Taşların Gölgesinde: Onikinci Bölüm

“Büyücünün kulesinin yıkılmasından sonra oradan kıl payı kurtulmuştuk. Ardından, cücenin bize verdiği haritaya göre hareket ederek Laphlan ile buluşacağımız Undewald adındaki bu şehirdeki küçük ormana geldik. Sen, yorgunluktan dolayı bir ağaca dayanıp uykuya dalarken ben kamp ateşi yakmak için kullanılacak birkaç şey bulmaya gitmiştim. Sonrasında bu durumdayız,” dedi Waclonne, anlattıklarını sonlandırarak.

Öte yandan Marjuarane, onu tanımadığına ve yanındakinin anlattıklarını yaşamadığına dair görüntüsünü, sohbet boyunca kendisine yansıtmamak için -tek başına bu görevi yapamam bir şekilde bulmuşken kaybetmek istemiyorum amacıyla- bir nevi rol kesmişti. Yine de bir taraftan (fayda sağlayabilir ve ileride kullanılabilir mantığıyla) elfin söylediklerinin üzerinden defalarca geçiyor, diğer taraftan, (acaba mı?) şüphesiyle düşünceleriyle, kafasında unuttuğum her hangi bir yerde, kuytu kısımlarda belki de yaşadım da hatırlamamak adına buralara mı postaladım, şeklinde tekrarlıyor ama bu anlatılanları kendisinin yaşadığına dair herhangi bir belirti bulamıyordu. Hafızasındaki kazanı karıştırıyordu ve düşüncelerini zorlayıp yeniden karıştırmaya devam ettikçe, her çabalayışında yeni bilinmezlere beynindekilerini sunuyordu adeta. Arkadaşlarını ağır yaralı olarak bırakmak zorunda kalmıştı, şayet ejderha çıkmasaydı karşısına. Kayıp tanrılar adına, umarım yaşıyorsunuzdur. Oradan çok uzaktayım, maalesef ki geriye dönemem, diye düşünmüştü üzgünce. Hem ne ölmesinden bahsediyordu bu elf. Ne Arcwund kasabasını ne orada olanları, ne cüceyi, ne insanı, ne de büyücüyü hatırlıyordu. En çok hafızasında kendine yer edinen, elf kızının ağacının onu boğmasına ramak kalmasıydı. Sonrasında ise sırtında başka bir ağacın temasıyla uyanmış, önünde iki kiandor cesedi ve karşısında daha önce hiç görmediği bir elf ve onun anlattıkları… Bir kez daha kafasında bu düşündüklerini muhakeme ettikten sonra bu durumu daha fazla irdelememeye karar verdi zira onun için önemli olan, Dacassyre’nin o değerli yeşil ziynetini almaktı. Sonrasında, işin aslını tamamıyla öğrenecekti. Ama öncelikle şu taşı almalıydı.

“Sanırım, kuleden kaçarken farkında olmadan bir taş falan çarpmış olmalı kafama… Haklısın, o kaçık büyücünün elinden nasıl kurtulduğumuzu sen anlatınca daha da hatırladım… Ne zaman gelecekti beklediğimiz misafirimiz. Bir an önce şu ini bulmak istiyorum,” dedi basitçe.

“Sevindim o geçici de olsa beni ve yaşadıklarımızı hatırlamama durumundan kurtulmana. Bu arada o taşıdığın kolyeye dikkat et. İkimiz ve onun sayesinde diğer tutsaklarda kaçtık ama… Tanrılara ait bir malzemenin daha neler yapabileceğini kim bilebilir. Bir de şu anda üstünde görünmeyen ama var olan kumaş parçası görünümlü zırh var tabii,”

“Haklısın kolyeme ve diğerine de dikkat etmeliyim. Ne zaman gelecek-“ diye devam edecekti ki sözlerine savaşçı, elf onu, “Sus!” diye parmağıyla uyardı. Sessizce yerinden kalkarak, arkalarında bulunan çalılıklara hızlı bir şekilde giderek, az önce duyduğu çıtırtının sebebini buldu. Yanında, kapişonlu biri vardı. Üstünde koyu gri renkte, uzunluğu dizlerine kalan gelen kumaşında herhangi bir ayrıntı olmayan sade, kalın ceketli, ilk bakışta herhangi bir yırtık ve söküğü olmayan, koyu renk pantolonuyla ve de botlarıyla kafasında şapkası olan biriydi. Onunla ve elf, Marjuarane’nin yanına geldi.

“Bakalım bizi dikizleyen kimmiş?” dedikten sonra Waclonne, kapüşonu indirdi ve şaşkınlıkla geriye doğru düştü.

“Senin burada ne işin var?”

“Ben bir prensesim, nereye istersem oraya giderim,” dedi yakaladığı sinirle ve ona değil aksine, savaşçıya dik dik baktı. Marjuarane, onun bakışlarından rahatsız olmuş bir şekilde arkadaşına ne oluyor, diye işaret etti.

“Tek başına burada ne yapıyorsun. Hem bu üstündeki bir prensese göre olmayan ağır ve basit kıyafetlerle, krallıktan bu kadar uzakta ne işin var? Yoksa bizi takip mi ediyordun? Senin beni sürgün eden babanın yanında ve Ecnarte denen o elfle… Neyse…” dedi Waclonne, hem kızgın hem de sonuna doğru üzgündü konuşurken.

“Sizi takip etmemi sağlayan yanındaki insan. Ne yap- “

“Hey! Orda dur bakalım. Ben seni daha önce hiç görmedim, dolayısıyla da seni tanımıyorum. Hem benim bir elf prensesiyle ne işim olur, ” dedi hızlıca ama pişman oldu söylediklerine zira edindiği faydacı mantık yolundan sapmıştı savaşçı. Bunu telafi etmek zorundaydı.

Waclonne da şaşkındı, prensesin söylediklerinden sonra. Konuşamadan ikisini takip eden müdahale etti.

“Nasıl ya… Sen beni nasıl hatırlamazsın. Akşam vakti, *yanındaki, ormandaki keçi yoluna girmiş ve peşindeki iki elften kaçarken kenardaki çalıların arkasından onları izliyordun. Ben seni yakaladım, bunlar iki kiandorla dövüşürken. Sen bana hiç duraksamadan sanki peşinden birileri koşarmışçasına kim olduğunu ve yardım edecek birine ihtiyacın olduğunu söylemiştin. Ben de iki elfin kovaladığı kişiyi o ikisinden kurtar, bunun altında kalmaz, sana yardım eder demiştim. Ve seninle, benim sizi takip etmem için bana kırıntılar bırakacağına dair anlaşmıştık ama sen, yanındaki (incinmiş vurguyla) ile beraber, nehirdeki taşların üzerinden geçerken bir anda kayboldunuz. Orada bir iki gün sizi ararken daha önce aynı yerden geçmeme rağmen görmediğim bir kulenin yıkıntılarından kaçarken fark ettim ikinizi ve diğer kaçan bir kaç tuhaf yaratığı. Nereye gittiniz anlayamadım,”

Bu duyduklarından sonra her ikisi de şaşkındı. Marjuarane’nin kafasında bilinmezler çoğalıyordu. Daha önce hiç görmediği bir elf daha çıkmıştı ortaya ve diğeri gibi onu tanıdığını, kendisiyle konuştuğunu ve anlaşma yaptığını bile söylüyordu. Savaşçı ne olursa olsun, yaşamadıkları bile olsa ne için burada olduğunu bir kez daha hatırlattı kendine. Önceki söylediğinin aksi yönünde:
“Ah! Yine aynı geçici sıkıntı. Doğru, seninle anlaşmıştık. Ben, tam olarak ikinizin arasında ne olduğundan emin değilim ama dediğin gibi prenses, Waclonne, bana yardım edeceğine dair söz verdi. Kaybolmaya gelirsek: ikimiz söz ettiğin taşlarda yürürken bir şelale gördük, yorgunduk ve arkasında fark ettiğimiz mağarada dinlenebileceğimizi düşündük. Tabii, bu bir tuzakmış büyücünün elinden çıkan. Sen böyle bir şelaleyi görmemişsin çünkü yoktu sadece bizi yakalamak için büyücünün kullandığı bir ilüzyondu. Sonrasında görünmeyen kulesinden zor da olsa kurtulduk. Ve buradayız. Sanırım Waclonne’a da söylediğim gibi, kaçarken farkında olmadan kafama ufak darbe aldım, ondan dolayı da gelip gitmelerle, seni tanımadığımı söylemiş olabilirim. Umarım bir daha bu durumu yaşamam, üzgünüm.” dedi savaşçı, elfin anlattıklarından aklında kalanları (güçlü dinleme ve anlama kabiliyetine minnet duyarak) ifade etmişti ancak söylediklerinin bir kelimesine bile kendisi inanmıyordu.

Casus, savaşçının geçici sıkıntı durumuna ilkinde olduğu gibi çok da kafa yormasa da ikisi arasındaki antlaşmaya ve de prensesin yanındaki ifadesine bozulmuştu ama onlara, buna dair herhangi bir görünüş yüzünden yansıtmadı. Evet, karakteri gereği ve macera için savaşçıya yardım edecekti ama:
“Tamam, şöyle oldu, böyle oldu, anladım da prensesim, bizi niye takip ettiğini açıklamıyor bunlar. Hem baban nasıl oldu da gitmene izin verdi?”

Prenseste, Marjuarane’nin açıklamasını çok da önemsemeden, (amacı onları bulmaktı) mantığının sonucuyla, elfe hitaben:
“O izin vermedi ki ben habersizce kaçtım. Bana, niye böyle davranıyorsun. Ben senin sürgün yemeni ister miydim. Benim, Ecnarte gibi birini sevmediğimi ve senden başkasını… Babam, ikimizi öğrendi ve hiçbir şekilde bunu onaylamadı ve benim, senin de bildiğin gibi o yılışık ve kraliyet mensuplarına ve de kendisine devamlı yaltaklanan asilzadeyle evlenmemi istiyordu ama ben seni sevdiğim için bunu istemiyordum. Babama karşı çıktım, lakin beni, seni kullanarak zorladı. Bana dedi ki: “Eğer Ecnarte ile evlenirsen casus sevgilini krallıktan sürgün ederim ve ölümden kurtulur ama aksini yaparsan onu zindana atarım ve orada aniden canını veriverir,” Ona dedim ki kızgınlıkla: ‘Waclonne, senin için bu kadar değersiz mi. Krallıktaki en iyisi o. Nasıl bir anda paçavra gibi benim yüzünden onu atarsın. Bunu yapamazsın baba!” Bana güldü ve: “Hah! Ben bir kralım, ne istersen onu yaparım! Her zaman casus bulurum ve en iyisi yaparım! Sen, benim için her şeyden önemlisin. Senin mutlu olmanı istiyorum. O yüzden canım kızım dediğimi yapacak ve Ecnarte ile evlenmeyi kabul edecek ve ben de sözümü tutup casusu sürgün edeceğim, bir daha krallığıma ayak basamayacak. Bu da son sözümdür sana.” Ne kadar çabalasam da daha fazlasını elde edemedim. Biraz daha üsteleseydim sen burada olmazdın şimdi. Bundan dolayı sürgün oldun. Seni niye takip ettiğimi de biliyorsun.” dedi, yüzü, konuştukça ne kadar farklı denizlerin dalgalarından da gelse duyguları hep aynı sahile vuruyordu.

Marjuarane açısından bu konuşulanların önemi yoktu. Kafasındaki oradan oraya kartopu misali savrulan düşünceleriyle haşır neşirdi. Casus ise prensesi sonuna kadar dinlemiş, bir süre sessizce ve dalgınca etrafa bakmıştı.

“Yani, benim için kaçtın. O pislikle evlenmeyeceksin öyle mi. Baban deliye dönmüştür ve seni bulmaları için kesinlikle birilerini takmıştır ardına ki bunlar eminim gizli işleri benim gibi halledenlerden. Benden ayrı olarak her türlü yolu kullanarak tabii. Peşindekiler, eninde sonunda seni dolayısıyla beni bulacaktır. Onlar iyi iz sürücüdür. Düşünüyorum da şimdiye kadar seni nasıl bulamamışlar anlamış değilim,”

“Babamın gizli işlerini yapanlar m? Onlar da kim? Herhalde süslü ve gösterişli kıyafetlerle kaçacağımı düşünmüyorsun ve de kendimi saklı tutmayacağımı. Sanki beni tanımıyorsun gibi, balo kızı mıyım ben!"

“Sonuçta Wairacas bir kral, diğer kanadınki gibi. Bahsettiklerim dört kişi. Kimse sütten çıkmış ak kaşık değil yani baban da öyle. Dacassyre’nin ‘Kızıl Göz’ adındaki grubuna mensup adamlarla işbirliği içinde olanlar bu söz ettiğim dört kişi ve baban da diğer kanadınki de buna dahil. İki kanadın kralı da ejderha ile anlaşma halinde olmak zorunda yoksa tahtta oturamazlar. Beni anladın mı! Diğer yandan haklısın, senin batıya, kendi başına, yolda başına gelebilecek türlü tehlikeleri göze alarak gittiğini unutmuştum,"

“Yani anlattığına göre, bizi asıl yönetenler elfler değil ejderha ve adamları öyle mi? Peki, ben sarayda olmama rağmen hiç ejderhanın adamını görmedim. Sonuçta onlar elf değil, haklı mıyım? Ayrıca da yalnız başıma oraya gittiğimi de nereden çıkardın, korumaları pas geçtin sanırım,”

“Görmemen doğal, ayrıca kralın kızı olsan da politikayla alakadar değilsin. Bahsettiklerim babanın danışmanları gibi değil zira iki tür o görevde adamları var; bilinenler ve de ‘görünmeyenler’. Sana anlattıklarımı bilen çok az kişi var. İçinde elf olanlar da var, insan, cüce daha farklı ırklardan olanlar da var. Elf görünümünde ejderhanın adamı olan babanın yanında olanlar da var. Neyse, artık sözde krallık beni ilgilendirmiyor,”

“Bu nasıl olur. Babam nasıl böyle davranır. Halkına bunu nasıl yapa- “

“Aranızdaki yoğun sohbete girmek istemem ama karşıdan bize doğru biri geliyor.” dedi, işaret ederek Marjuarane.

Diğer ikisi, geleni gördükten sonra sustu. Kışın kendini gösterdiği bu günlerde hava soğuktu, titretecek kadar olmasa da. Üstünde, kendisine doğru dikkat kesilenler gibi koyu renk ve de kalın elbiseli giyimli Laphlan, konuştukları vakitte söylediği yere gelmişti. Prenses Ashlarente’yi gördü. Geleni, elfin anlattıklarından bilse de daha önce görmeyen savaşçı, yine de onu tanıyan casusa Bu kim?, diye sorarcasına bakış atmadan edemedi. Dikkati, üstünde kıyafetlerden hiç de prenses gibi görünmeyen de olduğu için Laphlan, Marjuarane’nin şüpheli bakışlarını fark etmedi. Öte taraftan Ashlarante:
“Ben, Doğu ve Batı kanadı olarak ikiye ayrılmış elf krallığı Diameld’in doğusunun prensesiyim,”

“Vay be… Daha önce bir elf prensesi görmeye vakıf olamamıştım. Hadi be… Bir prenses, hem de elf… Şaka yapmayı bırakın, bu kapüşonlu hanım efendi kim?” dedi gülerek Laphlan.

“Doğru söylüyor. O, bir elf prensesi. Bizimle beraber. Senin gelip gelmeyeceğine dair içimizde şüphe yok değildi ama burada olarak sen bunu çürüttün. Bize neler anlatacaksın?” dedi düz bir şekilde Waclonne, gelenin prenses konusundaki düşündüklerinin üzerinde pek durmayarak.

“Beni affedin. Hiç beklemiyordum böyle bir karşılaşmayı. Sözlerimi mazur görün.(Eğilip selam vererek) benim adım Laphlan,” dedi mahcup bir şekilde. Sonra sözlerine: “Dediğim yerde bana bilgiyi verecek kişiyi buldum, onunla konuştum ve aradığımız kişinin Moorchalt bölgesinin başka bir şehrinde ki, burası adı kötü bir şöhretle anılan doğunun en berbat bir diğer yerinin batı komşusu olan bir konumda bulunduğunu söyledi. Bu şehirde yaşamak daha güvenli tabii ama Dacassyre’nin ‘Kızıl Pençe’ adındaki şövalye takımının karargahlarından biri burada. Onlar her gün devriye atıyorlar. Bizim bunlara dikkat ederek herhangi bir olayla karşılaşmadan, topraktan yemek kapları yapan insanı bulmak zorundayız,”

“Sana söylenilen yer, bulunduğumuz yerin ne kadar ya da kaç günlük mesafesinde?”

“Şu an Undewald şehrindeyiz. Burası Parcland bölgesiyle bizim gideceğimiz yerin ait olduğu bölge olan Moorchalt ile sınır diyebilirim. Küçük ormandan sonra düz bir ova var. Önümüze çıkacak olan dağı geçtikten sonra Moorchalt bölgesindeyiz.” dedi dinleyenlerine, sanki anlatış şekli, yeni edindiği bir bilgiyi sunan biri gibiydi.

“Çok fazla bir gün alacağa benzemiyor anlattıklarından. O zaman bir an önce gidelim, daha fazla bekleme yapmadan. Sen kardeşine, ben de almak istediğime kavuşayım. (İkisine göz kırparak) Elfler de maceraya kulaç atsın.” diye söyleyip hareketlendi Marjuarane ovaya giden tarafa doğru, yanındakilerle ilgili düşündüklerini bir kenara bırakıp tek amacı taşı bulmak edasıyla. Orman, küçük olduğu için ovanın başlangıcı seçilebiliyordu ağaçların arasından, az da olsa.

Dörtlü: önde üç erkek arkada kapüşonlu prenses, yürümeye başladılar. Hem ilerliyorlar hem konuşuyorlardı ancak Ashlarante, suskun ve casusla ettikleri sohbetlerinden dolayı düşünceliydi. Onları takip ediyor ama konuştuklarına dahil olmuyordu. Sadece dinlemekle yetiniyordu.

“Topraktan yemek kapları yapan adamımızın yeri tam olarak neresinde şehrin?” diye sordu Waclonne, ovaya ayak basmışlarken.

“Bana anlattığına göre bu şehir, doğudaki diğerlerinden farklı olarak mesken bakımından daha fazlasına sahipmiş. Onun yeri, orada söz sahibi olanlardan sadece bulunduğu yerde belli bir gücü olan Faikan adındaki birinin, evinin bulunduğu sokağın sonundaki yoldan dönülünce karşımıza çıkacak olan küçük bir Pazar yerinde bulunan bir dükkan. Söylediğine göre burada daha çok sergilerini yere hazırlayanların yaptığı ticaret oluyormuş. Yani hedefimiz, oradaki bir kaç dükkandan biri,”

“Peki, şu şövalye takımının karargahı nereye düşüyormuş?”

“O konuda herhangi bir şey söylemedi bana ama şunu ifade etti: Doğu, üç bölgeye ayrılıyormuş ve Moorchalt bölgesinin sorumlusu ‘Kızıl Göz’ grubundan Lord Thalmane adında biriymiş,”

“Lord Thalmane ismini bilmenin ne anlamı var ki. Niye sana bunu söylemiş?”

“Şöyle düşündüm de bunu söyleyerek şunu anlatmak istemiş olabilir. O zaman ejderhanın sadece insanlardan oluşan askeri kanadı kızıl pençe, yönetici kanadı kızıl göz grubunun emrinde,”

“Şu an için Laphlan kardeşim, bu çıkarımında bir anlam ifade etmiyor. Öyle değil mi?” diyerek Marjuarane’e baktı ama savaşçı, onunla ve diğerinin sohbetine katılmamıştı.

“Dostum, sen ne düşünüyorsun. Sen de katılsana bize. Bekliyorum, bekliyorum ama herhangi bir şey söylemiyorsun,” dedi sitem ederek Waclonne.

“Kusura bakmayın arkadaşlar, kafam biraz meşguldü de, o yüzden size katılamadım. Ne diyordunuz.”

Marjuarane, diğer ikisi konuşurken kolyenin kumaş parçası hakkında beynine fısıldadıklarını dinlemişti. Tanrısal malzemeden edindiği bilgileri yeri gelince kullanmak üzere hafızasında, kumaş parçası adı altında, daha önce açmış olduğu bir odaya –ihtiyaç olunduğunda, acil kullanılacak şekilde- sanki savaşta konumlandırma konusunda masanın üzerine serilen plan misali yerleştirdi. Sonra da iki yoldaşı arasındaki konuşmaya dahil oldu. Prenses, sessiz sessiz ovada yürüyüp kafasında yurduna dair ve sevdiği casusa dair düşüncelerle onları izlerken birkaç küçük böceğin ölüsüne basıp geçmişti. Yol arkadaşları dağın başlangıcına yaklaşıyorlardı. Bir süre daha yürüdükten sonra bir anda kendilerini aşağıya düşerken buldular zira yürüdükleri yer çökmüştü.

Prenses Ashlarante, böcek ölülerine basıp geçtiği anda, onların ilerisinde bir yerde arazinin altından bir kafanın yarısı çıkmış ve onları fark etmişti. Bu yerin alt katlarına ulaştığında, kapısı olmayan en büyük odalardan birinde bir taht vardı: orta büyüklükte ve köhne bir görünüme sahipti, sırtı irili ufaklı kemiklerden oluşuyordu, hasarlıydı ve isle kaplıydı ve iki tarafı çeşitli bacak ve kolların kırık kemiklerinden oluşuyordu, yağlı ve kirliydi, sanki bir kanalizasyona düşmüştü. Yırtık pırtık yüzeyinin üzerinde, iki çürük ayağı olan, kahverengi-yeşil derisi yer yer aşağı sarkan ve benzer şekilde yırtık ve lekeli bir elbiseden dışarı taşan tombul bir göbeği olan bir figür, şişman, kel kafalı bir yaratık, tıknaz vücudunun tipik özelliği olan küçük, çarpık parmaklarında kokuşmuş, yarı yenmiş, ölü bir sıçan kemiriyordu, orada oturuyordu ya da daha doğrusu sığmaya çalışıyordu, sarkık kıçının yarısı tahtın dışındaydı. Odaya gelen kişi bu ucubeye rapor vermişti. Sarkık yanaklı ve çarpık ağızlı ucube, aptal suratında yeri yokmuş gibi burnunu kaşırken, tahttaki konumu orantısız ve şekilsiz olan çatlak kemiklerin üzerinde kimi tüylü, kimi tüysüz, kimi uzun, kimi kısa, sert gövdeli, az ya da çok bacaklı, yavaş ya da hızlı her türden minik örümcek böcek geziniyordu. İçlerinden birini tombul eliyle yakaladı ve küçük bacaklarının sallanmasına aldırmadan şanssız böceği kocaman salyalı ağzına götürdü ve az önce duyduğu sözler karşısında aptal yüzünde sinsi bir gülümseme belirdi ve zaten çarpık ağzından sarkan çürük dişlerinin kokuşmuş sıvısı farenin bacaklarından aşağı aktı ve alt dudağından düştü. “Neredeyse bir haftadır insan eti yemedik. Elfler sıska ama idare ederler. Hadi sizi kokuşmuş yaratıklar, misafirlerimizi karşılamaya hazırlanalım,” diye, sinsice sırıttı. Hemen, kendisinden daha küçük olmalarına rağmen kirlilik açısından aynı kulvarda yarışan bodur adamlarına emir verdi ve ağzı açık kafesi, yoldaşlarının düştüğü, işaret verildikten sonra toprağın çökeceği noktaya, yani böcek cesetlerinin üzerine bastıktan bir süre sonra yerleştirdi.

Dörtlü, ne olduğunu anlayamadan toz toprak içinde bir kafesin içinden parmaklıkların arasındaki boşluklardan etrafa bakıyorlardı. Kafesin dışındaki daha önce görmedikleri tıknaz yaratıkların iştahlı bakışları, üstünde çürümüş bitkiler bulunan sağlam köklerden oluşmuş parmaklıklar arasından üzerlerine hücum ediyordu adeta.

“Bunlar da ne? Böyle küçük ve pis yaratıkları daha önce hiç görmedim,” dedi canı sıkılarak savaşçı. Diğerleri de şaşkınlıkla onları hapsedenlere bakarken köklerin tabanından çıkan kirli ve küflü yeşil renkte uzantılar onların ayaklarına doğru hareketlendi. Etraflarında salınan büyülü sesin esintisinin arasına onların kafesin gerisine giden ayaklarını sürümelerinin sesi karışırken, köklerin içlerinden çıkan örümcekler bunların üzerine ince bacaklarıyla yolcu olarak biniyordu. Bir kaç tanesi de kafesin parmaklıkları arasını örüyordu. Marjuarane ve Laphlan, kılıçlarını çıkarmış ayaklarına dolanan kokuşmuş kökleri kesiyorlarken Waclonne ve prenseste, yaylarıyla örümceklere vuruyorlardı ama gitgide sıkışarak hareket edemez hale geliyorlardı. Onları izleyen, nispeten kimileri tombul ve şişik, kimileri zayıf elleriyle alkış tutarken ve sarkık göz yuvalarındaki küçük kara gözleriyle, -yardımcıları olan böcekler, tamamıyla kafesi ağlarıyla örüp içerde kalanlar zehirlenip öldüğünde- tadacakları taze etlerin heyecanıyla, nerdeyse örümcekler araları kapatmış, uzantıların üzerinden yol arkadaşlarının elbiselerine tırmanmaya başlamıştı. Marjuarane, hemen beynindeki, kumaş parçası, adı altındaki odaya girip masanın üzerine serdiği küçük kağıtlara hücum etti. Dudaklarından, Mia Rander, diye iki kelime süzüldü. Ardından da, Animres dedikten sonra üzerindeki görünmeyen elbiseden minik bir kaplan figürü şeklindeki saydamlık çıkıp kılıcın kabzasına doğru yönelirken alevlendi ve oraya yerleşti. Savaşçı, silahını her hareket ettirdiğinde, nesne ateş saçmaya başladı. Diğerleri, ölümcül örümceklerle uğraşırken Marjuarane, kılıcına kumaş parçası ve dolayısıyla kolyenin verdiği güçle bütün ağları onun darbeleriyle alevler içinde bıraktı ve de kökler, ateşler içinde için için değil çok hızlı bir şekilde yanarken, örümceklerinde ölümün harlı kollarında kıvranıp ciyaklayan çığlıklarına seyircilerin kaçan küçük adımlarının sesleri karışırken, kafesin içindekilere ve parmaklıklarda dolananlar dahil tamamı kül oldu. Marjuarane, yanındakilerin soran bakışlarına, sonra dedi. Kurtulduktan sonra özellikle de kılıçtan kaçan pis yaratıkların geride kalanların bazıları, yol arkadaşları tarafından etkisiz hale getirildi. Öbürlerini takip ederek onların girdiği dağın altına giden koridorlara ayak bastılar. Onlar ilerledikçe daha da koridorlar devam ediyor ve dağın altındaki yürüyüşleri hızlanıyordu. Nihayetinde küçük pisliklerin nereye sıvıştıklarını bulup da onların geçtiği kapıdan girince geniş bir alana çıktılar. Yaratıklar, kendilerine benzeyen ama daha büyük olanın oturduğu tahtın önünde viyaklayıp duruyorlardı. Efendi olarak gördükleri, yol arkadaşlarını fark edince hemen hareketlenip odanın diğer çıkışından o şişman vücuduna rağmen hızlıca tüymüştü. Dörtlü, vakit kaybetmeksizin onun ardına düşüp küçük kirli yaratıkları orada bıraktı. Diğeri kaçtıkça kaçtı, en sonunda büyülü sesin esintisinin sahibine, yani büyücü olan bir orka onları getirdi.

İki elf, yaratığı görür görmez oklarını salmıştı ancak onlar orka isabet etmeden görünmez bir duvara çarpıp düşmüştü. Karşılarındaki, yeni bir büyüye başlamadan Marjuarane, kolyenin kumaş parçası hakkındaki fısıldadıklarından bir parça daha alarak önce Animres, ardından, Mia Rander, dedi. Kabzadaki kaplan deseni, tekrar figür halinde oradan çıkıp savaşçının üzerindeki görünmez elbiseye döndü. Hiç duraksamadan, önce Mia Rander ve hemen akabinde, Puchander dedi. Küçük bir vaşak figürü, üstündeki ölümlülere görünmeyen elbiseden çıkıp onların bulunduğu yere atlarken normal bir hayvan şekline dönerek büyüdü. Hiç beklemeden direk büyücünün üstüne atladı ve orkun ördüğü duvar bu yeni gelen yaratığın darbesiyle çatladı. O daracık oluşan boşlukları gören ve bu şahit olduklarının şaşkınlığını hemen üzerinden atıp tekrar orka kanalize olan Waclonne ve Ashlarante, bir kez daha oklarını saldılar ve büyü yapanı bu sefer avladılar.

Ork büyücüsü, savunmasız kalıp defalarca elflerden yediği oklar yüzünden bulunduğu yerden düşerek karanlıkla kucaklaşırken yol arkadaşlarının peşlerine düştüğü diğeri ise çoktan sıvışmıştı. Laphlan, kovaladıklarının ardına düşmek için hareketlenmişti ki Marjuarane onu durdurdu. Bu arada kumaş parçası üzerinde bulunanın hakimiyeti altında bu ölümlülerin dünyasında ondan bağımsız hareket edemeyen büyülü yaratık vaşaktan, savaşçı hariç diğerleri uzakta duruyordu. Somut anlamda bu dünyada bulunabiliyorken soyut anlamda diğerleri, puma, çita ve kaplan ile kendi alemlerinde bir nevi yaşıyorlardı. Ölümlüler, her hangi bir şekilde onları öldüremezler ancak kumaş parçasına sahip olanın isimlerini zikretmesine gerek olmadan, bu dünyada kalmamalarını sağlayacak şekilde zarar verirlerse kendi boyutlarına gönderebilirlerdi. Bunların, Cypraqual dünyasına maddesel anlamda uyum sağlama şekilleri hayvanların formuydu. Öte yandan kendi alemlerinde ise tipleri farklıydı.

“Arkadaşlar, kovaladığımız şişman ucube, gitmiş bulunmakta. Peşine düşüp onu yakalamamız bana gereksiz görünüyor. Vaşağı peşinden göndersem de bir şey elde edeceğimizi sanmıyorum. Ayrıca bu kadar korkmayın: kolyenin bana fısıldadığına göre, onlar sizin için tehdit oluşturmuyor. O yüzden ürkmeyin,” dedi savaşçı güven verici ifadeyle.

“Pöh! Bak şimdi çok rahatladık, bunları senden duyduktan sonra. Umarım sen de, kendi kontrol altındasındır dostum. Kolyenin seni ele geçirmesine izin verme,” diye onu uyardı, dudaklarına biraz da alay serpiştirerek casus.

“Sen merak etme, ben kendimden eminim, öyle bir durum olmayacak,” dedi cevaben gülümseyerek.

Orku kovalarken girdikleri koridorlardan birinde yürüyorlardı. Önlerinde vaşak, yanında Marjuarane varken, diğerleri de ikisinin arkasındaydı.

“Birbirimize bu yolculukta güvenmemiz gerek. Savaşçı, bize tam olarak bu dediğinin ne olduğunu ya da kolyenin sana fısıldadıklarını anlatabilir misin? Seninle ilerlerken neyle karşılaşacağımızı bilelim ki bir sıkıntı yaşamayalım,” dedi Laphlan ciddiyetle.

Marjuarane, vaşağı keşif için ileri gönderdikten sonra geriye, onların yanına geldi.

“Sizin göremediğiniz bu büyülü yaratıkların biçimsel desenleri olan bir zırh var üzerimde. Aslında kumaş parçası şeklindeki bu tanrısal malzemeyi taşıyanların üzerinde zırh olarak görünüyormuş ama bendeki bir diğer tanrısal nesne, kolyenin gücü sayesinde bu kalkıyormuş ve de siz göremiyormuşsunuz. Beynimdeki fısıltıların bana ilettiği, kolyenin gücü öbüründen büyükmüş, o yüzden onun kontrolü altında hareket ettiği için böyle oluyormuş. Yırtıcı hayvanlar ise bu tanrısal nesnenin gücünün şekillenmesiymiş ki adı *Rander *imiş, bizim boyutumuzdaki konuşulan ortak dile göre, ”

Gücünün şekillenmesi de ne demek? Yani bu büyülü yaratıklar var mı yok mu? Kolye olmasaydı tam olarak ne oluyordu?”

“Anladığım kadarıyla bizim yaşadığımız boyutta güç olarak maddesel anlamda biçimleniyorlar ve taşıyıcısının karakterine göre bu formda onu koruyorlarmış. Yani, bu tanrısal nesnenin, gücünün şekillenmesi demek oluyor. Bu ‘Rander’ isimli kendi boyutunda bir cismi olan ilahi yaratığın dört tane peykinin bizim dünyamızda bulunabilmesi için, yani gücünü buraya aktarabilmek için tek kullanabileceği yöntemmiş. Aslında bu, nesnenin iletişim kurduğu sahibiymiş. Uzatmadan söylemem gerekirse, taşıyanın karakterine (iyi ya da kötü) göre ‘şekillenen güçlerin kontrolü’ sağlanıyormuş. Kötü karakterli biri misali kumaş parçasının karanlık gücü ortaya çıkıyormuş. Ve taşıyanın ruhunu ele geçirip, kendi gücünün esiri yapıp onu kontrol edebiliyormuş, Eğer bir kişi bu tanrısal malzemeyi kendisinden daha güçlüsü olmadan üstünde taşırsa zırh olarak belirginleşip hayvan desenleri de üzerinde oluyormuş. Artık onu kullanacak kötü kişilikli birine dönüşeceği için yırtıcıların (güç) kontrolü de karanlık yüzünü göstererek kendisinde bulunana hizmet ediyor. Demem o ki: Eğer üstünde ondan daha güçlü başka bir ilahi nesne yoksa, her ne olursan ol Rander denen tanrısalın bu nesne aracı ile kontrolüne giriyorsun ancak üstünde daha güçlü bir nesne varsa onun gücünü kullanarak kendin adına, hangi karakterde olursan ol ‘yırtıcı hayvanlar’ sana göre hareket ediyor," dedi uzun konuşması sırasında sözünü hiç kesmeyen ve de tuhaf (Ne! Nasıl yani! Hadi ama! Yok artık! Yeter saçmaladığın!) bakışlarıyla, onu dinleyenlere hitaben.

Marjuarane, yanındakilere kolyenin fısıldadıklarını bir şekilde anlatmıştı. Ne kadar ona Pardon! diyen bakışlar olsa da. İfade etmediği ise nesnenin verdiği başka bir gücün ne olduğuydu. Kolyenin hayvanların çağrılması için söylenen isimlerin tersi söylenildiğinde onun kılıcına bahşedeceği dört elementin gücünden bahsetmemişti. Nitekim, kaplanın ateş etkisini kılıcına verdiğini kafesten kurtulurlarken görmüştü. Kılıcının kabza kısmına baktığında kaplan deseninin orada olduğunu da fark etmişti.

Dörtlü, dağdan çıkarken bu dünyada kalabileceği süreyi bir daha çağrılacağı zamana kadar tamamlayan vaşak, görünmez elbiseye -ne kadar da üstüne doğru diğerlerinin şaşkın bakışları eşliğinde atlayan oldukça ağır yaratığı görse de kolyenin anlattıklarına güvenerek hareket etmeyen savaşçıya, temas etmeden küçülen - dönmüştü. Marjuarane, hiçbir şey olmamış gibi yanındakilere bakarak, gülümseyerek öncü olarak ilerlemek adına adımlarını hızlandırdı.

1 Beğeni