo öldü öyle mi. Diğer tutsaklara, özellikle kolyeyi taşıyana ne oldu?”
“Efendim o kadarını bilmiyorum. Ben kavanozu alıp hızla kaçıp gittim,”
“Neyse…” dedikten sonra kara cübbelilerden biri, insana orada kalmasını söyleyerek ondan elindekini alıp ametistin gücünün döndüğü yere diğerleriyle beraber geri geldi.
Karalardan biri, tahtın üstündeki kadehi tekrardan aldı ve kaidenin etrafında belirledikleri alanın, kanal şeklindeki çemberin içine, bir diğeri de, kavanozun içindekini de aynı bölgenin farklı bir yerine döktü. Taşın çekim gücüyle kanlar birbirleriyle karışarak ve kötücül büyüyle yüklü rünlerin üzerinden akışa geçerek, tekrardan kaidenin etrafında çemberin içinde birleşti. Merkezine doğru kazılan kanaldan devam ederek altıgen ayaklığın tabanına ulaşıp, granite oyulan diğer işaretlerle birleşip, içlerinde dolaşıp, onların üst yüzeye temas eden uçlarından akıp, ortadaki deliğe varacak olan kanallardan geçip, yolculuğun sonunda tabiri doğruysa ametistin damarlarında gezindikten sonra, hem lanetlenmişlerin gücünün hem de iki tane tanrısal malzemenin gücüyle bezeli, karıştırılmış kan, kaidenin içine yerleştirilen taşın altındaki kavanoza damla damla döküldü. Büyücüler, hemen örtüyü, ametistin üzerine sahibinin ismini bir kez daha aynı anda söyleyerek -ad tek bir ses gibi çıkmalıydı- atıp kapattılar. İyice sarmalayıp, kaideden indirip, son olarak ta içinden, dolmuş olan kavanozu aldılar.
Karanlık büyücüler, ametistin ve kumaş parçası görünümlü tanrısal nesnelerin etkisiyle beraber, kırmızı ejderhaya has rünlerin eşliğinde, liçlerin gücünü, karıştırılmış kana yükleyerek, başlangıç olarak: bunu kullanana ölümlüleri değiştirme ya da dönüştürme becerisini vereceklerdi. Tekrar insanın yanına geldiler.
“Bu, içerisinde sıvı bulunan kavanozu, iki gün sonra Valbritma şehrinde olacak olan Lord Thalmane’nin oğlu Gillantirre’ye vereceksin. Ona bizim gönderdiğimizi ve bunu içtiği takdirde bizden istediği Çok güçlü olmak istiyorum, arzusunu gerçekleştirebileceğini söyleyeceksin. Tabii her gücün bir bedeli vardır, içtikten sonra kan arzusu duyacak. Kurbanlarından kanı alması için onları damardan - neresi olduğu fark etmez- ısırması gerek zira bu sayede açlığını giderebilir. Hayal bile edemeyeceği güçlere sahip olacağını söyle ona. Ayrıca, hizmet ettiğinin Dacassyre olduğunu da hatırlat. Çok yakında onunla görüşeceğimizi de söyle. Son olarak, burada konuşulanları ve Enpheiram ismini unut. Bu kavanozu ivedilikle götür ve canından daha fazla koru zira bunun bir damlasını bile harcarsan, seni öyle bir şeye çeviririz ki… Sen düşün…”
İnsan, son söylenenleri duyduktan sonra titreyerek, koşarak gitti.
“Böylelikle o kendini beğenmiş Thalmane dersini alacak,” diye yankılandı büyücülerin sesi salonda.
Onların bilmediği ise hem kullanılan tanrısal malzemelerin ne tür sonuçlar doğuracağını tahmin edememeleri hem de bu kan dönüşümü sayesinde, bu boyuta ait olmayan çok güçlü bir karanlık yaratığın, lanetlenmişin, ölümlüden ölümlüye taşınacak olması yoluyla kendini şekillendirebilecek, daha doğrusu ısırılınca dönüştürülecek birinin içinde, var olabilecek olması…
Cypraqual Dünyasının ifade edilen ama olup olmadıkları hakkında şüpheler olan diğer iki kıtası dahil, esas kıtası, karanlık bir çağa girmiş ve katmanlarla dolu bu boyutun ya da dünyanın yapısı kendi içlerinde çoktan değişmeye başlamıştı.
Lord Thalmane’nin oğluna mesajı iletecek olan haberci, dağın çıkışındaki mağaradan şehre doğru yol alırken, Marjuarane ve arkadaşları, dağın öbür tarafından buldukları çıkıştan etrafını dolanarak, aradıkları adamın bulunduğu şehrin kapısına doğru yaklaşıyorlardı.
Cypraqual Dünyasının kuzeyinde bulunan (Üç güçlü, devasa ejderhanın kuzey kesimi hariç kendilerine göre yönetiminde olan, varsayılan ama var olduklarının doğruluğu kanıtlanamayan diğer iki kıtasıyla güneyden bağlantısı olan) bu kıtasının doğu kesimi, üç bölgeye ayrılmıştı: birinci bölge Parcland, yol arkadaşlarının girmek için yürüdükleri şehrin civarı Moorchalt ve bir diğeri Wrendruk Denizine bakan, kıyı şeridindeki yerlerdi. Bu bölgeler ve kıtanın diğer yönlerinde, kuzey tarafı hariç, Diameld adındaki yer, devasa orman hariç çoğunluk insanlardan oluşuyordu ve tamamıyla doğu tarafı, Dacassyre’nin adamlarının yönetimindeydi. Belli yerlere konuşlandırılmış Kızıl Pençe askerleri asayişi sağlarken, Thalmane gibi Lordlar ise yönetimi sağlıyordu.
Prenses ve casus arkada ve iki insan önde ilerliyordu. Yüksek duvarlarla çevrili - doğudaki şehirlerin bir çoğunun girişi böyle idi- kentin dağ tarafından girilen ana kapılarından birisinin önlerindeydiler. Kapıdaki muhafızların gözetiminde gün ortası selam verirken buraya, şehre girdiler. Adı Lasmendia olan bu yerde giriş için her hangi bir ırk sınırlandırması yoktu ancak kötücül yaratımlar, Valbritma şehri hariç buna dahil değildi. Doğudaki komşusundan daha geniş olan bu yerde bina daha fazlaydı ve oradan çok daha güvenliydi. Valbiritma da kötü niyetli yaratıkların barınmaları ve şehirde yaşamaları kısıtlanmazken, diğer yandan burada kalmalarına izin verilmiyordu. Şimdiki bulundukları bölgede, ejderhanın kızıl pençe adındaki sadece insanlardan oluşan askeri takımının karargahlarından birisinin olması, burada güvenliğin olduğunu gösteriyordu sanki.
Dörtlü, kapıdan geçip şehirde dolaşmaya başlarken onları, özellikle Waclonne’u girerken gören muhafızlardan biri hareketlenip, sanki çok acil haber vermek istercesine atına atlayıp, şehrin sokaklarında karargaha bağlı noktalardan birine doğru ilerlerken, yol arkadaşları birkaç tane sokak öylece etrafta dolanarak vakit harcadıktan sonra bir kenara çöküvermişlerdi. Çok yorgundular ve kendilerini bir duvarın sırtına dayadılar. Şehir sakinleri hayat telaşında oradan oraya savruluyorken muhafız, atıyla hızla yaklaşıyordu birkaç birliğin konuşlandırıldığı noktaya. Haberci, köprüden geçerken diğerleri de ayağa kalkmış, hiç bilmedikleri bu yerde, daha önce görmedikleri birini arama çabalarına devam ediyorlardı. En nihayetinde aradıkları hakkında bilgi alabilecekleri bir yer olarak düşündükleri hanı buldular. Onlar binaya girerken, muhafız atından iniyordu. Ön kapıda bulunan askere selam vererek içeri girdi nefes nefese. “Komutan Talstan, Komutan Talstan,” diye bağıra bağıra ilerliyordu. Tam kapıyı açıp çığlık attığı kişinin bulunduğu yere girecekken, dörtlü, hanın sahibi ile konuşuyordu.
“Biz, topraktan ev eşyaları yapıp satan birini arıyoruz,” dedi Laphlan, cüce hancıya.
Cüce, kesif homurtusu eşliğinde gözleriyle masaları tarayarak ve bir noktada bakışlarını durdurarak, boş bir bardağı alıp sabitlediği yere fırlattı. Laphlan, atılan tarafa dönerek hayran bakışlarla bardağın isabet ettiği noktaya baktı. Masada oturanlardan biri kağıt oynadığı arkadaşlarına hile yapmak üzereydi. Ardından uzun sakallı cüce onlara sıkkınlıkla dönerek:
“Bu şehirde o işi yapan çok kişi var. El becerileri yüksek olanların yaşadığı yerdesiniz. Daha açık bilgi var mı?”
“Aradığımız kişinin yeri buralarda ismi bilenen diye duyduğumuz Faikan adındaki birinin bulunduğu evin oralardaymış,”
“Tam olarak emin olmamakla birlikte orası şehrin doğusuna düşen uzak noktalardan birinde. Oraya gitmeniz için size binekler lazım. İsterseniz size atları bulabileceğiniz yeri söyleyebilirim,” dedi hancı ve onların görmediğini düşündüğü bakışlarla köşedeki masalardan birinde bulunan insana işaret etti.
“Peki, bulabileceğimiz yer nerede. Önerdiğinize göre eminim ki bizi yönlendirebilirsiniz,” dedi Laphlan iğnelemeyle.
Cüce bu tavrı fark ettiyse de umursamadı. Onun işaret ettiği, çoktan kapıdan çıkıp gitmişti. Onlara, karşılarındaki sokağa girmelerini ve sonundaki evin kapısını çalmalarına söyledi.
Dörtlü, handan çıkarken öte yandan muhafızın haberiyle kontrol noktasından ayrılan küçük bir askeri birlik ve iki tane zırhlı elf, şehirde, onları aramak için hareketlenmişti. Elflerin Doğusunun Kralı Wairacas, kızı Aslarante kaçtıktan sonra peşlerine, ikisi elf ve ikisi de halkı tarafından fark edilmemesi için elf kılığında iki insan takmıştı. Waclonne’nun ormandayken prensesle konuşurken bahsettiği kralın adamlarından olan iki elf burada, diğer ikisi ise Valbritma şehrinin güneyine düşen, liman bölgesindelerdi. Bir yerden sonra bu dörtlü iki elf ve iki insan olarak ayrılarak devam etmişlerdi arayışlarına. İnsanlar, Moorchalt bölgesinin bir çok yerine gitmiş peşlerindekine dair iz bulamamışlardı. Şehirlerdeki kapı muhafızlarına aradıklarının eşgalleri verilmişti. Bir diğer taraftan onlar da araştırmayı sürdürüyordu. Elfler ne kadar iyi iz sürücüler olsa da aradıkları prenses ve casus da onlar kadar iz bırakmama konusunda başarılılardı, yanındakilerden ismi Laphlan olanı dışında. Bu yüzden takipçi elfler ve iki insan, ikisinin uğrayabileceklerini tahmin ettikleri doğudaki noktalara haber salmış, eğer görülürlerse kendilerine bildirilmesini istemişlerdi. Dokuz kişiden oluşan grup, yol arkadaşları dört tane at satın alırken, onlar, hancıdan aldıkları bilgilerle eve doğru hareketlenmişti.
Marjuarane ve arkadaşları, çoktan sokaklarda at koşturmaya başlamıştı bile. İki elf ve kontrol noktasının sorumlusu atlı, diğer altı kişi ise yaya olarak peşlerine takılırken, komutanları onlara emirlerini vermişti.
Yol arkadaşlarına atları satan kırklı yaşlarındaki insan, bu şehirle alakalı kısa ama önemli olduğunu düşündüğü bilgiler sunmuştu. Aradıkları topraktan ev eşyaları yapan adamın ve benzer el işleri ile alakalı olanlarının daha fazla olduğu grubun, şehrin ikinci kısmında bulunduğunu söylemişti. Burayı ayıran en önemli noktanın terk edilmiş bir kaleden ibaret olduğunu ifade etmiş, şu an için kentin birinci kısmında olduklarını, ikinci kısma geçmeleri için sokaklarda doğuya doğru ilerledikçe önlerine geniş bir alan çıkacağını ve onun kuzey doğu doğrultusunda gittiklerinde, kenarda kalan çiftlikler ve tarlalara ulaşacaklarını, o yolda düz devam ettikçe bir nehirle karşılaşacaklarını, ardından da onun üzerindeki köprüyü geçtikten sonra terk edilmiş, harabe halindeki, orta büyüklükte bir kaleyi göreceklerini anlatmıştı.
Gidiş güzergahının nasıl olduğu ile alakalı konuşmalar dörtlü arasında atlar üzerinde, kendilerini bir ağızdan bir diğerine sevilmek için bir kucaktan bir diğerine gidip gelen çocuk misali atarken, onların peşindeki iki elf ve diğerlerini, casus fark etmişti. Takip edenleri görür görmez arkadaşlarına ve prensese işaret ederek atları daha da hızlandırdılar. Şehrin birinci kısmındaki sokaklarının bir çoğu o kadar dardı ki onlar tozu dumana katıp etrafta döndürürken ayrılmak zorunda kaldılar. Laphlan ve Marjuarane bir tarafa, öte yandan Ashlarante ve Waclonne diğer tarafa gitti. Birbirlerinden koparken nehrin üstündeki köprünün başında buluşacaklarına dair anlaştılar. Wairacas’ın adamları olan iki elf, bulmak istediklerinin peşlerine düşerken yanlarındaki insan ise diğer ikilinin ardına takıldı. Sokaklar arasında kovalamaca sürerken vakit akşamın ilk noktalarına öpücük kondurmak için yaklaşıyordu.
Konuştukları alanı ilk bulan Marjuarane ile Laphlandı. Ardındaki kızıl pençe askerine ise dört atlı daha katılmıştı. Hızla alandan ayrılıp kuzey doğuya yönelip, çiftliklere doğru giderken peşlerindeki atlılar çok yaklaşmıştı. Bir kaç tane çiftlikte bağlı halde bulunan oldukça yapılı ve sivri dişli köpekler, atlıları görünce havlamaya başladı ve tarlalarda koşan nalları fark etti sahipleri. Ancak Kızıl Pençe işin içinde olduğu için pek bir itiraz da bulunamadılar. Köpeklerin asap bozan havlama seslerine atların toynakları karışırken mısır tarlalarına giren atlılar, onları ezmesine rağmen çiftlik sahipleri müdahale etmekte çekiniyorlardı. Beş atlı, öndekileri yakalamış ve onları bineklerinin üstlerinden düşürmüştü. Marjuarane ve Laphlan, mısır tarlarının içinde koşmaya devam ederken peşlerindekiler onlara ulaştı. İkisiyle Laphlan ve üçüyle de Marjuarane kılıç kılıca mücadele ediyordu. Deneyimli batılı savaşçı çok zorlanmadan askerleri alaşağı etti ve arkadaşına da yardım ederek diğer ikisini de halletti. Laphlan’ın koluna bir kılıç darbesi gelmiş ama çok da zarar vermemişti. İkili, koşa koşa köprüyü buldu. Biraz bekledikten sonra casus ve prenses, onları takip edenlerle uzakta göründü.
“İkimizin atları kaçtı. Şimdi elfler buraya geldiğinde onlarınkine atlayıp köprüden nehri geçeceğiz,”
“Tamam,” dedi Laphlan hiç tereddüt etmeden.
Elfler yanlarına geldiğinde Marjuarane ve Laphlan, onlara işaret edip arkalarına atladılar. Köprüden geçerken iki elf ve onlara katılan yeni askerler peşlerindeydi. Köprünün sonuna geldiklerinde, sol taraftaki içi geçmiş bir insanın bedeni değil de zamanından önce yaşlanmış ruhu misali kanatları çökmüş, üzerindeki kirlenmişlikten, yılların verdiği yıpranmayla ve hırpalanmayla çürümüşlükten ayakta kalamamış, virane kalenin döküntü kapısını fark ettiler. Sağ taraflarına baktıkları zaman ise on beş kişilik bir grubun ellerinde meşalelerle onlara doğru yöneldiğini gördüler. Hiç vakit kaybetmeden Kale’nin kapısının olabileceği yerden, tabanda, uzun süreden beri terk edilmişliğin acısından kıvranan parçalarına, üzerinden geçenler pis ayakkabılarıyla hiç umursamadan basarak geçtiler. Peşlerindekiler birleşti ve onlar da kaleye girerken, çürük parçaların yakarışlarına aldırmadan ezip, içe doğru ilerlediler. Halbuki buralardan çapulcular hariç, ne kahramanlar yürümüştü.
Harabe görümündeki bu kalenin köşelerinde, yerden yüksekliklerinin farklı olduğu, şu an yıkık ve kırık taşlara ev sahipliği yapan beş tane kuleden oluşmuş, yüksek surlarla çevriliydi. Kapının yanındaki sağ ve soldaki iki kulenin bağlantı duvarlarında delikler vardı. Soldakinde, orta noktasının geniş açıklıkta tepesinden başlayıp tabana doğru daralan biri görünürken, sağdakinde ise surların farklı farklı dış çeperlerinde, kimileri geniş kimileri dar, küçük ya da büyük irili ufaklı boşluklar bulunuyordu. Şu an Marjuarane ve arkadaşlarının olduğu avlunun iç surlara yakın yan taraflarında, iki küçük, yapı taşları çoğunlukla örselenip yere düşmüş, artık ne olduğunu umursamayan insanlar misali diğer taşlarla beraber, kendilerini koy vermiş kapılarından kalıntı bile kalmamış geçitlerin olduğu yer iken, içe doğru kat edilen yolun ki yanlardaki duvarlardaki gedikli boşluklardan görünen tarafı aşağıya giden zindanlara götürüyordu. Omuzları çökmüş, kıyafeti delik deşik olmuş, kolu kanadı kırılmış surlardan, kalenin tabanına inen taş ve benzeri malzemelerden yapılmış dayanakları misali, yer yer hırpalanıp, terk edilmişliğin betimsiz acısını yıllarca çekip basamakları kırılmış merdivenler ise uzun zaman sonra gelen misafirlerine adeta Hoş geldiniz, diyordu. Virane kalenin ortasında ise aynı yükseklikte olması düşünülen ancak, şu an akşam karanlığı çökse de yıkılmışlıklarından bedbaht üç tane kulenin, öndeki surlara göre nispeten daha az yıpranmış dayanaklarına bel bağlasa da ana bina, eski görkemli hallerinden, aynada gördüğü şaşalı günlerindeki pürüzsüz yüzünden eser kalmamış, kırış kırış olmuştu bedeni. Onunda kapısı, makus talihine boyun eğmişti.
Yol arkadaşları kalenin içerisinde kendilerine pozisyon alabilecekleri noktalar buldular. Yapının içinde belirgin bir loşluğun bünyesinde Marjuarane, öncelikle Mia rander dedikten sonra, vaşak için Puchander ve bir kez daha aynı iki kelimeyle başlayıp puma için ise Valadius dedi. İki büyülü yaratık, kalenin içerinde Marjuarane’nin elbisesinden çıkıp maddeleşti. Yol arkadaşları saklanmıştı. Savaşçı, kılıcındaki kaplan deseni için gereken ismi yani Animres diye telaffuz ederken kabzadaki o kısım, alev rengine büründü biraz, seslendirme bittikten sonra, orası eski haline döndü. Kılıcı, her darbesinde alev saçacaktı. Yaklaşık otuz kişi binaya tamamıyla girdi. İki elf ve diğerleri, önce kalenin avlusunda toplaştılar ve kaçakları aramaya başladılar. Marjuarane, kılıcını hazırlamış saldırabileceği anı beklerken hayvanlar, onun direktifleri doğrultusunda şu an için karanlık köşelerde dolanıyordu. Waclonne kılıcını, prenses yayını ve Laphlan da, mısır tarlasında hallettikleri askerlerden birinden aldığı palayı hazır tutuyordu. Yol arkadaşları farklı farklı noktalara dağılmış bekleme durumunda fazla kalmazken bir süre sonra da askerler, aniden ortaya çıkan vaşak ve pumayı gördüklerinde neye uğradıklarını şaşırdılar. Hiç vakit kaybetmeden nerede olurlarsa olsun kapının olduğu yere ilerleyerek tabana kuvvet sıvıştılar. Yerdeki içi geçmiş taşlar onlar tüyerken Vay korkaklar vay! Ne günlere kaldık arkadaşlar! Nerede o ihtişamlı, gözü pek askerler! diye homurdanıyordu adeta. Marjuarane ve diğerleri de piyasaya çıkmış kalanlarla mücadele etmeye başlamıştı. Hayvanlar parçalarken savaşçı ve casus, iki elf ile kılıç kılıca mücadeleydi. Prenses, zehirli oklarıyla bir bir avlarken Laphlan da karanlık köşeler hariç diğerlerinin onu görebilecekleri kısımlarda, daha farklı mücadele ediyordu. Kuytularda bir çiftçiden beklenmeyecek atiklikle palasını kullanıyor ve düşmanlarının işini bitiriyordu. Savaşçı, ateş saçan kılıcıyla kısa zamanda elfi halletti. Diğeri, casusu köşeye sıkıştırmış tam kolunu koparacakken, kılıcını havaya kaldırmış zor durumdaki rakibini halledecekken Prenses Ashlarante, onun silah tutan elini saldığı okla vurmasına rağmen hala kolu inmiş değildi. Marjuarane, müdahale etmek zorunda kaldı. Ben halledebilirim, işaretlerine rağmen elfin, savaşçı onun rakibinin de işini bitirdi.
Hayvanlar tekrar elbiseye döndüler ve yol arkadaşları -kısa sürede olsa kendisini gelenlerle hiç olmazsa senelerce yalnız kalmaktan kurtulup bir nebze mutluluğu yaşayan az da olsa hatırlanan bakım evlerindeki kalanlar misali- kaleden çıkıp şehrin ikinci kısmına adım attılar.
Akşamın geceye yakın vakitleri bu şehre uğrarken dörtlü, savaşmanın yorgunluğuyla yavaş adımlarla yürüyordu. Prenses ve casus rahatlamış bir şekilde ilerliyordu zira peşlerinde oldukları, düşündükleri elfler ölmüştü.
“Bu mücadelenin haberinin duyulmasının pek zaman alacağını sanmıyorum. Bir an önce kapalı bir yer bulup sabahı orada karşılamamız lazım ve aradığımız kişiyi de daha sonra araştırmamız gerek,” dedi Marjuarane arkadaşlarına.
“Haklısın dostum. Hadi bir han bulalım!”
Şehrin bu bölümündeki bina sayısı daha azdı. Sokaklar daha geniş ama birinci bölüme göre alan olarak daha küçüktü. Sabah olunca tekrar yola çıktılar. Dolaşırken sabahın ilk vakitlerinde, devriye atan askerleri yürüdükleri yolun köşesinde bulunan kütüphanenin kapısının önünden geçerken gördüler. Kızıl Pençe askerleri onlara dikkat etmeden yanlarından geçip gitti. Diğerleri şaşkınlıkla hızla yürürken bir anda geri dönüp peşlerine düştüler. Yol arkadaşları, hızla oradan oraya kaçarak sergilerini yere sermiş olanların daha çok olduğu küçük Pazar yerini buldular. Dükkanın birinin ön tarafında çömlek yapılan eşyalar konulmuştu. Nefes nefese oraya girdiler. Dükkan sahibi paldır küldür gelenleri görünce, “Ne Oluyor,” diye bağırdı. Laphlan hiç vakit kaybetmeden ‘Bizi Zandarel gönderdi,’ dedi hızlı hızlı nefes alışlarla. Dükkan sahibi ismi duyduktan sonra hemen kapıya giderek, etrafı kolaçan ederken askerleri buldu gözleri. Geriye doğru dönerek onları merdivenlerden aşağıya gönderdi ve “Burada bekleyin!” diye komut verdi.
Askerler, çömlekçinin kapısını vurdu ve açılmasıyla içeri girdi. “İki elf ve iki insan arıyoruz!” dedi biri, hiç vakit kaybetmeden hırıltılı hırıltılı.
“Ben çömlekçiyim ne işim olur sabah sabah aradıklarınızla. Zaten şehrin bu kısmında kaç tane elf yaşıyor ki ikisi bana gelsin. Görmedim!” dedi sıkkınlıkla.
“Bana bak çömlekçi; eğer bize yalan söylüyorsan, bunun sonuçlarına katlanırsın!” diye kabadayılandı asker.
Ellili yaşlarına merdiven dayamış ama saçlarına ak düşmemiş, gözleri kahve olanın bakışları askerlere baktıkça sertleşmeye başlıyordu. Korkusuz bir şekle dönüşen siması, gelenlere yaklaştıktan sonra, karşısındakiler engel olmadıkları bir endişe içerisinde geri çekildiler. Dükkan sahibinin gözleri, öfkeyle, kahveden daha farklı bir renge dönüyordu, sanki kendilerine bakarken. Askerler arkalarına bile bakmadan kaçıp gittiler. Adam, yüzündeki korkutucu maskeyi silip yeni bir yüzle aşağıya doğru indi. Yol arkadaşlarının yanlarına gelirken Ashlarante bir anda ürperdi “Sanırım açık kapıdan gelen soğuktan,” diye düşündü ve bunu kendine sakladı. O bir prensesti ve güçlü görünmeliydi.
“Ne oldu yukarıda. Bir gürültü duyduk da,”
“Peşinizde olanlar sizi aramaya gelmiş ama ben burada olmadığınızı söyledim ve onlar da gittiler. Gürültü onların ayak sesleridir,”
“Peşimizde birilerinin olduğunu nereden çıkardınız?”
“Hadi ama yemeyin beni şimdi. İçeriye nasıl girdiğinizi gördüm. Neyse, gittiler onlar. Zandarel, sizi, niye bana gönderdi?”
Laphlan cebinden, üzerinde Z, harfi bulunan küçük bir odun parçası çıkardı ve adama uzatarak, “Bunu size vermemi söyledi,” dedi.
Hüzünle onun elinden aldı ve: “Ne istiyorsunuz?” diye sanki gözleri, duvarda açılan bir geçitten çok uzaklardaki bir şehre bakar gibi dalgınlaşmıştı, soruyu sorarken.
“Bana verdiğini, kendisi getirecekmiş ama annesi hastalanmış ve gelememiş. Ben de ondan yardım almak için gittiğimde bana verdi. Hem de sizin bana güvenebilmeniz için gerçeği söylediğim anlamında bir işaret olacağını söyledi,”
“Ne için yardım?” dedi gözlerindeki yoğunlaşmış hüzünle.
Dükkan sahibi ve Laphlan konuşuyor, diğerleri dinliyordu. Kalanlar, odun parçasını görünce şüpheyle birbirlerine baktılar ve buradan çıktıktan sonra onunla neden sakladığı hakkında konuşacaklardı.
“Biz, Dacassyre’nin inlerinden birini arıyoruz, özellikle kendisinin sıkça bulunduğu olanından. Onun adamlarından Thalmane’nin oğlunun grubu benim kardeşimi kaçırdı. Yanımdaki üç kişi ile onu kurtarmak için inin nerede olduğunu bulmamız gerek. Sizin bilgi vereceğinizi söyledi,”
Adam bahsedilen üçlüye, şöyle bir göz gezdirdikten sonra:
“Ben daha önce bulundum inlerinden birinde ama gözlerimi kapatmışlardı. Beli bir yere kadar gözlerim açık gittikten sonra her taraf karanlık olmuştu. Ama orada tanıştığım iki kişiden biri inin nerde olduğunu ve nasıl gidildiğini bildiğini söylemişti yanındakine,”
“Onların gözü kapalı değil miydi?”
“Öyleydi ama söylediğine göre yetenekleri varmış, yolu bulma ve tanıma konusunda. Ben sizi ona yönlendireceğim zira tarif edemem,”
“Ama beni gönderen- “
“Hıh! O, her şeyi bildiğimi sanır ve de abartır,”
Savaşçı, canı sıkkın bir şekilde: “Buraya boşuna mı geldik,” dedi. İki elfte bir hareket yoktu. Laphlan ise umudunu kaybetmemiş bir şekilde Marjuarane’e dönerek: “Daha bitmedi,” der gibiydi.
“Peki, bu yetenekli kişiyi nasıl bulabiliriz?”
“Bu şehrin komşusu olan Valbritma adındaki yerde bir demirci dükkanında çalışıyor. En son konuştuğumuzda öyle demişti. Burası, şimdiki bulunduğunuz şehir kadar büyük değil ama çok tehlikeli. Doğudaki göreceğiniz en berbat bölge. Eğer gidecekseniz ana kapıdan zarar görmeden girmeniz çok zor. Zira yabancılar, şehre yeni gelenler, nedense hemen fark edilebiliyormuş. Duyduğuma göre bazılarının gözcüleri dolanıyormuş etrafta,”
“Yani…”
“Bana verdiğin şu odun parçasını sana geri vereceğim. Şehre girmeden bir koru var. Oradaki ağacın birinde aynen bunun üzerindeki gibi bir iz var.
O ağacı bulup bu izleri birbirine dokundurduğunuzda, içine açılan bir kapının anahtarını bulacaksınız…” Sonrasını onlara anlatırken iki elfte gülümsüyordu. Zira söyledikleri daha fazla macera sunuyordu önlerine.
Yol arkadaşları, arka kapıdan çıkarken dükkan sahibi Laphlan’a, umarın kardeşini bulursun, diye umut verici bir bakış attı ya da diğerleri öyle görmüştü.