Taşların Gölgesinde: Onuncu Bölüm

Marjuarane ve Waclonne, ormanın doğu çıkışına varmadan ağaçları birbirinden ayıran Arcwund Yolu’ na doğru yürüyorlardı. Ağaçların sık olmadığı bu taraf, ormanın çıkışından sonra kasabaya doğru biraz daha ilerliyordu ancak sonunda iki yol daha çıkıyordu: biri Arcwund kasabasına giden diğeri ise buraya bağlı ticaretin daha çok rağbet gördüğü Choarah pazarına.

Doğuya kış ayak basmıştı ancak bugün sonbaharın kıyıda köşede unutulmuş günlerinden biri yaşanıyordu. Rüzgar bir virtüöz misali etrafı mest ederken yapraklar da eşlik ederek keman çalıyordu adeta. Rolnotsk ormanında sık olmayan bu ağaçları birbirinden ayıran sözü edilen bu yolun kenarlarındaki diğer yapraklar ise bu müzik eşliğinde dans ediyordu. Rüzgar, ormanın derinlikleriyle de ilgilenip hemen her yerinde gezintiye çıkmış ve ağaçlara da kuble kuble o etkileyici nefesinden bahşediyordu. Sincaplar da bu ses eşliğinde diğer arkadaşlarını oyun oynamaya davet ederken bazıları bundan ziyade kaçamak yapıyordu.

Rüzgarın ara vermesini fırsat bilen ormanın derinliklerinden yola doğru panayırdaki şarkıcılar gibi eğlendirenler ya da söyledikleriyle dinleyenlerin ruhlarına dokunanlar gibi kuşların ezgisel ve büyüleyici sesleri salınıyordu .Bülbüller özgün dilleriyle yoldan geçen ziyaretçilere hoş sedalar bırakırken bu dinlendirici melodilere inat akordu bozuk tınılar da yürüyenlerin kulaklarına kapıyı çalıp kaçan veletler gibi muamele ediyordu ancak zil biraz uzun çalıyordu. Ayrıca bu rahatsız edici seslerin sahiplerinin tanımadıkları akrabaları da araya girmekte hiç zorlanmıyordu.

Arcwund yolu olarak bilinen burasının sonunda ayırdığı iki noktadan biri Choarah Pazarıydı. Burada gıda maddelerinin ticaretinden başlayıp her türlü envai çeşit malzemenin alım satımı yapılabilmekteydi. Pazar, Arcwund kasabasının ve onun bağlı olduğu Parcland bölgesinin en önemli ticaret noktalarından birisiydi. Demir satanlar, ondan yapılan araçlar gereçler, daha çok sahtesi olan kazara aslı da çıkabilen mücevherler, kılıç kınları ,kılıçlar ve hatta kahramanlara ait olduğu söylenen ama çoğunlukla şişirme olan silahlar, satılması yasak da olsa büyü parşömenleri ve başka eşyalar alıcılarını bekliyordu. Bazı büyücüler görkemli akıllarını dalavereye çalıştırıp basit büyülerin bulunduğu kağıtları ve büyülü kelimelerin yazılabilmesi için uygun olan ronfol yaprağına işlenen kelime parçalarını görücüye çıkarmaktaydılar. Parcland bölgesindeki bir çok genç insan diğer yönlerdekine nazaran Doğu’ da ki Akademilerinde büyücülüğe giden yoldaki eğitim ne kadar zorlu ve seviyeleri ayrıntılı olsa da büyüye aç gözlerle bakıp bununla alakalı malzemelerin bazılarının kullanıldığında yan etkisinin görüldüğü bilinmesine rağmen onları kaçırmamak için böyle pazarlarda cirit atıyorlardı.

Yaprakların artık sessizleştiği Arcwund Yolunda,üzeri pespaye görünüşlü yamalı bohçası elinde, şapkası delik deşik olmuş gibi kafasında durmakta olan ve kargalara bile acı çektirecek kadar tınıları bile bezmiş bir sesin sahibi onların huzurunu tekrardan bozuyor bundan dolayı da maruz kalanlar sanki yolun daha da kıyısına kaçıyorlardı. Rüzgar bile yön değiştirip tüymüştü. Pejmurde asasını yerlere vurarak ağzı açık yürüyen sesin sahibi yaşlı adam, tıpkı bir dilenciye benziyordu. Hareketleri de oldukça gülünçtü. Yırtıkları ve delikleri es geçersek tüylü bir elbise uygun görmüştü kendisine bugün. Nerdeyse başparmağı sırıtan ayakkabılarının da bu sefil şeklinin oluşmasına katkısı büyüktü.

Bu yol, ormanın sığ tarafında olmasına rağmen yine de tehlikeliydi. Derinliklerden ayyaş olmuş bir insan misali yolunu kaybetmiş yırtıcılar buraya nadiren uğrarlardı. Bunlardan daha çok görülenler ise haydutlardı.

Arcwundda bulunan Choarah Pazarı’ nın ziyaretçileri bu kasabadan ya da komşusu Mircandden değil Parcland bölgesinin bir çok yerinden gelenlerdi. Bu bölgedeki ünlü olan Pazar yerine ulaşmak isteyenler ya ormanı ayıran yoldan ya da bölgede kötü bir üne sahip olan Hanzbrand tarafından gelebilirlerdi. Arcwundun bir diğer komşusu Camrand ile arasında bir sınır gibi olan bu yere kasabanın sakinlerinin yolu düşmez ola ki gidenler döndüklerinde evlerine suçlu gibi görünür ve onlara bir nevi kınama cezası verilirdi. Hanzbrandden bölgedeki hiç kimse memnun değildi ama burasının Parclandin ekonomisine faydası da yadsınamazdı. Bu kasabanın ününü bilmeyen yabancı tüccarlar o yönden gelip pazara ulaşmak istedikleri takdirde büyük bir hata yaptıklarını Hanzbrandden çıplak olarak ayrıldıklarında anlarlardı. Öte yandan pazara ulaşmayı sağlayan bir diğer yolda uzakta olmasına rağmen engebeli ve çetrefilli dağdan geçendi yine de tercih edenler için bir seçenekti. Bunların dışında Choarah Pazarı’ na giden bir yol daha vardı ki sadece büyücülere aitti. En çok tercih edilen yol ise Arcwund Yolu idi.

Dilenci pinti adımlarla yürümeye devam ediyordu. Her ne hikmetse yolun ormandaki kısmında sadece kendisi bulunuyordu ve çok az da olsa kuşların cıvıltıları ve vokalde de yılan tıslamaları duyuluyordu onun paytak adımlarına eşlki eden. Geriye dönüp baksaydı uzaklardan iki kişinin daha geldiğini görebilecekti. Yaşlı adamın gözleri etrafı kolaçan ederken diğer yandan kulağı oldukça hassastı çünkü sırıtan baş parmağına doğru ilerleyen bu bölgede zehirli takımından olup Pernet diye anılan yılana asasıyla büyük bir cesaretle çatallı diline meydan okuyarak onun birkaç acıyla gidip gelmesine sebep olup diğer kuzenlerine de gözdağı vermişti. Çok yakın sürelerde etrafında oluşan çıtırtıları yapraklardaki hışırtıları keskin kulakları hiç kaçırmazken yol onun bayatlamış sesi dışında sessizleşmeye başlamıştı. Yolların kenarlarındaki kaya görevi gören asırlık ağaçların köklerinden birine yalpalaya yalpalaya giderek oturacakken önünde aniden izbandut gibi biri bitiverdi.

Dilenci görünüşlü şapşal suratlı yaşlı adamın bir şeyler beklediğini kulakları ona haber vermişti lakin bu şekilde biriyle karşılaşmak düşüncesi aklının ucunda bile kendine yol bulamamıştı. Kara tenli, uzun boylu ve kapı gibi olan yeni gelenin kasları sanki üzerinde bulunan az elbiseden fırlamıştı. Bacaklarının kalınlığı yıllanmış ağaçların dalları gibiydi. Yaşlı adam onu bir hırsıza benzetti. Üzerindeki giysiler onunkinden bir gömlek daha üstündü. Gösterişli şaşkınlığından sonra yaklaşma dercesine dış tarafının bazı yerleri kırıklıktan döküklüğe terfi etmiş köhne asasını kaldırdı. Karşısındaki ise sanki bir satış yerinde açık artırmada sunulan mallar misali sapsarı dişlerini göstermeyi ihmal etmeyerek bu hareketten sonra pis pis sırıttı.
“Beni onunla mı durduracaksın moruk Açıkçası yaşlılara zarar vermek kişiliğime uymaz ama zahmet olmazsa değerli eşyalarını veriver ve çek git buradan.”
Bu sefer yaşlı adam güldü. “Değerli eşya mı? Beynin kasların kadar çalışmıyor herhalde, sence şu halimle değerli bir eşya taşıyacak durumda mıyım? Görmüyor musun nerdeyse başparmağım fırlayacak ayaklarımdan.” dedi ve zamana meydan okuyamamış kendisi gibi olan asasını aynı pozisyonda tutmaya devam etti.
“Kes sesini! martaval okuma bana. Sizin gibi dilenci görünen zenginleri bilirim ben. Fakirlere yardım etmemek için bu yollara başvurursunuz, siz akıllı geçinen ahmaklar toplulu—“
“Orda dur bakalım iri zeytin. Kimse bana ‘ahmak’ diyemez! Şimdi ben senin—“ diye devam edecekti ki durmak zorunda kaldı. Karşısındakinin yanına teni beyaz olan ve elbiselerinin kara tenliden kalır bir yanı olmayan; birinin sol gözünün üstünde sola doğru kıvrılan ve sol kulağının kıyısına kadar inen derin bir çizik bulunan iki kişi daha gelmişti. Yaşlı adam ve üçünü izleyenler şu an için sadece sincaplardı. Onlar ağacın birinde toplanmış bahis oynayan insanlar gibi pür dikkat seyrediyordu. Bir tanesi üçü kazanırsa, yaşlı adam karşısında, üç fındığını alırım der gibiydi.

Uzakta görünen Marjuarane ve Waclonne, dörtlünün bulunduğu yolun o kısmına daha da yaklaşıyordu.
“Daha ne kadar var şu kasabaya? ” diye sordu savaşçı
“Ormanın çıkışından sonra yol biraz daha uzanıyor. Şu ilerideki görünen dörtlü ne yapıyor orada!”
“Boş ver ne yaparlarsa yapsınlar biz yolumuza bakalım,” dedi Marjuarane ve bizi ilgilendirmez dercesine elfe baktı.
“Bu civardan iseler hana beraber gidebiliriz onlarla. Her yerde birbirine sevmeyen ırklar olacak diye bir şey yok. Öyle değil mi? Ben bir casusum ve bilgi kaynaklarım sadece elflerle sınırlı değil.”
“Haklısın! Nitekim eski zamanlarda… Neyse… Hana gidelim bakalım,”
“Ne dedin tam anlayamadım. İleride bazı hareketlenmeler var da,”

Yaşlı adamın karşısındaki benzer üç-dört kişilik gruplar Arcwund Yolunda haydutluk yapıyordu. Son zamanlarda tekinsizlik derecesi artan bu bölge, onlarla beraber daha da tehlikeli olmaya başlamıştı. Kasabanın bazı cesur insanları böyle gruplarla mücadele edip onları yakalayıp teslim ediyorlardı ancak her nasılsa bunlar kodesten çıkıp mesleklerine kaldıkları yerden devam ediyorlardı. Tabii ki bunda en büyük pay sahibi bölgedeki Kırmızı ejderhanın düşük rütbeli adamlarıydı. Dilenci görünen adam da bu tiplerden bir gruba yakalanmıştı ya da…

İri kıyım olan yaşlı adama devam et bir şeyler ağzında takılı kaldı der gibi işaret etti. Sonradan gelen iki kişiden biri;
“Neyi bekliyoruz. Halledelim şu moruğu.” dedi ancak üçüncüsü; “Bence bu babalık dilenci zenginlere hiç benzemiyor. Bunda değerli bir eşya olduğunu pek sanmıyorum. Boşuna uğraşmayalım bu morukla. Orman tarafından bize doğru gelen iki kişiye yoğunlaşalım .”diye devam etti.
“Akıllı insanları severim,” dedi bu cümleden sonra ihtiyar adam diğer ikisini umursamadan.
“Kes sesini Fonran! Sana fikrini soran olmadı.” diye tersledi kara tenli olan.
Azar yiyen sözü edilen ile diğeri yaşlı adamın etrafını sardı ki dilenci sanki bilinçli bir şekilde yolun ortasına gelmişti. İkisinin elinde yarı küt yarı keskin iki bıçak vardı. Kaslı olan ve diğerleri tam saldıracakları sırada Lismes adındaki yüzü çizik olan serserinin uyluğuna aniden bir ok isabet etti ve o da acıyla feryat etti. Bu arada Marjuarane ve Waclonne onları seçebilecekleri kadar yakınlaşmışlarken bu sesten sonra durup kenardaki ağaçlardan birinin arkasına saklandılar. Hem oku atanı gözleriyle ararlarken hem de yolu izliyorlardı.

Sincaplar fıldır fıldır dönen gözleriyle sahneye giren okun sahibini arıyorlardı. Ardından bir tane de aralarındaki en iri olan kara tenliye isabet etti ancak ona öbürü gibi zarar vermedi. Onunla beraber Fonran isimli olanı, atanı aramaya koyuldular ama sincaplar gibi hezimete uğradılar. Sanki ok yoktan var olmuştu. Yaşlı adam yerinde sabitti ve dudaklarına doğru alaycı bir ifade yola çıkmıştı.

Aralarındaki en iri olan, ilk oku yiyeni dilencinin yanında bırakıp Fonran adındaki tıknaz arkadaşıyla uzaklaşıp etraflıca aramaya başlayacakları sırada Lismes’in bir kez daha feryadını duydular zira o iyice yere yapışmış ve üzerinde ise kahverengi-sarı karşımı saçları omuzlarına dökülen soluk renkte, şekli düz, üzerinde herhangi bir desen olmayan, ayrıntısız ve açık renkli bir cübbe giyen, gencin ayağı duruyordu. Yerdeki haydut bir şeyler söylüyordu buna dönüştü dercesine. Diğer ikisi onu görünce afalladılar ancak ne ağacın arkasında saklananlar ne de sincaplar hiç şaşkın değildi. Genç adamın elinde bir asa vardı ancak sapasağlamdı. Bu ‘dönüşüm’ den sonra etrafta tiz bir kahkaha duyulmuş ancak serseriler şaşkınlıklarından fark edememiş ve bir anda sesin sahibi arkalarında bitivermişti. Elindeki yayı kafalarına özellikle büyük olana daha fazla vurarak onları sersemletti ve genç adamın yardımıyla ikili üçünü de halledip bağladı. Üzerlerindeki alabildikleri ne varsa aldılar.
Yayı olan;
“Bu kadar oyun oynamaya ne gerek vardı. Bir an önce hana gitmeliyiz zira bugün Sirnatal’ ın doğum günü eğer geç kalırsak dilinden kurtulamayız.”
“Adamın şaşkınlığını görmeliydin. Bizim ihtiyar Mayanchu rolünü de iyi oynadı ama. Eğlenmenin kime zararı var. Bak işte sincapların fındık atması için suratlarına, hedef tahtası yaptık. Gerisini—“ diye tamamlayamadan sözünü, Ratmay’ın işaretiyle geriye döndü. Marjuarane ve Waclonne yanlarına gelmişti.
“Af edersiniz! Biz dinlenmek için bir han arıyoruz da. Bizler gezginiz de,” dedi elf basitçe.
Bir elinde asası olan ve diğerinde yayı olan iki kişi yanındakilerin giyimlerine baktı ardından umursamadan; “Bizi takip edin. İleride bir kasaba var, oradaki bizim takıldığımız handa dinlenirsiniz,” dedi cübbeli olanı ve söylediği yere doğru yürümeye devam etti. Savaşçı ve elf te onların ardında gidiyordu. Okçu ve arkadaşı için önemli olan onları takip eden insan ya da elfin birlikte takılması değil hancıya iki yabancı müşteri daha götürmeleriydi.

Soluk renkli cübbeli olan Doğudaki Büyücülük Akademilerinden kendi bölgelerinde bulunanların birinde eğitim gören alt seviye bir büyücüydü. Bu Okul, düşük ve orta seviye büyücü olmak için eğitim görülen yerdi. Yüksek seviye olabilmek ve sınıflandırılma derecelerinin aşamalarından geçebilmek için ise farklı bir yer ya da mekan vardı.

Akademi de ya da üstünde, bir asanın büyücünün gücüne göre kullanımı farklılıklar gösteriyordu. Malzemenin tepesindeki ışığın parıltısının yoğunluğu alt seviye büyücüler arasında derecendirme göstergesiydi. Işığın düşük, orta ve yüksek yoğunlukta olması bir faktörken bir diğeri ise söylenen kelimenin söyleyiş tarzıydı. Düşük kıvamlı parıltı için kelime ince tınılarla ve vurgusuz söylenirken, orta olanı için kalın, tek vurgulu ve de ilkine göre daha uzun süre kaplayan ifade ediş biçiminde iken, yüksek olan için ise hem ince hem kalın tınılar, ikincisine göre daha fazla vurgu ve daha uzun söyleyiş süresi alt seviyeli büyücüleri kendi aralarında sınıflandırma nedenlerindendi. Diğer taraftan asanın kullanımı sadece ışık için olması değildi eğitimlerin ilerlemesi, seviyelerin artmasıyla tüm olarak daha da karmaşık, daha da güçlü büyüler yapmak adına, değişkenlerin ve farklılıkların aşamalarının dönüşümleriyle ki bu gizemli sanatı icra edenlerin güçlerinin büyüklük derecesiyle alakalıydı.

Uyku büyüsü için ise büyüye maruz kalan canlının uyuma süresi derecelendirme için alt seviye olanlar adına bir etmendi. Her bir büyücü bu büyüyü yapabilirdi ancak aralarındaki güç seviyesi ise zamanın uzunluğuna bağlıydı. Yer değiştirme büyüsü için ise etkenler daha fazlaydı. Kullanılacak maddenin hafiflik ve ağırlık düzeyi, başlangıç ile son yer arasındaki mesafenin kısalığı, uzunluğu ve de ulaşma zamanıydı. Bu gidiş geliş arasında bir engel olursa şayet bu durum yüksek seviye büyücüler için geçerliydi. İki alt düzey büyücüden biri bir bibloyu belli mesafede hareket ettirip gerçekleştirdiğinde, diğeri de aynı mesafede bunu yaptığında aralarındaki sınıflandırma geçen zamanla ölçülüyordu. Bu hafif malzemeleri hareket ettirme kulvarında en uzun mesafeyi en kısa zamanda gerçekleştiren en üstteydi ancak bu onlara daha ağır malzemeleri kaldırma gücü sağlamıyordu sadece bu büyüde daha güçlü olabilmek adına ileriye gitmek için devam etme hakkı kazanıyordu. Bu ve benzer büyüleri en alt düzey olarak bile yapamayanların bu okulda yeri yoktu. Öte taraftan kabiliyetlilerin kendi aralarında da etkenlere bağlı olarak derecelendirme yapılıyordu. Büyüyü yapabilmek onun tamamıyla gücünü kullanabildiğin anlamına gelmiyordu.

Büyücülerin seviyesinin ne olduğunu anlamak adına, yollardan biri de üzerine giydikleri cübbelerin görünüşleriydi. Onların şekli; basit ya da farklı mı olup, örneğin yakasının biçimi gibi, kullanılan renk ve onun değişik adet sayısı, giysinin parlaklık, matlık, solukluk, donukluk derecesi ve hangi renkte olduğu ayrıca onlar arasındaki yoğunluk oranı, elbisenin üzerinde desen var mı, varsa sayısının ne kadar olduğu, şekli nasıl, kaç farklı adette tasarım var ve bunlarda kullanılan dikey, yatay ve çapraz çizgilerin adedinin yanı birbirleri arasında oranlanması; dikey mi fazla, yatay mı ya da çapraz mı; bu ayrı bir seviye ayrıca hangisinin diğerine göre fazlalığı ya da eksikliği ayrı bir seviye… Önemli olan bir büyücünün üzerinde bir adet desen varsa ki -bu akademiden sonraki okula gitmek için hazır olduğunu ve yüksek dereceli büyücü olmak için en alt sınıf göstergesini ifade ettiğini anlatır ve tasarımlar tek çeşittir- sayısı değil türü ve onun sayısıdır. Görünüşteki parlaklık ya da matlık düzeyi, kullanılan rengin ne olduğu,f arklı olarak sayısı, üzerindeki desen de aynı mı ya da farklı mı olduğu ve değişkenlik adedi… gibi etkenler ne seviye olduğunu ifade eder. Etkisi ölçüt bakımından yüksek olan bir büyücünün üzerinde -kendi aralarındaki güç dengesini kıstas almazsak- koyu renk ve parlak olan bir cübbenin üstünde aynı ya da farklı desenler olmalı ayrıca da cübbenin ana koyu rengine göre tasarımda kullanılan renk tek bile olsa değişik olmalı. Alt seviye ve orta seviye olanların temel işareti cübbelerinde her hangi bir desen olmamasıydı. Bu kıyafetlerdeki kıyaslamalar akademiye ve sonrası yüksek büyücü olmak için eğitim görülen yere mensup olanlar içindi ve buralarda kesinlikle giyilmesi gerekenlerdi. En önemli kurallardan biri buydu.

Gün, geceye doğru yakınlaşıyordu.

Han, her zamanki gibi çok kalabalık ve çalışan garsonlar ilk kattaki büyük salonu yine birçok defa kat ediyorlardı. Müşteriler beklenildiği gibi çok fazlaydı ve bu durum hancının yüzünde bol bol gülümsenin önce tohumlarını atıyor, onlar yanına yaklaştıkça filizleniyor ve ödemeler geldikçe de meyve veriyordu.

Hanın adı ‘Şakıyan Sarmaşık’ olup kapısına yaklaşmadan önce bir direğin üzerindeki levhada sarmaşıklar ve onların üstünde de şakıyan bülbüller resmedilmişti. Üç katlıydı ve Arcwund kasabasındaki en yaşlı ve en dayanıklı iki fenion ağacına sırtını dayamış ve iki kenarı sarmaşıklarla sarılıp donanmıştı. Onlara, bunu yapan bülbüller ve süslemenin sergisi de kuşların sesleriydi. Sarmaşıklar hanın yapımında kullanılan malzemeye dört elle sarılmışlardı sanki. Onlar ön taraftaki kapının üzerinden mağaralardaki sarkıtlar gibi salınıyordu. Soğuk hava sarmaşıkların davetsiz misafiriydi ve o varken bülbüller onlara konmak istemezdi. Sıcak ve ılık hava kuşların dört gözle bekledikleri, sevdikleri misafirdi. O, bülbüllerle güne gelmiş kadınlar gibi beraberce oturup aynı gün hoş beş ederdi. Fenion ağaçlarının yaprakları yolda su misali akarken rüzgar da onların üzerinde çırpınıp yükselir ve sarmaşıklara konardı. Bülbüller de onun tınılarıyla beraber melodik bir senfoni sunardı. Rüzgar, bazı zamanlar randevusuna geç kalınca kuşlar solo yapmak zorunda kalır ve bu durum ayrı bir tat bırakırdı melodide.

Fenion ağaçları aynı yumurta ikizi gibiydi. Tarihi oldukça eskilere dayanan hatta dünyanın var oluşundan beri onların Arcwund’da olduğu düşünülen bu ağaçların dalları hanın çatısını kolluyordu. Kuşlar hanın simgesi gibiyse onlar tılsımıydı. Yaprakları geometrik şekillerle yakın akraba olan bazen de uzaktan olabilen bu ağaçların kökleri hanın içerisindeki mekanda müşterilere ayrı bir dekoratif zevk sunuyordu. Yaprakların renkleri yeşilin en açık tonuyla en koyu tonu arasında geçişler yapıyor ayrıca mevsimlerle uygunluk göstermede de becerikliydi.

Han açıkken pencereleri hemen hemen hiç kapanmazdı. Arcwunda kış pek fazla uğramazken onun gezinti noktalarında burası son sıralarda yer alıyordu. Daha çok ilkbahar görülürken han için yaramaz ve sevimli bir çocuk gibiyken yazın da hiç ayrılmadığı oluyordu ki çoğunlukla yapı onu ağırlamaktan keyif duyardı. Sonbahar da sohbet koyulaştıkça kalkamayan kadınlar gibi gitmek istemedi mi gitmezdi. Bu durum binanın bazen yüzünün gülmesini sağlar bazen de onu buruşturmasına sebep teşkil ederdi. Ortalama ılık hava gezindiği için kuşlar sarmaşıklarda bulunmaktan memnuniyet duyardı.

Gün geceye kavuşmuş hoş beş ediyordu.

Burası, Arcwund’ un en değerli hanıydı ve kasabanın bağlı bulunduğu Cursan şehrinin ve hatta Parcland bölgesinin en kıymetli yerlerinden birisiydi. Gelen gezginler sayesinde ünü birkaç şehre kadar daha sıçramıştı. Hancı, müşterilerinin artmasından oldukça memnundu ve görecekti ki uğrayanların sayısı gittikçe artacaktı.

Büyücüler, hancının bilgisi dahilinde içeriye alınırdı ama o davetsiz gelenlerden pek de haberdar değildi zira zihni onların gelişini anlayamazdı. Aslında burasının beklenmedik büyücüler için ortak buluşma noktası olduğunu ve onların bazı grupları tarafından izlendiğini bilseydi…

Hanın kapısı en özellikli tahtadan, malzemeden yapılmış olup çift kanatlıydı. Şekli sekizgen olup onun orta kenarları dışa doğru uzatılmış ve tabanı düzdü. Kapının üst kenarlarından sarmaşıkların dalları sarkıp müşterilere sarkıntılık ediyor ve kimi zaman da onları selamlıyordu.

Çift kanatlı kapı açıldı. Girişte dört silüet göründü ve hanın içine girdikçe daha da belirgin oldular. Bir tanesinin elinde yay vardı ve bu yapının içindeki köşenin birinde yanan ateşin ve tam karşısındaki yoldaşının ışığında biçimleniyordu. İkincisinde ise bir asa seçilebiliyordu. Onun tepesindeki kristalden çıkan ışıma düşük yoğunluğuyla muhabbet etmekteydi ocakta yanan ateşin loşluğuyla. Asa alalade bir tahtadan mamul olup alt seviye büyücülere basit ve kısa olan belli bir eğitimden sonra verilirdi. Diğer ikisi de onların ardından hana girdi.

Dörtlü, yapının ilk katındaki en büyük salonundalardı. Soluk ve açık renk cübbeli ile yayı olan gözleriyle bildik masayı araştırıp ki orası salonun en güzel yerinde bulunan iki ateşin ortasındaydı. Onlardan yakışıklı olanın ve diğeri çilli olsa da farklı bir çekiciliğe sahip ikilinin yüzleri masaya yaklaşırken acıklı bir tavır içindelerdi: cezayı hakkettiklerinde direnen ancak suçlarını saklayamayan çocuklar gibi.

Hanın ilk katındaki salonun ortasında üç tarafında bir iki basamak bulunan küçük, yuvarlak bir platform bulunurken orada elinde lavtası, omuzlarından salınan uzun koyu sarı saçlarına ateşin loş ışığı yumuşakça dokunurken, yuvarlak yüzlü, turkuaz gözlerinin altındaki hafif çillerle daha da çekici görünen ve buğulu sesiyle handaki kalabalığı kendine hayran bırakırken ve bazı müşterilerden gelen sırnaşık bakışların eşliğinde Marjuarane ve Waclonne da yeni boşalmış bir masaya, geçtiler.

Diğer ikisinin yaklaştığı masada oturanlardan biri;
“Bak sen büyücü dostumuz Cheimenda ve ok cambazımız Ratmay teşrif edebildiler ,” dedi iğneleyici bir şekilde sarışın, mavi gözlü iri bir adam. Onun yanında oturan ise saçları kara ve omuzlarında salınan bir kadındı. Arcwundda ve civar kasabalarda hatta Cursan’da birçok erkeğin yüzünün gölgesi onun yüzüne dökülmek için birbirleriyle yarışırdı. Bu durum handa şu anda vuku bulmaktaydı ancak bu gece gezici sahneleriyle kasabaları dolaşanlardan bir grubun güzel ve alımlı üyesi onun bu konuda ortağıydı. Buz mavisi gözleri , pas vermez çoğunu es geçerdi. Dikkatine aldıkları ise içindeki zevklere yoldaş olurdu ki bu ‘arkadaşlık’ onun kontrolünde başlayıp yine onun nezaretinde sona ererdi. Daha çok pantolon giyer ve renkleri de mat olurdu .Elbisedeki bu matlığa karşın gözleri aynı oranda parlaktı. Namını duymayan ve onu tadanlar Hanzbrand’ e girmiş gibi hissederlerdi kendilerini ancak halleri o kasabadan çıkışlarından daha beter olurdu. Takıldığı yanında oturan, Cheimenda ve Ratmay in olduğu dörtlü grubun en hırçınıydı ve lakabı ‘keskin’ idi. Dövüştüğü zaman altta kalmayı hiç istemez ve kılıcı da onunla olmaktan memnuniyet duyarken daha çok sert çizmelerinin altında inleyen vücutlar olurdu. Sesi, bütün bu sert duruşuna nazire yaparcasına yumuşak ve tınısı narinken bunun içinde haksızlık çadır bile kuramazdı. O tını biraz yükseldi;
“Sonunda gelebildiniz. Bugün günlerden neydi hatırlaya bildiniz mi? Biliyoruz dediğinizi duyar gibiyim. Bir kez de erken gelin! Ben ve Taumberk sizin bu hallerinize alıştığımız için kutlamayı geciktirdik ama siz yine geç kaldınız. Bir kere de ikimizi yalancı çıkarsanız olmaz mı?”
Cheimenda ve Ratmay süt dökmüş kedi gibiydiler. İkisi kendilerini savunmak için ağızlarını açacakları sırada handaki bütün bakışların oluşturduğu koro ; ‘sizin konuşmaya hakkınız yok, susun!’ der gibiydi.

Savaşçı ve casus ise mutfak kapısına yakın bir masayı tek başına zaptetmiş kafası kapüşonlu birinin yanındaki olana çökmüşlerdi. Bir şeyler sipariş verdikten sonra kendi aralarında konuşmaya başladılar. Cümlelerin içerisinde geçen in, Dacassyre, kristal taş kelimeleri yanlarında oturanın dikkatini çekmiş ve o da fark ettirmeden ikisini dinlemeye başlamıştı.

Hancı her müşterisine ‘hoş geldin’ demekten yüksünmez, oldukça güleç ve neşeli bir insandı. Sevecenlikle onunla yarışacak sadece biri daha vardı ki onun adı da Cyernadel idi. Mazbudluk onun ruhunda her zaman girmekten hoşlandığı bir sokaktı. Bir diğer yandan han köklü bir tarihe ve bunun akabinde üne sahipti bu yüzden de burayı idare etmesi de kolay iş değildi onun için.

Sirnatal, sonunda arkadaşlarının masaya oturmasına izin vermişti. Onların yanına garsonların en güzeli – bu düşünce hana gelen birçok müşteri tarafından tescillenmişti- kutlama için gerekli olan pastayı getirdi. Ardından hanın ünlü böğürtlen karışımlı şarabından iki kupa daha yanına ekledi. Burasının çok tercih edilmesinin sebeplerinden biri de çalışanların özellikli seçilmesiydi. Buna paralel de masalar her zaman temiz olurdu. Fareler için burası konaklayabilecekleri bir yer değildi çünkü onlar böyle bir bir teşebbüse kalkışacaklarsa eğer ani ölüm tehlikesini göze almak zorunda kalacaklardı. Bu yüzden ufak hayvanlar başka hanlarda kira vermeden keyif çatıyordu.

Hancı Hartmund, dört arkadaşın yanından ayrılarak diğer müşterileriyle ilgilenmeye devam etmek için onlara doğru seyirtti. O gittikten sonra Cheimenda;
“Dostlarım kızmayın bu kadar. Arcwund yolunda haydutların saldırısına uğradım ve Ratmay beni kurtardı. Bundan dolayı geciktik,” dedi ve yüz ifadesi acınma barındırıyordu.
“Ratmay mi seni kurtardı. Senin kurtarılmaya ihtiyaç duyduğunu pek görmedim büyücü,”
“Bırakın artık bunları, önümüzde pasta var. Kutlamaya başlayabiliriz,” dedi gülümseyerek doğum günü sahibi. Tam mumları üfleyeceği sırada üstü başı tozlanmış ara ara ıslanmış, bunların getirisi hırpalanmış ve yıpranmış omuzunda maymun sarkan biri hana girdi. Bütün yüzler hemen ona çevrildi. Elf ve insan da yabancıydı ama hiç dikkat çekmemişlerdi. Ayakkabılarının kaplaması da çamurdu. Hancı ve çalışanlar tarafından durdurulup pis ayakkabıları alındı ve yerine terlikler verildi. Giren ,hancının rehberliğinde köşenin birinde yanan ateşin yanına yaklaştırıldı. Handakiler ilgilerini koyu sarı ve kara saçlı güzellerden alıp kafeste şaklabanlık yapan sirk maymunu gibi adama verdiler.

Onun ‘yabancı’ olduğunu söylemesine gerek duyulan bir rehbere ihtiyacı yoktu zira elbiseleri bunu açıkça ifade ediyordu. Arcwunddaki oturanların hiçbiri garip işaretler ve ilginç işlemelerle dolu elbiseler giymezdi. Yabancı, mutfak kapısına yakın ve şu an yanındakilerin konuşmalarına kulak kesilmiş biri tarafından değerli bir mücevhere bakan hazine hissedarı gibi takip ediliyordu. Maymundan eser yoktu ya da o zaten adamın omzundan sarkmıyordu. Loşlukla algılanan gölgenin biçimlenmeseydi ya da maymunun gölgeye karışma yeteneği vardı. Adamın sırtında siyah ve çok derin koyulukta mavinin ortaklaşa oluşturduğu ancak siyahın hissenin fazla olduğu renkte bir çanta bulunmaktaydı.

Taumberk’ in gözleri yabancının üzerindeki elbiselerdeki işlemelere takılmıştı. Onlar bakışlarını etekleri rüzgarda dans eden kızlar misali kapmıştı. Bu durum onu, gerçeğin koylarına ulaştıracağını düşündüğü bir denize yelken açmasına sebep olmuştu. Sirnatal köpürüyordu sanki ve onun sinir dalgaları bakışlarının üzerine binmiş dört nala koşan atlar misali adama doğru koşuyordu. “Hay böyle talihe!” diye homurdandı. Kutlaması yarım kalmıştı…

Ateşin yanına doğru götürülen yeni gelen, Taumberk’ e bir sorun çıkacağını gösteriyordu. Elbisesindeki o garip işaretlerin anahtarı onun beyninde kapıyı açmaya başlamıştı. Sirnatal’ ın sinirden fırsat bulduğu anda dikkatini mutfağın yanındaki diğer kişi çekmişti. Tıpkı onun öbür yabancıya gösterdiği ehemmiyeti kadın da ona gösterirken kafasında kapişonu olan hareketlenip yanındaki masada oturan kendi aralarında konuşmaya devam eden ve yeni gelenle ilgilenmeyen insan ve elfin yanına yanaştı ve bir sandalye çekti onların onayıyla. Diğer yandan Cheimenda ve Ratmay sanki tiyatro izlermişçesine yeni gelen yabancının hareketlerini takip ediyorlardı. Adam onların masasının yanına oturtuldu.

Mutfağın yanındaki adam kulak misafiri olduğu Marjuarane ve Waclonne’ un masasına geldikten sonra;
“Pardon! İstemeden konuştuklarınıza kulak misafiri oldum. İzin verirseniz sohbetinize katılmak istiyorum,” dedi ikisinin duyabileceği kısık bir sesle. Diğerleri birbirine bakış atarak onay verdiler.
“Konuştuklarımızın hangi kısmıyla ve neden ilgileniyorsun?” diye sordu savaşçı. Onun ve elfin de bilgiye ihtiyacı vardı.
“Öncelikle izin verdiğiniz için teşekkür ederim size katılmama. Dacassyre kısmıyla ilgileniyorum çünkü o ejderhanın adamları benim kardeşimi zorla götürdüler. Böyle göründüğüme bakmayın ben bir çiftçiyim ve kardeşim onun adamları tarafından onlara karşı koymamıza rağmen bir kaçımız yaralansa da engel olamadık .Ben ise bir başka arkadaşımın yardımıyla kurtulabildim. İlgimin sebebi konuşmalarınızdan anladığım kadarıyla Dacassyre nin inini arıyorsunuz,” sesini alçaltarak sözlerine devam etmişti.
“Haklısın baya iyi bir dinleyiciymişsin. Kardeşin için üzgünüm ama… Sen kardeşinin onun inine götürüldüğünü düşünüyorsun öyle mi? Doğru muyum yanlış mıyım?” diye sordu elf ciddiyetle.
“Evet doğru anlamışsınız. Ben de ejderhanın birçok ini olduğunu duydum ama hangisine götürüldüğünü bilmiyorum tabii. Anladığım kadarıyla sizde herhangi birinin nerede olduğunu bilmiyorsunuz. O yüzden belki birbirimize yardım edebiliriz,”
“Haklısın biz de buna dair bilgi arıyorduk. Nasıl bir yardım istiyorsun?”
“Öncelikle ben de inlerinin nerede olduğunu bilmiyorum ama bilen birini tanıyorum daha doğrusu o beni bilen birilerine götürecek. Ona güvenip güvenmemekte kararsızım. Eğer benimle birlikte buluşacağım kişilerin yanına gelirseniz mağarayı bulmanız adına yardımım olmuş olur .Ben de sizden karşılığında kardeşimi kurtarmamda yardım etmenizi isteyeceğim,”
İkili birbirine bakış attı. Onun söylediklerini düşünüyorlardı. Marjuarane bir an önce o taşı alıp yurduna götürmek istiyordu ve bu adama güvenip güvenmemek konusunu bir kenara bıraktı. Elf zaten ona yardım ediyordu. Kararı verecek olan kendisiydi. Kısa bir süre sonra bir kez daha elfe baktı ve adamın teklifini kabul etti.
“Birazdan, beni birilerine gönderecek olanın yanına gideceğim. O, Hanzbrand kasabasında bulunuyor. Sizinle sabahleyin Choarah Pazarında küçük eşyalar satan Darlande adındaki cücenin dükkanında buluşuruz. Zaten kendisini kolayca bulursunuz kime sorsanız söylerler.” dedi ve ikisinin onayını alarak masadan kalktı ve hancıya ücretini ödeyip kapıdan çıkıp gitti.
“Daha adamın adını bile bilmiyoruz. Sence doğru mu yaptık!”
“Adı önemli değil elf. Benim en kısa sürede o ini bulmam lazım. Sen bana yardım eden bir maceracısın senin için çok bir anlam ifade etmiyor ama bu görev benim için çok önemli. O yüzden önemli olan üzümcü değil bize verdiği ve vereceği üzümler,”
“Belki de Kırmızının adamıdır ve belki de birazdan diğer arkadaşlarıyla hana doluşurlar ya da kardeşi gerçekten kaçırılmıştır,”
“Bekleyip görelim.”

Onlar ve diğer müşteriler kendi aralarında sohbetler icra ederken yeni gelen yabancıya olan ilgilerini de bir süre sonra kaybetmişlerdi. Ancak doğum günü kızı ve diğer üç arkadaşı için bu geçerli değildi. Dördünün de merak kafesine kapatıldığı yanlarına oturtulana bakışlarından belliydi çünkü bu tip yabancılar kasabaya gelen gezginler de dahil handa çok rastlanan kişiler değildi. Taumberk, kafasını ellerinin arasına almış kukumav kuşu gibi düşünüyordu. Adamın üzerindeki elbiseden Arcwundda hiç görülmemişti çünkü üstündeki işlemelerden biri kafatasına ucu kıvrılıp kancalaşmış ve dikey geçirilmiş bir kılıcı sembolize ediyordu. Nerdeyse bu işlemelerdeki işaretleri kafasında çözmüştü ancak elbisedeki yıpranma ve bazı yerlerindeki yırtılma onu tam sonuca götürmekten alıkoyuyordu. Cheimenda ise;
“Buralı olmadığınız aşikar ve bu kadar nefeslendiğinize göre çok koştuğunuz belli.” dedi heyecan içermeyen bir söyleyişle. Adam bir bardak suyu sülük gibi çektikten sonra yarım yamalak kelimeleri şekillendirmeye başladı.O da sanki birinin sormasını bekler gibiydi. “Her—fin—zel “ dedi duraksayarak. Adam sadece bunu söyleyebilmişti. Taumberk’ in bu kelimeyi duyduktan sonra kolu masadan kaydı ve bu hareket onu komik bir duruma düşürdü. Nitekim Sirnatal ve Ratmay bunu gülerek belgelediler yanlarındaki masada oturan bazıları da bir kaç paragraf daha ekledi kahkaha atarak. Tek dahil olmayan genç büyücüydü. Taumberk diğerlerine hiç renk vermeden kolunu düzelterek;
“Herfinzel mi? Orası Arcwundun oldukça uzağında ve ünü de çok karanlık olan bir yer. Kötülüğün üçgeni olarak adlandırılan lanetin başkenti. O uğursuz bölgeden buraya nasıl gelebildin,” dedi inanmakta zorluk çeken bakışlarla. Cheimenda ve Ratmay arkadaşlarına şaşkın bir şekilde baktılar zira onlar bu cümleleri duymayı hiç beklememişti. Sirnatal’ ın da katılımıyla bu bakışlar arkadaşlarına devam etmesi yolunda yoğun istek olduğunu gösteriyordu.
“Herfinzel,Chiassua ve Lianchurt adındaki bu yerler üçgenin kenarları. Chiaasua, var olduğu bilinen ama nerede olduğu kanıtlanamayan bir yer ve drathnor olarak isimlendirilen inanışa göre suyun normal akış yönünün tersine akan, rengi kırmızı toprak olan nehrin civarında olduğu kabul ediliyor. Ayrıca bilinmeyen karanlık büyücülerin en üst grubunun kulelerinden birisinin orada olduğu sanılıyor. Oraya nasıl girildiği ve kapısının nerede olduğu bilinmiyor ancak söylentilere göre Drathnor nehrinin girişte maymuncuk olarak kullanıldığı ifade ediliyor. Büyücüler ve lanetli üçgenin aynı sudan beslenildiği de düşünülüyor.”
“İlginç senin bunları bilebileceğini hiç tahmin etmemiştim. Biz sanatlarımızla uğraşırken sen boş vakitlerinde kütüphanelere gidip bilgi mi ediniyordun yoksa gezginlerle muhabbete mi dalıyordun?” dedi genç büyücü gülümseyerek.
“Büyücüye katılıyorum dostum. Gezginlerin muhabbetleri işte. Döndü dolaştı bizim hana da uğradı,”
Yabancı sessizdi ve Taumberk te konuşmayınca Ratmay de suskunluğunu bozup dinleme pozisyonundan sıyrılıp konuşmaya katıldı. “Bu gezginlerden biri tahmin ettiğim kişi olmasın —“
“Büyük gezgin Cyernadel,” diyerek iri ayarı arkadaşı onun söz paketinin kalanın açmıştı. Üç arkadaş ve dış kapının mandalları olan bazı kulak kabartanlar ellerini salladı; ‘O budalaya inanırsan… Onun ağzında laflar sakız gibi laçlkalaşır.Pöh! O, kendi elbisesini bile giyemeyen ahmak moruğun tekidir’ der gibiydi bakışları. Bundan sonra Taumberk’ in suratı ne üzülen ne acınan ne de gülen ilginç bir hale büründü. Yabancı sessizliğini bir kenara bırakarak ‘Dur!’ dercesine sahnede yerini aldı.”Lane—“ diye tamamlayacaktı ki hanın kapısı sarsıldı ve tekmelerle yerinden koparıldı adeta. Bunu yapanlar üç kişiydi ve tabiri caizse kapının boyuna nazire yaparcasına uzundular. Bunun akabinde lavtalı güzel şarkı söylemeyi bırakıp mutfağa doğru ilerlerken Cheimenda ‘bu saygısızlığı hana nasıl yaparsınız’ diyerek hareketlendi, gençlik ateşi işte.
“Siz ne hakla—“ diye başlıyordu ki sözlerine gelenlere bakınca bir anda sindi. Yine de önlerinde durmaya devam etti. Handaki diğer müşteriler de tedirginleşmeye başladılar ama savaşçı ve casus da herhangi bir hareketlenme yoktu. Sirnatal, Taumberk ve Ratmay sanki bir arbede çıkacağını sezmişçesine hazırlandılar. Nitekim gelenlerden biri genç büyücüyü yere doğru itti.
“Çekil yolumdan çocuk! Seninle ya da diğerleriyle işimiz yok. Şu yanınızda oturan sudan çıkmış balığı alıp gideceğiz. Bize zorluk çıkarmazsanız kolaylıkla işimiz hallolur.” dedi hareketi sergileyen, kahkahaya benzer bir süprüntü sundu izleyenlere. Gelenlerin ayakkabıları geniş ve sivri görünüyorken uçları rahatlıkla bir süngü yerine kullanılabilirdi. Ve yanlarında kancalı demirler vardı. Giyinişleri koyuyken yürüdükçe salınan elbiseleri çok soğuk havada esen ve insanın suratına tokat gibi çarpan rüzgar gibiydi yani kalabalık müşteriler arasında oradan oraya zıplayan kaçak bakışlarda girişteki etkinin başkalaşmış son şekliydi .Taşıdıkları kılıçlar da oldukça büyüktü. Handa yanan ocaklardan birisi bu esintiden dolayı diğerine sönmeye dair işaret veriyordu adeta. Cheimenda bu civarda sevilen birisiydi ve diğer müşteriler onu korumak adına yeni gelenlere müdahale amacı içinde sandalyelerden kalktılar. Öncü birkaç kişi bunu gerçekleştirmek adına yumruk ve tekme çeşnisi sundular karşılarındakine ama onlar ellerini bir böceği kovarcasına sallayıp birkaç adım atınca hareketlenen pelerinlerinden öyle bir ayaz çıktı ki önlerindekiler hanın bir kaç yerine savruldular daha doğrusu yumrukların hızlı ve etkili buluşmasına maruz kalmış olduklarından böyle de hissetmiş olabilirler. Gözleri korksa da elf ve arkadaşı hariç handaki diğerleri yine de saldırdılar ancak rakiplerinin bu kez tek takılmayan yumruklarının yanına tekmeleri de eşlik ederek hanın masalarına ve sandalyelerine artı duvarlarına çarpan çil yavruları çoğaldı. Savrulanlardan bir tanesi Marjuarane ve Waclonne’ un bulunduğu yere düşmüş ve elindeki içeceği savaşçının üstüne dökmüştü. Yeni gelenlerin istedikleri yabancı o esnada Sirnatal ve Taumberk tarafından hanın ikinci katına kaçırılmaya çalışılıyordu. Kavga, hancının solmuş yüzündeki çaresiz gözlerinden atılan üzgün bakışlarda yoluna devam ederken büyücü ve arkadaşı da onların ardından yukarı çıkmıştı. Masa ve sandalyeler yoldaşları kimisi yarı içilmiş, kimisi iyice boşaltılmış, bazısı yeni dudaklara dokunmuş şişeler ve yandaşları tamamı dolu, yarısı yenmiş ya da beğenilmemiş bırakılmış yemek parçalarıyla bezenmiş tabaklarla, geriden onları takip etmelerine rağmen kupalarla birlikte hangimiz hedeflere önce varacak yarışı içerisinde üç yabancıya doğru havada uçuşurken onlardan biri kaçan dörtlüyü fark etmiş ve peşlerine düşmüştü, Önüne çıkanları merdivenlerden atıyordu ki bir anda durdu zira biri onun kolundan tutmuştu.

Marjuarane bu duruma çok sinirlenmiş ‘bizi ilgilendirmez’ diye kendisini tutan elften kurtulmuş ve onlara doğru saldırıya geçmişti ancak kısa bir sürede güçlü bir savaşçı olmasına rağmen bertaraf edilmişti daha doğrusu yerde yatan bedenlerden birine takılmamış olsaydı hareketi etkili olabilecekti. Öfkesi tavan yaparken yerden hışımla kalkıp ikinci kata doğru merdivenlerinden çıkanı yakaladı ve suratına kuvvetli bir yumruk darbesi hediye etti. Önündeki, bu beklenmedik jestten dolayı sendeleyip düştü ve hızlıca pelerini savurup yerden kalkarken yüzüne de bunu beğenmediğinin ifadesini karşısındakine kızgın bakışlarla gösterip geri verme isteğini de elindeki ile, savaşçının kılıcına nazaran daha büyük olanla anlatma edasında tam icra edeceğinde yüzüne fazlaca cam bardakları yedi. Bu durum onun dikkatıni dağıtırken Marjuarane düşmanının yalpalayan kılıcından kurtulup bacaklarına kesikler attı. Diğeri sendelemesine ve acıyla yüzünü ekşitmesine rağmen ayakta durmaya gayret ederek rakibine karşı öne doğru kılıcıyla hamle yaptı ancak karşısındaki deneyimli savaşçı tam zamanında silahını kaldırarak karşılık verdi fakat hareketin etkisiyle geriye doğru sendelerken Waclonne nun merdivenin üstüne zıplarken ki işaretini gördü ve yana doğru savrulurken düşmanın arkasına geçmiş olan elf tarafından onun sırtına vurulan ayak darbesiyle yere kapaklanmasını izlemişti. Daha öncesinde diğerlerinin peşindeki arkadaşı elfin onun arkasında olduğunu görmüş tam ona seslenirken iş işten geçmişti. Marjuarane, doğrularak casusun yardıımıyla bir nevi tutsaklarının daha fazla hareket etmesine fırsat vermeden kendisine hallaç pamuğu atar gibi muamele edip keyifle etksiz hale getirdiler. Onu uyaran ise salonun yukarı çıkan diğer merdivenlerinden hızlıca ilerleyerek kovaladıklarının ikinci kattaki bir odanın kapısından yanındakilerle girdiğini fark etti. Handakiler ne kadar kayıp verse de kimileri yaralanmış yerde yorgun ve kayık gözlerle bakarken, kimileri üstü başı yırtılmış dağılıp kullanılmış paçavra gibi atılmış oyuncak bebek gibi terk edilmiş haldeyken, bazıları masaların üzerinde boylu boyunca yara bere içinde bilinçsizce yatarken onları bu hale getirenlerden birisi, ikinci kata doğru çıkarken diğeri nefes nefese asap bozan, uğursuz, dövüşmekten zevk almış, rahatsız eden bakışlarla, terden ıslak ve kirlenmiş yüzünde az da olsa kanama varken, bedeninde sandalye ve masa, cam kırıkları… taşıyıcıları hareketlendikçe yerini yadırgayan misafirler misali rahatsız olup homurdanıp kimisi ayrılıp kimisi üstünde kalmaya devam ederken deneyimli casus ve savaşçının oraya müdahil olmasıyla durum olumsuz yönde kendisi adına kötüleşti. İkilideki kılıçların seri darbelerine karşı gittikçe yorulmuş, koşmaktan bitap düşmüş halde dilleri sarkan köpekler misali kolları hareket etmenin artık son zerresinde elinde tutmaya çalıştığı kirlenmiş büyük kılıcıyla direnmekte daha da zorlanan yabancı ilk girişteki o korkutucu etkilerinden uzak bir şekilde halsizce her koldan üzerine gelen saldırıları bertaraf edemeyerek pes etmek zorunda kaldı ve nihayetinde baktıkça bulanıklaşan gözleriyle yerin soğuk bir o kadar da rahatlatan dokunuşuna hayır diyemedi.

İkinci kattaki tek ayakta kalan ise odaya girdiğinde peşinde olduklarının bir kadın ve bir erkeğin yardımıyla pencereden aşağıya atladığını gördü. Hanın dışındaki topallaya topallaya ilerlerken odaya giren diğerlerini iterek ardından o da ikinci kattan kendini yere bıraktı ve kovalamacasına aksayarak öndeki gibi devam etti.

Ayakta kalanlardan bir kaç kişi etkisiz hale getirilenleri sürükleyerek handan çıktılar. Elf ve savaşçı, Hancı Hartmundun minnettar bir o kadar da üzgün bakışları eşliğinde binanın kapısından çıkıp diğerlerinin yanlarından geçip uzaklaştılar. Geceleyin bir yerde kalıp sabahleyin buluşmaya gitmeleri gerekiyordu.

Pazardaki dükkanlar uyanmış yeni yeni gözlerini açıyordu. İkili hala gecenin nahoş halinde Darlande adındaki cücenin yerini buldular. İçeri girdiler ve cüce onları karşıladı. Bir süre sonra bekledikleri handaki şahsiyet teşrif etti.
“Geleceğinizi açıkçası hiç tahmin etmiyordum.”
“Bizim de şüphelerimiz vardı senin hakkında. Ne sen bizim ne de biz senin adını dahi bilmiyoruz. Senin ve bizim içinde önemli olan orayı nasıl bulacağımız,”
“Adım Laphlan. Dediğim yerde söylediğim kişiyle görüştüm,”
“Ne öğrendin peki. Bu arada benim adım Marjuarane ve arkadaşımınki ise Waclonne.”
“Bu kasaba, Cursan Şehrine bağlı. Burası da Parcland bölgesine Konuştuğum beni başka birine daha yönlerdi ki onun bulunduğu yer Moorchalt bölgesine ait bir şehirde ki burası doğunun içlerinde. Bu kişi Kırmızının adamlarından birinin yerini bize söyleyecek ki o inlerinin birinde bulunmuş.”
“Bunu sana söyleyene güveniyor musun ve de seni yönlendirdiği kişiye dair bir bilgin var mı? Sana sadece onu nerede bulacağını söylemiş. Doğru olduğu nereden belli.”
“O kadar emin değilim ama bana bilgiyi verecek kişi Batı’ nın sahibi olarak kendini gören Siyah’ın adamlarından biri.”
“Bunun anlamı ne? Ayrıca Siyah’ın adamının ne işi var Kırmızı’nın topraklarında?”
“Ejderhaların adamları işte kim bilir belki de casustur emin değilim. Sonuçta üç ejderha da birbirinden nefret ediyor. Sahibi olduklarını düşündükleri diyarlarda birbirlerinin adamları olabilir. Nihayetinde hepsi bir ejderhaya hizmet ediyor. Zaten önemli olan onlar için aldıkları ücret değil mi? “
“Sen yerini öğrendin diyelim biz ne yapacağız?”
“Moorchalt bölgesi, Parcland bölgesinin şehirlerinden biri olan Undewald adındaki küçük yerin sonrasında bulunuyor. Ben sizinle bir mani olmazsa o kentteki küçük bir ormanda buluşurum. İki gün sonra görüşemezsek siz de yolunuza bakarsınız. Kaybedecek bir şeyiniz yok öyle değil mi?”
“Öyle, sen gelmezsen bile biz daha da doğunun içlerine yaklaşmış olacağız. Oraya nasıl gideceğiz?”
“Darlande size anlatacak.” dedi ve cüceye işaret ettikten sonra dükkandan ayrıldı.

1 Beğeni