Taşların Gölgesinde: Üçüncü Bölüm

Savaşçı: her silah kullanana böyle seslenilmiyordu ama Marjuarane bu gruba dahil değil zira malzeme (seçim, kullanma, özellik…) konusunda, her şekilde çok iyiydi. Bilge’nin yanından ayrıldıktan sonra sadece kendisinin yaşadığı, yani yalnız olduğu evinin yanına geldi. Anahtarını, tahtadan yapılan, bakımsız kapısının, kilit yuvasına sokup da içeri girdiğinde şaşkınlığa uğradı. “Yaklaşık iki yıl önce buradan ayrıldım ama sen, hala aynı anahtarı kullanıyorsun,” dedi sürpriz, yüzündeki kocaman gülümsemeyle. Bu görünüş savaşçının yüzünde de bir süre konakladı. Bu esna, iki kardeşin sarılmasını da içine alıyordu.

Neredeyse iki senedir birbirlerini görmeyen iki kardeşin sevgi dolu kucaklaşması, bir zaman dilimi daha devam etti. Marjuarane’nin kız kardeşi Anna Laira, hemen hemen iki sene önce, Kuzeyden gelen bir koleksiyoncuyla, Onun yanından ayrılmıştı. Değerli taşlara düşkün koleksiyoncu, bu şehre bir arkadaşının tavsiyesi ile gelmiş ve kentin merkezinde gezerken, yüzü oval, gözleri turkuaza çalan, saçları siyah ve sırtına kadar uzanan; üstünde, koyu renk, kısa kollu bir bluz, kollarında ikişer tane gece mavisi renkli, yuvarlak metal aksesuar, incecik bileklerinde opal taşından mamul bileklikler bulunan, deriden yapılmış, rengi kara pantolon giyen ve yoğun mavilikte zarif ayakkabılarıyla pazarda yürüyen, Anna Laira’ya vurulmuştu. İkisi arasında yaşanan derin aşkın neticesinde, şehirde bir evlilik olmuştu. Kız kardeş, erkek kardeşini de kuzeye götürmek istemiş ama gri mavi gözlü olan -çok sıcak ve samimi bir şekilde yapılan çift taraflı ısrarlara rağmen- kabul etmemişti. Abisinin gelmemesine çok üzülse de, sevdiği ile bu yerden ayrılmıştı.

“Diyorsun ki: Damierdan, kuzeyinde elflerin bulunduğu, yakınlarında cücelerin yaşadığı dağlarının olduğu ve bozkırlarında barbarların yaşam sürdüğü yere gitti," dedi Marjuarane, girişte bulunan odadaki iki sandalyeden birinde oturuyordu.

"Canım, o bölgenin adı: Lavierenna. Hepimizin bildiği gibi, kendilerini, bu dünyanın hakimi gören üç büyük ve zalim ejderhanın anlaşamadığı kuzey tarafı bundan dolayı, oradaki yaşayanlar arasında bölgelere ayrıldı. Ejderhaların dokunmadığı bu yerler, birbirlerinin yönetimini kabul ederek dört bağımsız kısma bölündü. Söylediğin alan ise bunların sistemini kabul etmeyenlerin olduğu bölge. Ben de, bu boşluğu, senin yanında değerlendireyim dedim,”

Anna Laira ayaktaydı. Kalın botları tabandaki matlaşmış tahtalara basarken, onlar sessiz çığlıklar atıyordu. Elleriyle, tozlu rafların kenarına dokunurken, turkuaza yakın gözleriyle abisine bakış attı. Üstünde soğuk havalara uygun koyu renk ceketi ve altında da yine koyu renk pantolonu vardı. Bakımlı ve uzun kara saçları, güzel yüzünün iki yanından salınıyordu.

“Abi, evin bu hali ne. Tozlu eşyalar, eskimeye yüz tutmuş birkaç malzeme, nerdeyse odalarda mutfak araç gereçleri hariç hiç işe yarar malzeme yok. Yerde pespaye bir halı… Koltukları ne yaptın? En son gittiğimde, duruyordu,”

“Attım onları. Zaten evde çok kalmıyorum. Çoğunlukla dışardayım ve gittiğim yerlerde konaklıyorum. Son zamanlarda hiç uğramıyorum desem yalan olmaz. Evi boş ver şimdi… Ah Sevgili kardeşim, batı taraflarında hemen hemen bir çok yer ejderha tehdidi ve bu şehir de kuşatma altında, yollar tekinsiz iken buraya geldin. Ancak, ben de doğuya doğru bir yolculuğa çıkmak zorundayım,” dedi üzgünce.

“Seni çok özledim ben. Annemiz ve babamız öldükten sonra ikimiz aile olmaya devam etmiştik ama… Hala bıraktığım gibisin, yine yalnızsın,”

“Anna Laira, biliyorsun, ben içeriğinde biraz asilik olan özgür ruhlu biriyim. O yüzden bağlanmak bana uygun değil. Hem şu aralar şehri tehdit edenlerin sızmalarını kapatmakla uğraşıyorum. Yardımcılarım da- “

“Nimali ve Soriol öyle değil mi,” dedi kız kardeşi, yarım bir gülümseme ile.

“Aynen öyle bir tanem. Yanından ayrılmam gerek zira yolculuğumda bana eşlik edecek onlar. Vakit akşamın tellerine dokunmaya başlamadan benim gitmem lazım. Ayrıca, sen hangi yönden geldin buraya? Doğu ve güney girişi ejderhanın adamları tarafından kapatıldı ve çıkış da yapılamıyor. Tek kullanabilecek liman tarafının olduğu batı ve kuzeybatı. Oralardan bir kuşatma olmuş değil ancak habercilere göre -belki de halkın moralini bozmak için ‘birileri’ tarafından uydurulmuş bir söylentidir…- kara gemiler görünmeye başlamış,” diye kız kardeşiyle konuşmaya devam ederken, ayaklandı ve mutfak tarafına doğru gitti. Orası diğer iki odaya göre daha küçüktü ama tek kişi için yeterliydi. Mutfak tezgahının üstündeki kapağı kırık ve diğeri sallanan dolaptan bir bardak aldı. Ortadaki bir bacağı yaralı, dış yüzeyinde toz parçacıklarının birbiriyle uzun süredir kaynaştığı, parlaklığı gömüleli kaç zaman geçtiği belli olmayan, soluk yüzlü masanın üstündeki, bazı tarafları çizik bakır sürahiye dokundu ve içindeki suyun bir kısmını, elindeki bardağa boşalttı. Su içer misin, diye de kardeşine seslendi.

“Olabilir… Ben de gemi ile geldim ama kara olanlarıyla değil. Zengin bir koleksiyoncuya sahip olmanın faydaları… Kuzeydeki ahali, kendilerinin bölgelerine diğer yönlerden (ejderhaların sözde yönetiminde olan batı, güney ve doğu) giriş olmaması adına, yüksek duvarlarla sınırlandırdılar. Yani, karadan olmayınca biz de kıyıdan denedik ki o kısma her hangi bir düzenleme daha yapmamışlar. Bundan dolayı, Damierdan, adı Anqua… diye bilinen bir şehrin limanında kaldı ve kaptan, beni de buraya getirdi. Bir iki gün sonra kocam, beni bu kentten alarak güneye yol alacağız. O süre zarfında da seni göreyim dedim,”

Hava soğuk olmasına rağmen, Anna Laira, neyse ki camı sağlam olan pencereyi açtı. Ama örtüsü pejmurdelikte çığır açmıştı adeta. Yer yer yırtıkları barındırmasının yanında, önceden beyaz olduğu tenine dokunuldukça kimi yerleri sararmış, kimi yerleri de kirlenmişti. İçerideki yaşı geçmiş insanlara benzeyen bakıma muhtaç evin görüntüsünün iç ortamını hem dağıtmak hem de odayı havalandırmak adına… “Bence bu perde görünümlü ahı gitmiş vahı kalmış örtüyü atsan daha iyi,”

“Dedim ya, kafana takma burayı. Çok iyi olmuş da… Güney de ne yapacaksınız? Denizler de cirit atan korsanları es geçmeyin, onlara da dikkat edin. Gerçi o grubun ejderhalara hizmet ettiklerini düşünmüyorum da,”

“O konuda güven bana. Eşimin gemisi baya korunaklı. Büyücüsü bile var. Sonuçta işini oldukça seven biri. Yani, hazineler bulmak ta beni cezbetmiyor değil. Aldığı duyuma göre, güneyde ki Büyük Beyaz’a hizmet eden bir ejderha bir süre önce ortadan kaybolmuş. Onun topladığı hazineler, ben, eşim ve onu bilgilendiren arkadaşını bekler,” dedi, bu söyleminin sonunda, kaynağı abisiyle uzun süreden sonra yeniden konuşabilmesinden doğan, sohbet devam ettikçe ufak ufak yüzüne dağılan, sonrasında birleşerek gülümseme şeklini alan görünüşünü güzelliğine yerleştirmeyi ihmal etmeyerek.

“Ya ejderha geri dönerse,”

“Eşimin çevresi geniş. Onu bilgilendiren arkadaşı her konuda ona detaylı bir şekilde açıklama yaptı. Sonuçta, ejderhanın birinin inine gireceğiz. Söylediğine göre, Doğu’ya gitmiş ama geri dönmemiş. Bizi bilgilendirenin bağlantılarından edindiklerini aktardığına göre, Güneyin sahibi olarak kendini gören Beyaz çok sinirliymiş ve suçlu olarak ta Doğudaki Kırmızı’yı görüyormuş. Artık onu beklemekten vazgeçmiş,”

Anna Laira, mutfağa geçmiş ve tezgahın üstündeki birkaç bulaşığa yüzünde ufak da olsa hoşnutsuzlukla bakıyordu. Az sayıda ki tabaklarda yiyecek artıkları kurumuş, katılaşmış ve de donmuş yağla beraber, malzemelerin duygusallığı anlamında tam bir fecaatti.

“Anladım… Sen ne ara macera sever oldun… Neyse, kardeşim. Bu yolculuğa çıkmam gerek. Keşke daha fazla görüşebilseydik. Döndükten sonra ki umarım şehir kuşatmadan kurtulmuş olur (içinden başka bir şey söylüyordu) ve ben senin ziyaretine gelirim. Tabii, serüvenin bitmiş olursa,”

“En azından az da olsa sarıldık, kucaklaştık, görüştük, konuştuk. Ben bir iki gün daha burada oyalanıp Damierdan’ı bekleyeceğim. Sanırım bizim maceramız güneyle kalmayacak. Ne kadar tehlike olursa olsun, Dünya da dolaşmaya devam edeceğiz. Ne de olsa ben de koleksiyoncuyum artık. Belki yolumuz bir yerde kesişir ve sen de bize katılırsın,” Hem gitmeden şu evinin yüzüne bakayım da, sevinsin, diye de düşünmeden edemedi.

“Belki… İki gün bile olsa eğer dışarı çıkarsan çok dikkatli ol. Kuşatmanın daha ortalarına bile gelmemişken şehirde onlardan yana olanlar olabilir.” diye de uyarmadan edemedi Marjuarane.

Bundan sonrasında kardeşi, mutfak araç gereçlerin olduğu tarafta oyalanmaya devam etti. Abisi, uzun ve tehlikeli bir seyahate çıkacağı için üstündeki elbiselerden kurtulup yolculuk kıyafetlerini giymek için hareketlendi. Kalın kumaştan yapılan üst giyiminin üzerine, kopkoyu bir parka, onun ceplerine bıçaklarını ve hançerini, gizli bölmelerine de her türlü sürprize karşı küçük keskin silahlarını yerleştirdi ve koyu renk pantolonuyla, uzun, kapkara botlarını da giydi, sırtına da kılıcını astı. Büyücünün armağanı kolyeyi de, dışına giydiği uzun ve kış şartlarına uygun sert dokudan yapılmış kıyafeti kadar sağlam, onun altındaki elbisesinin içine sakladı. Yeniden kardeşinin yanına gelerek, sıkıca sarıldı ve macerasında iyi şanslar dileyerek, gözyaşlarının düşmesine engel olarak, oradan ayrıldı.

Marjuarane, kız kardeşinden yaklaşık iki sene uzakta kalıpta daha fazla görüşememesinin üzerine sinen is misali ruhuna süzülen haleti ruhiyeyle, adımlarını, yolculuğa beraber çıkacağı iki arkadaşından biri olan Nimali’yi bulmak için, her zaman gittiği hana doğru hızlandırdı. Sokaklar da gündüz olmasına rağmen çok fazla kişi yoktu. Son zamanlarda çocukların sesleri, satıcıların bağırışları etrafta çok az yankılanıyordu. Temizlik konusu da fazlaca yara almıştı, zira caddeler insan sayısı da azalsa yine de kirleniyordu ancak pansuman bile gecikmeli oluyordu. Varacağı yere yaklaşırken bir anda aklına, seyahate çıkmadan önce Bilge’yi görmesi gerektiği geldi. O yönden çark ederek kütüphane istikametine doğru ayaklarını yönlendirdi. Yüzünden, öncelikle kardeşini yeniden görmesinin getirisi az da olsa mutluluk geçerken, sonrasında ayrılmasından kaynaklanan hüzünlü ifadeye yerini bırakmıştı. Aklına gelen arkadaşları, yurdunun zor durumdaki hali, kuşatmanın giderek artması… gibi düşünceler, yeniden simasını sertleştirmek adına diğer ikisini bir çırpıda geride bırakarak oldukça hevesli bir şekilde yerini almıştı. Bu halde yürürken omzunda bir elin temasını hissetti. Kütüphanenin yakınlarındaydı; bir anda döndü ve karşısında hızlı hızlı nefes alan birini gördü.

“Aşık mısın diyeceğim de seni tanıdığım kadarıyla o konuya biraz uzaksın. Nasıl bir dalgınlık bu, sesleniyorum, sesleniyorum, duymuyorsun,” dedi az da olsa nefesi düzelmiş bir halde onu yakalayan.

“Bilemiyorum Quedyna. Ayrıca, etrafın çok sessiz olmasına rağmen buna ne kadar üzülsem de, yine de meydanda bir avuç insana bağıran, bir şeyin üzerine çıkmış tipten dolayı da duyamadım doğrusu. Boşuna, kuşatma altındaki bir şehrin sakinlerinin moralini düzgün tutmaya çalışıyor. Neyse… Normalde böyle dalgın değilimdir ama… Kütüphaneye gitmem gerek. Acelem var,”

"Dur, bekle! Bilge’yi görmeye gidiyorsun değil mi. Bana, seni bulmamı söyledi zira kendisinin bir işi çıkmış, birileriyle buluşacakmış, o yüzden seninle görüşemeyecekmiş. Sana vermem gereken bir şey var. Benim eve gidelim, Onun emanetini sana vereyim,”

Savaşçı, kütüphanede çalışan orta yaşlı bir insan olan Quedyna ile evine gitti. Kapıyı açar açmaz, burnuna, en sevdiği çaylardan biri olan kekik çayının kokusu misafir oldu. Yüzünde gülümsemeyle: “Kekik çayı, nefis kokuyor,” dedi.

“Ben de çok severim bu çayı, yeni demlemiştim. Bekle, beraber içelim, hem de laflarız, öncekiler gibi,”

“Bu enfes kokuya hayır diyemem, Nimali biraz daha beklesin,”

“Tamamdır, birazdan yanındayım,”

Kütüphane de çalışan arkadaşının evi de taştan yapılmaydı. Duvarlar, biraz düzensiz olsa da kendi evine kıyasla çok daha iyi durumdaydı. Sırtına asılan rafları ve oradaki bir kaç kitabı taşımasında bir sıkıntı yoktu. Ortak noktası, fazla eşya bulunmayan bu evde, İkili kekik çayı içerken, Quedyna:
“Hep sormak isterim sana. Sen, cesaretli, gözü pek, korkusuz ve sağlam karakterli bir insansın. Kuşatma altındaki bu şehir için diğer iki arkadaşınla canını dişe takarak savaşıyorsun. Acaba, bu şekilde yaşamak yerine, büyücü olarak hayatını sürdürmeyi hiç düşündün mü?”

“Pöh! Büyücülük kim, ben kim. Hem nereden çıktı bu soru,” dedi ve bir yudum daha çayın lezzetine kapıldı. Ardından, kendisi gibi yalnız yaşayan ama çok daha düzenli bir hayatı olan Quedyna, hayretle: “Ağzını mı şapırdattın sen?”

“Öyle mi oldu? Oradan bakınca böyle mi ifade ediyorsun. Ben, daha çok çayın verdiği enfes hazzın, içindeki limonun sarmaladığı o ekşi tadın etkileşimi ile, dudaklarıma dokunan yansıması olarak algıladım,”

“Ne… Nasıl… Neyse… Bu süslü tanımlamaya takılmayacağım. Tamam, uzatmayacağım, hadi öyle olsun,” dedi ve muzipçe göz kırptı. “Geçenlerde kitapları düzenlerken bir tanesine denk geldim: büyücülerle alakalıydı. Oldukça kapsamlı bir şekilde anlatıyordu. Eskilerden bir büyücü ya da koleksiyoncu da olabilir, yaşantılara dair (büyü yapma sanatı ve sırları hariç) bilgiler vardı. Öylesine aklıma geldi,”

“Yalnız benim de ilgimi çekti, senin öylesine aklına gelen. Sence, büyücüler, tanrılar gittiği halde nasıl büyü yapabiliyorlar?”

“Onunla alakalı bir paragraf vardı, bütünü bozmadan anlatayım. Metamorfoz gerçekleştiğinde, iç içe geçmiş bu dört boyut, tek boyut haline gelmişti. Her bir boyut, tek bir dünyayı simgeliyordu. Burada dünyalar hakkında ayrıntıya girmemiş. Devam ediyorum: Oldukça şiddetli bir deprem her dünyada vuku bulmuş ve bu durum, büyük çapta bir enerji açığa çıkarıp yer ve gök bu salınan güçle cızırdamış adeta. Bu kısımda oldukça, büyük kelimelerine bir derecelendirme yapılmamış o yüzden geçiyorum burayı. Boyutların birbirine girmesiyle vuku bulan bu deprem, büyük bir yıkım meydana getirip o esnada ırklardan bir çok ölümlünün can vermesine neden olmuş. Dediğim gibi üstünkörü bir anlatım olmuş sanki,”

“Yani Quedyna direk anlatsan da araya yorum katmasan. Hem büyücüler de nerede kaldı, paragraftan kaçırılmışlar mı?”

“Sen de pek acelecisin. Bir yudum al kekik çayında rahatla ama sakın ağzında ‘sarmalanma yanması’ olmasın-“

“Araya girmek zorundayım. Yanma değil yansıma,”

“Her ne… Boş ver… Sanki düne göre oldukça keyifli görünüyorsun gibi, yorgun ve bitik halini düşünürsek. Bilge’yi görmene gerek yok. İkinci paragrafa geçiyorum: büyücüler, büyü yapabilme güçlerini tanrılardan alıyordu. Metamorfozdan sonra onlar ortadan kayboldu ancak büyü dünyada kaldı,”

“Haklısın az da olsa neşeliyim. Kız kardeşimle uzun süredir görüşmüyorduk. Buradan evlenip gittiğini biliyorsun. O zamandan bu yana çok zaman geçti. Onu, yeniden gördüğüm için mutluyum. Bundan dolayı, biraz böyleyim ama kuşatma… Sohbete dönersek, yani, tanrıların kendilerinden kaynaklanan büyüden mi bahsediyor?”

“Anna Laira… Kardeşin, şehrin en güzel kızlarından biriydi, nasıl oldu da yabancı biriyle, koleksiyoncuyla evlendi, anlamadım. İyidir, umarım. Senin adına da sevindim. Hem, diyene bak, bir de bana araya girme diyorsun. Şöyle devam ediyor: Tanrılar, yine de büyücüleri unutmayarak -onların büyü yapmalarını tam olarak sağlamıyordu ancak zaman ilerledikçe onu geliştirme yolları buldular- açığa çıkan enerjinin bir kısmını, büyünün tamamen kaybolmaması için bıraktı. Diğer kısmı ise ‘Ölüler Hanı’ içindi,”

“Ölüler Hanı, derken… Evet, şehirdeki kaç kişinin onunla evlenmek istediğini biliyordum. Ama aşk işte, ne yaparsın,”

“Hatırlıyorum da, aralarında bir cüce bile vardı… Diğer taraftan, o kadar baktım, kitapta başka bir yerde rastlamadım. Han derken mecazi mi yoksa gerçek anlamı mı, mezarlık adı mı, ölüler o esnada ölen büyücülerin ruhları mı, bir makam simgelemesi mi anlayamadım. Üzerine de biraz araştırma yaptım ama kitaplarda rastlamadım,”

“Bilgi kaynağı büyücü var ama çok yüksek yerdeki karakterine ulaşmak, büyücü olmaktan daha zor,”

Quedyna hor görüyle, “Aman aman, kalsın, almayayım,”

“Eh, az da olsa nasıl büyü yapabildiklerine dair değil de büyü güçlerinin nereden geldiğine ait bilgi kırıntısı almış oldum. Hmm… gözüme çarptı da, raflardaki kitapların arasındaki bu ejderha biblosu da nereden çıktı,”

“Kapağı sana bakan ile kenarı ceviz rengi yeşil kitap arasındaki olanı mı diyorsun? Kütüphanedeki masaların üstünde buldum… Ejderha dedin de-”

“Evet, tam üstüne bastın onu diyorum, bakabilir miyim? Ejderha… Ah dilimi tutmalıydım mı diye düşüneyim. Eğer o bibloyu bana verirsen, dinlerim. Zira mavi renk, en sevdiğim renktir,”

“Mavi dedin de kitabın rengi de aynıydı. Yazar, belki de gezgin de olabilir zira incelediğime göre İsmi Cyernadel’di. Yazdığı: Metamorfoz’dan sonra anlaşılanlara göre pılını pırtını toplayıp ortadan kaybolan sadece tanrılar değil, onlarla beraber ejderhalarda sırra kadem basmıştı. Onların neden bu kadar yıl görünmediğine ve tekrardan ortaya çıktığına dair tam olarak bir bilgi mevcut değil ancak bazı büyücülerin-”

“Su varsa alabilir miyim,” dedi aniden Marjuarane. Böyle giderse konuşmayı seven, geveze kütüphaneci onu bırakmayacaktı.

Quedyna, sözünün kesilmesine aldırmadan içeceği getirmeye gittiği sırada, Marjuarane, yerinden kalkıp, bibloyu alıp tam kapıdan çıkıyordu ki…

“Hey! Nereye gidiyorsun? Kitaplardan bulduğum yeni bir şehri keşfetmiştim,”

“Sağ olasın, gitmiş kadar oldum. Senden kurtuluş yok, hem çaydan hem de şu üstümdeki ağır kıyafetlerden sıcakladım. Daha Nimali’nin yanına gideceğim,”

“Dur, tamam, anladım. Benim de kütüphaneye gitme zamanım gelmiş. İyi oldu vakti de geçirmiş oldum. Bu zarfı sana vermemi istedi Bilge. Bana, sakın açma, dedi. O yüzden ne olduğuna dair hiç bir fikrim yok,”

“Ne yani, sen, beni vakit geçirmek için mi kullandın,”

Quedyna omzunu silkerek, oradan bakınca, öyle mi görünüyor, dercesine, “Ne demek! Bilgi paylaşımı oldu işte. Daha fazla oyalamayacağım seni,. zarfı sana veriyorum. Hadi çıkalım. Ben kütüphaneye, sen de tabii ki hana. Nimali’yi tanıdığım kadarıyla orada vakit öldürüyordur.”

Marjuarane kağıdı aldı ve veda ettikten sonra hana doğru yol aldı. Tam gidecekken Quedyna’nın o şakacı sesi geldi: “Farkındaysan, neden bugün farklı giyindiğine dair soru sormadım dostum.”

Savaşçı, aslında Quedyna ile konuşmanın kendisine iyi geldiğini, çayın rahatlattığını, yürürken daha iyi anladı. Arkadaşının evi, kendisinin nispeten merkeze biraz daha uzak evine göre, daha yakın konumdaydı. Şehrin ortasındaki geniş bir alana yayılmış meydana yüksekten bakan Kütüphane de onun çok uzağında değildi.

Marjuarane, adımları meydana varmadan bir başka sokağa yaklaşırken ve yüzünde, tam, gülümsemenin kapısını açacakken, çoğunluğu kare ve antrasit renkte taşlarla döşenmiş yolun sonundaki hanın kapısından birilerinin dışarıya fırladığını gördü.

Bu arada Quedyna, yüksek katlı, giriş kapısının önünde, birbirine uzaklıkları aynı, yan yana dört tane uzun sütunun bulunduğu, yan taraflarında kabartma şeklinde bazı figürlerin olduğu, üst yüzeylerinin mermer bir tavana bağlandığı ya da tutunduğu, yapının ön avlusu görünen yerin yanındaydı. Böylelikle, dış tasarımı ise düz ve ayrıntısız olan kütüphaneye varmıştı. Bilgenin yanına gitti ve:
“Efendim, zarfı verdim, bibloyu da kendisi almış gibi oldu,”

“Güzel, zarf ona geçiş için lazım olacak biblo da… Neyse, o bende kalsın. İşinin başına dönebilirsin.”

Orta yaşlı arkadaşı, kütüphanedeki yerine geçerken Marjuarane hanın kapısına dokunacak kadar yaklaşmıştı. Kulağına, sanki bir şelaleden dökülen su gibi dışarıya düşen gürültüler geliyordu. Ne tam olarak dışarıya giden ne de içeride kalan, kapının arasındaki yere düşmüş bedenlerin üzerinden atlarken, bir anda yana eğilerek havada süzülen kupanın birinin kafasıyla buluşmasına engel olmuştu. Bu durumu atlattıktan sonra, barın arkasındaki hancı Bran’e bir selam çakıp kısacak sürede ortama göz gezdirirken, aynı zamanda kendisine doğru uçuşa geçen ve hali hazırda geçmekte olan sandalye parçalarından sakınmayı da unutmamıştı. Üstüne üstlük, atılanlardan birini yakalayarak en yakınındaki sarhoşlardan bir diğerinin suratına keyifle yapıştırmıştı. Nimali de Onun geldiğini fark etmiş ve yüzüne, gülümseme yerleştirmeye çabalarken o esnada sırtına sandalye yemekten kurtulamamıştı. Karşılık olarak ta o kadar kişiyi yere sermesine rağmen kendisine vurma cesareti gösterene, bunu yapmaması gerektiğini, sert bir yumruk darbesiyle büyük bir keyifle ifade etmekten kendini alamamıştı. Yine de, simasının bir kaç yerinde yediği darbelerden dolayı renk yoğunluğu düşük koyuluklar göze çarpmasına rağmen onun umurunda değildi zira yumrukların güçlerini yarıştırdığı, sarhoşların hangimiz daha sarhoş olarak yalpalaya yalpalaya dolaşıp bilimum malzemeyi vücutlarına yiyerek düştüğü, şişelerin, masa ve sandalyelerin ortama uyum sağlayacak diğer yandaşlarının, havada fink attığı bu kavgada bulunmaktan memnun olduğunu, yüzündeki gülümsemeyle devamlı arkadaşına anlatıyordu. Marjuarane de geri durur mu, çorbada benim de tuzun olsun babında, onun için bir yumruk, tekme, arada güzelleme yaparak kafa atma… gibi lütuflarda bulunmaktan kaçınmıyordu çünkü bu konularda yardımseverlikte eli çok açıktı.

Hancı ,bir süre daha seyretti ve iki gözü pek arkadaşın ayakta kalması, diğerlerinin yere serilmesi sonucunda, perdenin kapandığını anladı.

“Bran, bana oradan bir bira daha versene. Üzgünüm, hanın için ama biliyorsun ve beni tanıyorsun, o lanet cüce, bana o şekilde hitap etmemeliydi,” dedi, nefesindeki kavga etmenin heyecanını diline keyifli bir şekilde yansıtarak.

Hancı, her zaman aynı sebebi ya da benzerlerini bu ifadeyle duymaktan hiç sıkılmamıştı. Beklediği gibi, bu durumun ikinci dereceden müsebbibi, yere serdiklerinin ceplerinden, altın ,çelik ve yüzük, farklı mücevher ne varsa onun önüne bıraktı.

“Bunlar senin zararını karşılar, bira için sağ ol.”

Bran isimli hancı, her zamanki gibi önemli değil şeklinde yüz ifadesi takındı, ne de olsa Marjuarane’nin arkadaşının sergilediği bu gibi durumlardan sonra, aynı görünüşten onda fazlaca bulunuyordu.

İkisi, hanın çoğunluğu kırık ve tahtaları örselenmiş biçimde yerde bitik, devamlı tamir izleri bulunan, yorgun kapısından çıktılar.

“Şu yüzüne bir baktıralım, Nimali,”

“Beni boş ver, o kadar da önemli değil. Bu arada, görüyorum ki üstündeki kıyafetlerden, belli ki tam teçhizat hazırlanmışsın. Konu var da eğlenecek olan sadece senmişsin gibi, nereye böyle,"

“Nereye mi? Hiç oluyor mu böyle ama seni bu zevkten mahrum bırakır mıyım. Ben de haber vereyim diye yanına gelmiştim ama sen zaten bir şenlik ateşi yakmışsın. Üstüne başına bakılınca, o ateşte baya yandığın anlaşıyor,”

“Ne var üstümde, biraz sarhoş kanı, az da olsa kirlenme, eh, içki lekeleri, belki yemek parçalarının bıraktığı izler… Abartmaya gerek yok, çok kötü görünmüyorum. Ben fazla oyalanmayacaktım. Bran’ın bir iki birasını yudumlayıp eve gidecektim ancak o aptal cüce bana dedi ki… Neyse ne dediği senin için o kadar önemli değil. Ben de dayanamadım ve ortalık mutluluktan dört köşe oldu,” Ardından kendine biraz daha çeki düzen verdi. Aslında çok dikkatli bakılmasa, belirgin olan her hangi bir olumsuz görüntü yoktu. Uzun, açık tonlu sarı saçları dağılmıştı o kadar. Yüzünde de ufak çizik, gibi bir şeyler vardı kendisine göre. Dışardan ona bakanlara göre durum farklı yönde seyredebilirdi.

“Cücenin sana tahmin ettiğim gibi o şekilde hitap ettikten sonra senin yüzünün halini canlandırabiliyorum da…” dedi muzipçe Marjuarane.

Bu ifadeden sonra Nimali, dudaklarını hareket ettirme ve bir şekle sokma yoluna gidecekti ki sonra o sokağa sapmaktan vazgeçti. Bu arada, ikili, konuşa konuşa, diğer arkadaşlarının yanına gelmişti. Vardıkları yer, şehirdeki erkekler için en çok tercih edilen şifacının birinin eviydi çünkü sahibi oldukça işveli, cazibeli, çekici ve bir o kadar da güzelliği tescillenmiş, tavan yapmış biriydi, yani, bu sıfatlar iyileştirmedeki yeteneğini biraz gölgeliyordu ama… Onun dokunduğu yerde tedaviden başka şeyler de bitiyordu. İkisinin arkadaşı olan Soriol, ufacık bir darbe alsa ya da parmağına bir şey batsa soluğu hemen bu şifacının yanında alırdı. Onun o tatlı nefesini yanında hissetmekten, kız da oldukça memnun olurdu. Hatta bir keresinde Soriol, arkadaşlarıyla başka bir mücadeleden dönerken ağacın birinden iğne yapraklarını koparıp parmağının birkaç yerine batırmıştı çünkü Bilge’ye döndükten sonra rapor vermek zorundalardı ancak kendisi dövüş esnasında ne bir yara almış ne de şifacıyı acilen görmeyi gerektirecek bir durum ortaya çıkmıştı, bu yüzden böyle bir yola başvurmuştu. Bunu gördükleri zaman iki arkadaşı da gülmeye haber salmış ama kahkaha gelmişti.

Şifacı, başkalarına hayır der ama Soriol’a hiç demez ve onu tedavi etmekten ayrı bir zevk alırdı. Üçü de yaşadıkları yerde bilinen ve sevilen savaşçılardı. Şu durumda, Chrubergine şehri sakinleri, onlara, yaptıkları katkılardan dolayı minnettardılar. Şifacının ikisinin arkadaşına teşekkürü ise daha kişisel ve bir o kadar da özeldi.

Güzel ve alımlı kızın, kendi pespaye kapısından oldukça bakımlı kapısını çalan iki arkadaştan Marjuarane ve yanındaki, dostlarını beklemeye başladı. Bu kapı çalış tarzının ne anlama geldiğini hem kız hem de arkadaşları biliyordu. Bundan sonra homurtuyla oflayan, puflayan sesler az da olsa dışarı sızdı. Çok fazla vakit geçmeden yakışıklı dostlarının üzgün yüzü göründü ve onu iyileştiren kıza, minnettarlığını sözle iki arkadaşının önünde dile getirmek zorunda olduktan sonra kapısını kapattı. Bu söylevin akabinde, iki dostu da gülümserken Soriol homurdanıyordu.

“Biraz geç gelseydiniz ne olurdu. Sarmina, o büyülü dokunuşuyla, şifayı, tedavi isteyen yerlerime orantılı olarak dağıtırken ve ikimiz de bundan fazlaca memnunken gelmeniz gerekli miydi. Başka kapı çalış şekli bilmez misiniz siz! Tam kızın, pardon otantik bitkilerin kokusunu…”

Konuşmanın devamını duyduktan sonra diğer ikisinin yüzündeki gülümseme genişleyip kahkahaya dönüştü. Bu, onların simasında bir süre kiracı olurken arkadaşları, “Yine nereye gidiyoruz,” diye söylendi.

“Bana bakma Soriol, ben de tam olarak emin değilim hatta hiçbir fikrim yok nereye gittiğimizden. Marju, bu şekilde benim yanıma geldi ancak bana da herhangi bir şey şu ana kadar söylemiş değil, ardından senin yanındayız işte,”

“Bakıyorum da, yine eğlenceye dalmışsın,” dedi Soriol, arkadaşının haline bakarak. Aksine somurtmaya devam ediyordu.

“Biliyorsun, benim nasıl vakit öldürme yöntemim olduğunu. Aptal bir cüce-“

“Tamam Nimali. Sonra anlatırsın. Gidin ve bir an önce yolculuk kıyafetlerinizi giyinip gelin. Döndüğünüz de ne olduğunu anlatacağım,” dedi ve onlara işaret etti Marjuarane herhangi bir söz beklemeden.

İkisini, bekleme durumunda fazla kalmadı zira kendisi gibi aynı nitelikteki iki arkadaşı, yolculuk kıyafetlerini kuşanarak gelmişti. Üçünde de kılıç bulunurken Soriol da ek olarak ok ve yay vardı. Marjuarane de bulunan hançer, bıçaklar ve diğer ikisindeki bıçaklar da, mücadele esnasında ek önlem olarak, rakiplerinin niyetine göre kolaylıkla durumu kendi lehlerine döndürebilecek şekilde görünmeyecek yerlerdeydi. Üçü de, kış şartlarıyla beraber tehlikelere de uygun, benzer koyu renk kıyafetleriyle, sağlam, dayanıklı, kaslı ve de iri yapılıydı.

Birbirlerini yıllardır tanıyan bu arkadaşlar, son zamanlarda daha sık bir araya gelip diğer şehir savunucuyla beraber Siyah’ın yardakçılarıyla mücadele ediyorlardı. Yurtlarının içine sızmaya çalışan düşmanları, ufak çapta da olsa bunu başarmışlardı ancak bu durum, şu an için tehlike olmaktan uzakta seyrediyordu. Baskı gitgide artarken nasıl ki karşı taraftan zaiyat oluyorsa savunucular tarafından da oluyordu. Özellikle kuzey doğu tarafındaki sarp kayalıkların arasından ve güneydeki, arasında uzun bir yol olan Chirra vadisinin oralardan. Şehrin içinde bu kuşatmadan sıkılan az sayıda olanlar vardı ancak, onların sesleri kısıktı. Burayı, her taraftan saranlar, kentin kuzey doğusunda bulunan, merkeze uzakta olan kasabalar ve köylerle beraber kıyı kesimleri hariç duvarlarla örülmüş yerler olsa da, bazıları dışında çıkışa izin vermiyorlardı bundan dolayı şehrin yardım alması pek muhtemel görünmüyordu. Bu yüzden kuşatmacılar ya da yağmacılar, buranın merkezine en yakın yer olan doğudaki ana kapının olduğu bölgede toplanmıştı. Takviye kuvvetlerle kalabalık daha da artıyordu. Gizli yollarla gönderilen istekler ise sonuçsuz kalmıştı. Kimse çağrılarına yanıt vermiyordu çünkü onlar Siyah’ın adamlarıyla ve dolayısıyla ejderhayla ters düşmek istemiyorlardı ki bunlar, onun hizmetkarıyla önceden kendilerine göre anlaşma yaptıklarını sananlardı. Siyahın umurunda değildi bu akitler, herkes biliyordu ki onun bölgesinde arzu etmediği herhangi bir şey olmazdı. Ne kadar umursamaz görünse de kendisine yapılacak olan etkili bir müdahalenin farkına varırdı. Şu an için Chrubergine şehri, daha vızıltısı rahatsız verecek dereceye ulaşmayan sinek gibiydi.

Batının sahibi olarak kendini gören Siyah, diğer iki büyük ejderhayla yeterince mücadele etmiş, hakimiyet bölgeleri belirlenmiş ve aralarında ateşkes yapılmıştı. Dinlenmek istiyor ve herhangi bir şekilde bunun bozulmasını arzu etmiyordu. Adamları, Onun kanatları gölgesinde, bölgesini idare ediyordu ve onlar, yönettikleri yerlerden efendilerinin bilgisinde vergi alıyorlardı. Açıkçası ejderha için alınanın ne olduğu önemli değildi, ehemmiyet arz eden ise Ona tabi olmalarını bu şekilde göstermeleriydi. Eğer, herhangi bir yerde sorun çıkarsa ikinci adamı devreye girer, çare olmazsa birinci adamı, o da sonuç alamazsa bizzat kendisi duruma el koyar ve oraya, cezasını kati bir zalimlikle verirdi. Diğer şekilde, hizmetkarları, Onu rahatsız etmekten korkarlardı.

1 Beğeni