Taşların Gölgesinde: Yedinci Bölüm

BÖLÜM 7

Sawnhall, Liando ve Kaimeld, tünelin çıkışında, geniş ve ışıksız bir alanla karşılaştılar. Büyücü yamağı, asasının ışığıyla etrafı gezmek babında dolaşmak için adım attı. Duvarlara yaklaştıkça meşalelerin olduğunu gördü. Diğerlerine de işaret etti. Üçlü, onları bir şekilde yakarak bulundukları yeri araştırmaya koyuldular. Ateşin ışığı bir nebze olsun karanlığı kovuyordu.

“Tüneldeyken duyduğumuz seslerin sahipleri ejderha mıydı sizce?” diye sordu elf, tabanı düz ve loşluğun gölgelerinin düştüğü zeminde yürürken.
“Belki… Hiç duymadığımız bir dil ve çatallanmış konuşma tarzı. İyi de, meşalelerin verdikleri sınırlı ışık sayesinde gördüğüm kadarıyla burası geniş gözükse de onların sığabileceği giriş ya da çıkış yok, kanımca,”
“Zaten öyle olsa şimdiye kadar buradan kurtulmuştuk,” diye cevabı yapıştırdı Sawnhall, tünele yakın girişe bakan ilk kolona dokunurken. Parmaklarının verdiği his, yüzeyi sanki bir kristal taşın dış yapısı gibiydi.
“Bence şekil değiştirmişlerdir. Buralarda, bir yerdeki kapılardan girip çıkmışlardır. Alanda gerçek şekillerinde konuşurken, giderken de bizim gibi cılız bir forma dönmüşlerdir,” dedi Kaimeld, duvarların yakınında yürümeye devam ederken.

Sawnhall, ateşin ışığında dokunduğu kolonun doğrultusunda ilerledi ve giriş yaptıkları yöne yakın duvardaki kısımda yukarıya doğru çıkan merdiveni fark etti. Oradan çıkarken:
“Tamam, dediğin gibi olsun da ben kapı falan görmüyorum. Şu an, taştan yapılmış yedi sekiz basamaktan oluşmuş bir merdivendeyim. Siz ne yapıyorsunuz,” dedi tepesinin bağlandığı yere ulaşmışken. Elleriyle basamakların dayandığı duvara dokunurken, garip bir şekilde pürüzsüz olduğunu fark etmişti. Nerdeyse yüzeyinde girintiye ya da çıkıntıya rast gelmemişti.
“Ben de, ortadaki oldukça sert dokulu kalın kolonun ardından gelen, girişe göre sol çaprazındaki, öndeki gibi ondan daha ince ve dışı kristalimsi olanının duvara bağlantısı dar ve kısa yoldayım. Buranın ortasında bir kapak var ve aşağıya doğru inen kısa sütunun içinde, yine aynı yöne giden o kısma perçinlenmiş demir merdiven var,” dedi elf sesinin seviyesini biraz arttırarak.
“Aynen, benim bulunduğum girişte de benzeri var. Ayrıca, bu yolun kolon bağlantısına varmadan bir düzlem olduğu görülüyor. Sütunun girişe bakan duvarla sonraki duvarlardan da buraya tutturulan yollarla beraber, ortada, yarım çember şeklinde bir platform var,”
“Söylediklerinin tıpkısı benim kolonun olduğu yerde de var,” dedi elf.
“Girişteki sütunun üstteki platforma ulaşması adına bir kez dönen sarmal merdivendeyim. Buradaki yarım çember sahanlık da aşağıdaki ile aynı şekilde yapılmış. Yukarı baktıkça böyle devam ediyor, ateşin ışığının izin verdiği kadarıyla sonu görünmüyor gibi. Bu arada, elimdeki de sönmeye yüz tutmuş durumda,”
“Aynen! Benzer şekilde devam edip gidiyor burası da, ben de senin gibi iniyorum,”

Sawnhall ve Liando, araştırmasının sonuncunda gördüler ki, bu geniş salonun ortasının (Sütunlardaki yarım platformların giriş ve tersi yönündeki alan) kat kat tavanlarla kapatılmıştı. Kalan yerlerin ise üstü açıktı ve en üst tarafının nereye uzandığı imkanlar (meşale ışıkları) doğrultusunda seçilemiyordu.

Kaimeld ise bütün yönlerdeki duvarları tek tek yoklamıştı, bir mağara ortamında bu kadar düzgün ve tertipli olmalarına şaşırsa da… Artı, zemin de aynı oranda iyiydi. Araştırmaya devam etmiş ancak kapıya benzer hiç bir şeye rast gelmemişti. Alanın ortasındaki üstü kapalı olsa da, kat kat tavanların ortasından geçmişçesine konumlandığı (Bunu açık alanlardan ışığın el verdiğince fark etmişti), ve nerede bittiği belli olmayan oldukça kalın kolona doğru yaklaşırken, Sawnhall da, geniş odanın duvarlarının köşesinde bulunan, iki yanındaki duvara iki kenarı bitişik, diğer iki kenarı dışa doğru çıkıntı şeklinde dört tanesinden birinin hemen hemen kareye yakın iki normal insan boyu yükseklikteki yere ulaşmak için bir başka bağlantı merdivenlerini kullanıyordu. Elf de, Kaimeld’in yanına gelmişti. Demirci, köşedeki bir şekilde basamağın üstünde iken duvara dokunacağı sırada, büyücünün sesi geldi. “Sawnhall, bizim yanımıza gel! Ortadaki sütunda kazınmış bazı işaretler var.”

Üçlü, merkezdeki -kendisinden daha ince ve dış yapısı kristalimsi dört tanesinden farklı-, kolonun yanında birbirlerine bakarken yüzlerinin bir kısmı -ellerindeki meşalelerin inayetinde- aydınlıkta, bir diğeri karanlıkla yıkanırken çıkış yok, cümlesi aralarında süzülüyordu.

Bulundukları yerde, biri önde, biri arkada aynı kalınlıkta iki tane olmak üzere dört kolon, onlarla duvarlarla bağlantı sağlayan ikişer tane yapışmış yol görünüyordu. Hepsinin ortasında bulunan kapaktan aşağıya inen kısa sütunlar bulunuyordu. Bu irtibat yolları, kolonlara bağlanarak yarım çember şeklinde platform oluşuyordu, önde de yanda da. Yukarı bakıldığında bu düzenleme kendini tekrar edip sonu yokmuş gibi tepeye yükseliyordu. Bulundukları alanın yukarısı, var olan ışığın yardımıyla da olsa tamamıyla belirginleşmiyordu.

Onlar, kalın kolonun üç tarafındaki kazınmış şekillere bakarken, Sawnhall da yanlarına gelmişti. “Ne oldu?” diye sordu az da olsa nefeslenerek.
“Merkezdeki ana kolonun üç tarafında bazı çözemediğimiz şekiller var. Sanki-”
“Dur! Hançer de titreme var,” diyerek şu an alalade görünen kılıfı çıkardı aniden.

Silahın üzerine asanın büyülü ışığı gelince yeniden dışı çözündü ve sapındaki kristallerle, keskin kısmındaki yazıları ortaya çıkardı. Karanlık olmasaydı ışık kendi doğasından gayri meşru karanlık doğururdu, şeklinde ortak dile çevrilmiş elf dilindeki cümle, mavimsi ışıltılarla belirginleşerek ana sütunun onların tarafına bakan yüzeyine yansıdı yani gölgeleri düştü. Bu ışık ve gölge oyunun başlangıcıydı. Hançer, kolona paralel yatay biçimde Sawnhall’ın elindeyken büyücü arkadaşlarının elindeki asanın konumu ise tepesindeki ışığın tamamının onu kapsayacak şekilde olmasıydı. Işık, hem hançerin sapındaki mavi kristallere vurarak onların kapısını çalıp uykusundan uyandırıyor hem de sütunun yol arkadaşlarına bakan tarafındaki yüzeyini daha da aydınlatıyordu. Böylelikle aralarında boşluk olan kazıntıları daha da seçebildiler. Derinliği düşük oyuklarda, elfçe kelimelerinin gölgelerinin oynaştığı, yanlarında büyülü ışığın ve güne merhaba deyip hareketlenmiş beş tane kristalin gölgelerinin bir arada takıldığı topluluğun olduğu yerde: İlk şekil, kılıç, ikincisi balta, üçüncüsü kalkan, dördüncüsü hançer, beşincisi asa ve altıncısı altıgen şeklinde ejderha puluydu. Bu sıralama ana kolonun girişe yakın diğer iki sütuna bakan tarafındaydı. Ne olduğunu anlamasalar da yol arkadaşlarından Liando, aynı kombinasyonun diğer iki sütuna bakan yani girişin tersi yönündeki kısmı gören yüzeyde de iki tane daha olduğunu fark etti. O, bunu yaparken hançerdeki mavi kristaller, asanın tepesindeki daha da güçlenmiş ışıktan yayılan dalgaları ya da parçacıkları, açtıkları kapıdan içlerine çekmeye devam ederken bu durum dışa verdikleri ışıltılarını daha da yoğunlaştırıyordu. Diğer taraftan aynı oranda hareketlenmelerini de sürdürerek ve içlerinde barındırdıkları ışık yoğunluğunu birbirlerine, değişim geçirmiş renklerde ikram ederek aralarındaki bağlantı yolları, yani kristal parçalarının konumları ilk kazıntıdaki silahın, kılıcın formuna yakın bir biçim aldığında, onların aynı tonda birleşmiş dışa verdiği parıltısı oyuktaki gölgelerin üstüne düşerek onları kovmaya başlamıştı. Büyücü asasını, ilk kazıntının olduğu yere, hançerin konumuyla bağlantılı olarak daha da yaklaştırarak, tepesindeki büyülü ışığın salınan demetlerindeki parçalar gölgeli yere daha da düşerek, sanki kale savunmasındaki surlara merdiven dayayıp çıkmak gibi şeklinde saldırarak orasının koyuluğunu daha da açıyordu. Işığın ve gölgelerin birbirleriyle dans ettiği yerde yani ilk oyuktaki pistte, figürler icra edilirken demirci ve büyücü, Liando’nun gösterdiği diğer kısımlardaki iki tane kılıç kazıntısına gitti. Hançerdeki kristaller, keskin tarafındaki elfçe yazı ve asanın tepesindeki ışık ve gölgelenme aynı performansı sergileyerek gösterinin açılışını tamamladı. Sonrasında, dış sınırı silahın şekliyle aynı olarak içerisinde hem ışığın hem de gölgelerin olduğu dört tane ayrı yol (ilk kılıçtan iki, diğer ikisinden de birer tane olmak üzere) çıkarak ve ortamda lineer bir biçimde kat ederek; bir tanesi, karşılarındaki dışı kristalimsi sütunlardan birine, bir diğeri yanındakine ulaşırken, diğer iki yol ise ters taraftaki, ana sütunun yüzeyi gören diğer iki sütuna gitti. Aynı anda yüzeyindeki derinliği düşük çukurumsu yerdeki üç ışıltılı ve gölgeli biçimli kılıçtan, sınırı silahın şekilde ışınlar uzayarak ve devam edip aynı biçimde bir yol oluşmasını sağlayarak ana merkezdeki sütuna bakan diğer dört tane ince kolonun kristal yapıdaki dış kısımlarına kadar ulaşıp orada yeniden yansıdılar. Ancak yeni oluşumlar kılıca benzer değildi. Birinci sütunda hançer, ikincisinde balta, üçüncüsünde kalkan ve dördüncüsünde de asa şekline dönmüştü. Gösterinin ilk perdesi böylelikle kapanmıştı.

İkinci perde için hançerin üstündeki mavi kristaller, balta şekline döndü. Tıpkı kılıçtaki gibi ışık ve gölgenin oyunu sahnede aynı şekilde devam etti. Balta biçimindeki ışıltılı ve gölgeli kazıntılardan yine ışık ve gölgeler uzayarak ve silahın şeklinde, yeni, önceki gibi dört tane yol oluşturarak, dört tane sütunun dış kısımlarına kendisinden bağımsız diğer aynı sayıda silah (kılıç, hançer, kalkan ve asa) şeklinde yansıdı ya da orada yeniden oluştu. Her bir sütundaki ışıltılı ve gölgeli yansımaların silah şeklindeki biçimlenmesi farklıydı. Örnek vermek gerekirse: kılıcın yanında balta şeklindeydi. Bu arada merkezdeki sütundan diğer dördü arasında oluşan ışıltılı ve gölgeli yollarda ışık parçalarının yoğunluğu daha da artıyor ve ince kolonların dış yüzeyine ulaşıp, çarparak yansıyanları daha da belirginleştiriyordu. Sahnedeki üçüncü oyuncu kalkan ise yine aynı tarzı uygulayarak, içindeki ışık ve gölge parçalarının oynaştığı yeni yollar oluşturarak diğer dört sütunda kendisinden farklı olarak diğer dört silahın (kılıç, hançer, balta ve asa) yansıması öncekilerle aynı silahın biçimlenmesi olmayacak şekilde meydana geldi. Şu an on iki tane ışık yoğunluğu daha da artan ama hala gölgeli yerleri olan yollar oluşmuştu. Dördüncü oyuncu hançer, beşinci oyuncu da asa aynı yolu izlediler. En son oyuncu ejderha pulunun rolü biraz farklıydı. Zira sütunlardaki yansıması birebir aynıydı. Altı tane oyuncunun ilk sahnesi tamamlanmıştı. Görünenlerden biri, merkezdeki sütunla diğer dördü arasında yirmi dört tane başlangıcı aynı silahın ve ejderha pulunun şekliyle oluşmuş ışıltılı ve az miktarda gölgeli yollardı. Bir diğeri ise bu yolların ulaştığı sütunlarda oluşturduğu aynı kolonda beş tane silahın farklı şekilde sıralandığı ve bu düzenlemenin en sonunda ejderha pulunun olduğu görünümdü. Bir süre sonra yirmi dört tane ışıltılı yansıma da tamamen dört sütunun dış yapısındaki kristallerin içindeydi. Gittikçe oralarda ışık yoğunluğu daha da artıyordu.

Gösterinin ikinci perdesinde hançerdeki mavi kristaller, bir kez daha yavaş yavaş hareketlenmeye başladı. Bu esna da dört sütundaki kristalleşmiş farklı şekillerde cisimlenmiş şeklen silahlar (örneğin: üç tane kılıcın yansıması olan dört sütundaki cisimlerin hali, başlangıç noktası kılıca) ışığın parçaları kendilerine vurdukça gelenleri absorbe etmişlerdi ve etmeye de devam ediyorlardı. Dış yüzeylerindeki küçük kristaller, bunları çekmeyi sürdürmüş ve nihayetinde içlerinde yoğunlaşmış, sığmayan güçle patlayıp daha küçük parçalara ayrılıp, bağlı olukları yoldan kat ederek referans noktasına geri dönüp orada esas olarak yeniden birleşerek, kristal bir kılıç oluşturdu. Balta, kalkan, hançer, asa ve ejderha pulu aynı şekilde ana kolunun üç tarafında maddeleşti. Her biri bağlı olduğu dört tane ışıklı yolu kendine sülük gibi çekerek ortadan kaldırdı. Yani gösterinin sonunda ana kolonun her üç tarafındaki altı tane oyuk, kristal yapılı silahların biçimlenmiş haliyle doldurulmuş oldu. Ufak bir aradan sonra, yol arkadaşları yeni bir şaşkınlıkla sahneyi izlemeye devam ederken hançerdeki mavi kristaller, hareketlenmelerini de sürdürürken üç taraftan altı tane kristalden, ilki kılıç, ana sütunun içine doğru kat ederek orada diğer ikisiyle birleşti. Yol arkadaşları, açılan yollara, bu sütunun fiziksel anlamda gerçek olup olmadığının şüphesiyle, şok olmuş biçimde bakarak kolonun ortasında küçük bir boşluk olduğunu gördüler. Üç yönden, o kısımda kristallerin birbirleriyle çarpışması gerçekleşti. Üç katmanlı kristal yapılı kılıç, birleşimini tamamladıktan sonra değişime uğradı. Dışındaki kristaller sıvılaşarak normal boyutundaki katmanlı silahın içine aktı. Yani dışı normal bir kılıç iken içi sıvılaşmış kristallerle doluydu. Silah boşluktan, o aralıktan aşağıya düştü. Kalanlar aynı şekilde sahneyi devam ettirdi. Ejderha pulu dahil diğer beşi de tabana kendini bıraktığında hançerdeki mavi kristaller, kapı şekline dönmüştü. Kolonda, içe doğru bölünmüş yollar oluşmuştu. Sawnhall, ne olduğunu diğerleri gibi anlamasa da, kulp yerindeki kristale dokununca sütunun bulundukları kısmında bir yer açıldı. Oradan baktıklarında kenarı metal bir merdivenle tutturulmuş deliği görüp hiç vakit kaybetmeden indiklerinde, silahların yerde durduğu, oda gibi bir bölmede olduklarını anladılar. Etrafta loş ışıkta, bazı malzemeler dağılmış bir biçimde görünüyordu. Kılıç ve hançeri, elf; balta ve kalkanı, insan; asa ve siyah renkli ejderha pulunu da diğeri aralarında onaylanmış şekilde aldı. Liando, odayı gözleriyle tararken bir yayı, sadağı ve okları fark etti. Onları da yanına alarak diğer ikisiyle beraber bulundukları yerin köşesindeki kapıyı açtılar ve yukarıya doğru sarmallar çizen merdivenlerden adımladıktan sonra girdikleri mağaranın çıkışını bulmuş oldular.

Yol arkadaşlarının üzerine mağaradan kurtulduklarından dolayı ve onları bekleyen arkadaşa yaklaştıklarından ötürü mutluluk oturmuştu. Yüz ifadelerinde bu misafiri ağırlarken önlerine, yoğun ağaçlarla örülmüş gibi görünen bir orman çıkmıştı. Bu esnada Sawnhall yeni edindiği silahlarını irdeliyordu. Şaşkınlığa uğradı. Bir tanesi, başı, keskin ve çift ağızlı ya da uzantılı, sağlam ve yoğun çelikten yapılmış gibi görünen, pürüzsüz ve saf maddeden dövülmüş sapıyla savaş baltasıydı. Bu fizikselliğine istinaden daha ağır olmalıydı, diye de düşünürken, hem sapta ve baş tarafında şekiller olduğunu fark etti. Bunların topluluğu silahın ayrı yerlerinde ve dört taneydi. Anladı ki şekiller birer kelimeydi. Tamamı gördüğü kadarıyla elfçeydi. Onları, Liando’ya göstermek için davranacakken, baltanın sapının tabanında da parmakları bazı çukurluklara dokundu. Bunlar dört silahı simgeliyordu, kalkan, kılıç, hançer ve asa. Elindeki bir diğer silah kalkanda da aynı kelimeler onun iç tarafındaki farklı yerlere kazınmış, kılıç, hançer ve asanın yanına da balta simgesi eklenmişti. Diğer iki arkadaşı da şaşkındı zira onlar da fark etmişti. Elf deki kılıç ve hançerin kabzalarının tabanında, ilkinde balta, kalkan, hançer ve asa simgesi varken ikincisinde de kılıç, balta, kalkan ve asa vardı. Ve yazılarda, kılıç ta bir tanesi kabzanın üstünde, ikisi ejderha kanadı şekline yakın, siperliklerde, dördüncüsü de keskin tarafındaydı. Hançere de benzer şekilde dağılmıştı. Asanın tabanın da kendisinden farklı diğer dört silahın simgeleri varken, üst yüzeyinde de diğer dört kelime yazılmıştı ya da kazınmıştı.

Liando, bu kelimelerin silahların elfçe karşılıklarını olduğunu dostlarına ifade etti. Salew için kılıç, allmaara için balta, redinoch için kalkan, cantee için hançer ve ellasiph için asa.
“Tünellerden sonra ormanı mı görüyorduk daha da yol var mıydı? Biz şimdi doğu da mıyız? Arkadaşının anlattığı mı bu? Bizim yaşadıklarımız neydi dostum, bizi neye bulaştırdın? Bu silahlar, ki gerçekten çok hafif, üstündeki kelimeler, simgeler…” diye soru yağmuruna maruz bıraktı Sawnhall, arkadaşlarını. Elindeki silahlara sorgulayan gözlerle bakıyor ve kelimelerin onlara hangi anlamda bir katkısının olup olmadığını düşünürken diğer taraftan farklı silahların simgeleri de acaba ne ifade ediyordu. Onun da diğer ikisi gibi kafası oldukça karışıktı. Geçitleri bulan hançer, kalın ve uzun soğuğa dayanıklı kıyafetinin içi tarafında olan… O ayrı bir muammaydı.
“Al benden de o kadar,” dedi şüpheyle kılıç ve hançere bakan elf de.
“Hiç bir fikrim yok! Kafam, tamamıyla allak bullak sizinki gibi. Bu yaşadıklarımız gerçek miydi, ki taşıdıklarımız asıl boyutlarında ve maddesel, gerçi de… Bu gördüğümüz, gideceğimiz yer mi, içinde bizi bekleyen var mı hiç bilmiyorum? Ayrıca silahlarımız gerçekten hafif ve asayı hareket ettirdikçe sanki bir kıpırdanma hissediyorum içerisinde. Yalnız ejderha pulu standart,”

İkisi de kıpırdanma, kelimesinden sonra sorgulayıcı gözlerle büyücüye kanalize oldu. Ne demek istiyordu. Bir taraftan da önlerinde görünen yola, ormana bakıyorlardı. Nitekim, yapacakları bir şey yoktu, bu maceraya başlamışlardı bir kere. Onlar yaklaştıkça ağaç topluluklarına, içlerinde garip bir his doğmaya başladı.

Elf, kelimeleri ve simgeleri anlamlandırma çabasında bir deneme yapmaya karar verdi. Öncelikle elinde tuttuğu kılıçta bulunan elfçe kelimelerden allmaara, diye fısıldadı ve silahın kabzasının tabanındaki balta simgesi bir anda içerisindeki küçük kristalleri canlandırdı. Liando oraya keşfetme babında parmağıyla dokunduğunda, kılıcın iç yapısındaki akışkan kristaller hareketlenerek, onu Sawnhall’ın elindeki baltanın birebir aynısı şeklinde çevirdi. Yani kelimeler söylenip elfçe olarak, simgeler tabiri doğruysa canlanınca, ve oraya temas edilince taşıdıkları silah, simgedeki neyse onun şekline dönüyordu. Nitekim elften sonra diğerleri de bunu tecrübe ettiler. Kısacası, kılıç, hançer, balta, kalkan ve asa birbirlerine bu şekilde fiziksel olarak dönüşebiliyorlardı. Ejderha pulu bu gruba dahil değildi. Üçlü, anladıkları şekliyle büyülü, kelimesinin içerisine sığdırdıkları ifadeyle, silahları deneyimlemeye devam ederken ormana iyice yaklaşmışlardı.

Bir çok tür ağaca ev sahipliği yapıyordu orman. İnce yapraklılarından kalınlara, girintili çıkıntılı olanlarından düz olanlarına, alçak dallılarından yüksek olanlara, geniş gövdelilerden incelere, uzunlukları yüksek olanlarından düşüklere, genç olanlarından yıllanmışlara vs. şeklinde, çeşitler vardı. Ormanın başlangıcında duruyorlar ve iki taraflı sık şekilde dağılmış ağaçların arasındalardı. Onların bulunduğu zemin de, çürümüş çalılarla doluydu. Ortama, uzaklardan yavaş yavaş sızan sisin görüntüsü, bakışlarının mesafesine girdi. Yol arkadaşları, sahip oldukları yeni silahlarını incelerken, tecrübe etmeye devam ederken, Kaimeld’in, kenarları girintili çıkıntılı, gri renkte asasının tepesindeki çift taraflı pençelerin sivri uçları, yarım çember şeklindeydi, ve tutunduğu nesneye dokunuyordu. Uzaktan bakınca, sanki şeklen olmasa da biçim olarak, iki göz boşluğuna benziyordu. Elindeki pul ise siyah renkteydi. Sawnhall, üç katmanlı baltasına bakarken ve onu üç katmanlı bir kılıca çevirirken sağ taraflarından bir mırıltı duyuldu. Yönlerini o tarafa çevirdiklerinde, gövdesi geniş sanki yaprakları küf rengine dönmüş yeşillikte olan ağacın dalında: üstünde kirli ve sökük, açık kahve renginde bir giysi olan, ayakları çıplak bir şekilde sallanan, kısa, küt, soluk sarı saçlı bir insan çocuğu fısıldıyordu.

Teni, elzem soğukla titreyen bir gece…

Üçlü, bulundukları yerde, süzülen bu tınının içinde barındırdığı tüyler ürpertici bir hissiyata istemsizce bir anda kapılırken, sol taraflarından bir dişi insanın çığlıkları kulaklarına şiddetle salındı. Onlar, sese doğru hızlıca giderken dönüp baksalardı, artık daldaki çocuğun orada olmadığını göreceklerdi. Neyin ne olduğunu tam kavrayamadan son nefesini verecekmiş gibi soluyan ağaçların arasından, feryat edene ulaştılar.

Huzursuz edici fısıltı başladığında kesif çığlıkta çıkışını yapmıştı. Sesi çıkaranın sahibi sanki baktıkça gözlerinin gece mavisi bir okyanusa kapılırcasına yoğun siyahlıkta uzun ve dalgalı saçları salınan, naçar ve seni üzüntüye sevk eden bakışlarla öte yandan şuh dudaklarından ıstırabın döküldüğü bir dişiydi. Yaprakları gri renkte, üstünde, cerahatli benekler bulunan bir ağaç tarafından hoyratça sarılmıştı. Çocuğun sarf ettiği kelimelerle eş zamanlı olarak; yapraklar eğilip bükülürken ve acı içinde feryat etmeye devam eden çekici insanın üzerindeki açık yeşil elbisenin üst düğmeleri parçalanırken, ağacın içinden çıkan minik böcekler, genç kızın zarif ve alımlı bedeninden aşağıya inip yerdeki çürümüş çalı parçaları üzerinde hareket etmeye başladı.

Çocuk aynı ağacın bir üst dalına çıkmıştı.

Korkunun koynunda çaresiz bakışlarıyla yatıyordu…

Aynı anda, küçük böcekler yürüdükçe, yaratıkların gövdesi ve ayakları büyüyüp kollarından ve onlardan bağımsız iskelet gövdelerine dönüştü. Ağaç dalları kollara ayrılırken, ucube uzantılarıyla çaresiz ve masum gözlerinden kanlı yaşlar sızarken, genç kızı sıkmaya devam ediyordu. Kendisi, kurtulmak için ne kadar debelense de ağacın iskelet parmaklarıyla dolu kökleriyle tırpan gibi tutuluyordu. Yer, bir anda, bazılarının etlerinin sarktığı, bazılarındaki gözlerin aklarının alınlarına yapıştığı ve bir kaçında sadece kandan kararmış ufak parçalara ayrılmış çatlak derilerin bulunduğu kuru kafalarla doldu.

Asap bozucu velet, bir alt dala inmişti.

Lime lime bedeninin sarsılışı, sadakati unutulmuş dost gibi olan hislerini barındırırken…

O bakmaya kıyılamayacak güzellikteki kurbanın yüzü, değişim halinde farklı bir mahlukun simasına doğru başkalaşım geçirirken, o bölge kanla doluyordu. Kuru kafalar, böceklerden oluşmuş gövdeleri orta kısım niyetine başlarıyla bütünleştirip, ağacın köklerini parmakları babında birleştirip, dallarını da ayakları yerine koyup doğruldu.

Yerinde duramayan ve gittikçe sinir bozan çocuk, bu sefer de yandaki ağacın dalına atlamıştı. Bunu yaparken: dehşetin kesif çığlıklarına koynundaki gecenin kanlı yaşları sarılıyor… diye fısıldamıştı.

Kızdan bozma yaratığın önceki baştan çıkarıcı ve arsız düşüncelere sevk edecek vücudu değişti ve elbiseleri de ufak parçalara ayrılıp atıldı. Kumaş paçavraları, oluşan iskeletlerin kemiklerine yapışırken gitgide büyüyüp yayılarak onların derilerini oluşturdu.

Yine yerini yadırgamış olacak ki, ilk konumuna yeniden zıpladı küt saçlı.

Ve yüzü, mutluluğu satılık eskici hatırasına dönüyordu…

Ne idüğü belirsizin bedeni, çorak topraklar misali çatladıktan sonra aralarına, kokuşmuş ağacın gövdesinin içinden gelen, iğrenç görünen bir sıvı doldu. Onun dudakları ve çatlak teni, lapa olup dökülürken, bu kötü kokulu akışkan madde, kuru kafalara ulaşıp oradan bütün bedenlerine yayıldı.

Kaimeld, Sawnhall ve Liando adındaki üç yol arkadaşlarının gördükleri dişinin özellikleriydi bunlar. Aslında durum bundan çok daha farklıydı. Zira esas dişi, bedeni buruş kırış bir yaşı geçmiş cadıydı. Fısıltıların oluşturduğu bu resim, yol arkadaşlarını kurtarmaya sevk etmekti ancak yerlerinde öylece sabit durmuşlar ve tuzağa düşmemişlerdi. Sebebini çok sonra anlayacaklardı.

Çok kısa bir sürede gerçekleşen korkunç ve neye benzedikleri belli olmayan oluşumları izleyenler, adeta donakalmıştı. Sanki, tokat gibi çarpan rüzgarın uğultusu onlara uyanın diyordu. Nitekim, iskeletler, ucube parmaklarından keskin tırnaklarını aynı anda fırlattı…

Çağrıyı duyan ve kulak veren yol arkadaşlarından büyücü Kaimeld, diğer ikisine işaret ederek, silahlarını hızlıca kalkana çevirmelerini söyledi. Elindeki asayı kalkana çoktan dönüştürmüştü bile. Sawnhall ve Liando kendilerine gelerek kelimeleri söyleyip, desenlere dokunup balta, kılıç ve hançeri de üç katmanlı kalkana çevirdi. Anında farklılaşan ve katmanlarına ayrılıp on beş kalkanın arkasına sığınarak, karşılarındaki ucubelerin gönderdiği ve bundan geri durmadığı birbirinin aynısı uzun ve sivri öldürücü nitelikteki yandaşların saldırısından ilk etapta kurtulmuşlardı. Yol arkadaşları korunaklarının arkasında gerilemeye devam ediyordu. Demirci, elfi uyararak ve büyücüye yerinde kalmasını söyleyerek planını anlattı. İkili aynı anda yana yuvarlanıp, kalkanları tamamen üç katmanlı baltalara çevirip yataylamasına fırlattılar. Oldukça keskin ve hızlıca, döne döne birbirinden ayrılmış on iki tane misafirin üzerine doğru geldiğini gören ucubeler, bu ani ziyaret konusunda hazırlıksızlık yakalandıklarından ve biçimsiz bedenleriyle istedikleri şekilde karşılama gerçekleştiremediklerinden dolayı, kuru kafalarına, kollarına, çarpık bacaklarına ve iğrenç sıvının dolaştığı gövdelerine davet beklemeksizin uğrayan kesiciler yüzünden bütünüyle parçalanarak bulundukları yere düştüler. On iki tane balta hedeflerin birinin kafasını kopartıp, oradan bir diğerinin kokuşmuş kolunu gövdesiyle birleşme noktasından temizce ayırmış, öbürünün iki bacağına yerden kesen darbeler hediye etmiş ve bir diğerinin de gövdesini baştan sona yarıp ikiye bölerek görevini icra etmişti. Kalan işçiler de layıkıyla kendilerine düşen ne varsa yerine getirip tamamı tek parça halinde 4 adet üç katmanlı balta şeklinde iş verenlerine dönmüşlerdi. Ardından Liando, baltaları kılıç ve hançere dönüştürmüş ve kalan çöpleri de tarumar edip en küçük ayrıntısına kadar biçmişti.

Kendilerine tamamıyla gelen üçlü, birbirlerine bunlarda ne, şeklinde tuhaf bakışlar attı. Hiç vakit kaybetmeden oradan ayrıldılar. Giderken onları takip etme cüreti gösteren, biçilirken arada kalmış, arka sokaklarda bekleyen yan kesiciler gibi gerideki sivri ve çürümüş parmaklar, ve kalkanlara çarpıp yere düşen sivri tırnaklar ve benzerleri tamamıyla parçalandı. Onlar, geldikleri yola ulaştıklarında oluşumların hepsi eriyip, sıvılaşıp toprağa karıştı.

Maceracılar, ne konuşacaklarını bilemez bir halde, yolda, gözlerinde filizlenip bakışlarından meyve veren endişeyle karışık korkuyla ilerlemeye gayret ederken, sis, ormanı daha da sarıp tümüne yayılmaya çalışıyordu.

Adımlarının sesleri daha fazla uzaklaşmadan silahları ellerinde dikkatli gözlerle etrafı dinlerlerken, önlerinden biri gelmekteydi. ”Bu ürpertici ormanda dişi bir elf, ne kadar ilginç,” diye fısıldadı demirci, diğerlerine. Sözü edilen, yol arkadaşlarına doğru yakınlaşırken, üçlü hazır durumda, önlerindeki sahne ne ise ona uyum sağlamaya kararlı bir şekilde bekliyorlardı. Karşıdan onlara doğru gelmekte olan: saçları altın sarısı, omuzlarından aşağıya doğru salınan, ince yapılı ve uzun boylu olan, üzerinde, donuk yeşil renkte, bedenini saran elbisesi ile gülümseyerek, narin ellerini uzatacak kadar yakınlaşmıştı. Önceki tuhaf olaydan dolayı şüphe içinde kalıp o şekilde davranış sergileyen arkadaşlar, onun yaklaşmasıyla paralel geri çekildi.

“Bu tuhaf ormanda güzel bir elf kızının ne işi olabilir. Arkadaşlar, hazır olun,” diye diğer ikisini fısıltıyla uyardı Kaimeld. Nitekim, gelen, merhaba deme şeklini, ellerinden çıkan sivri uzantılarla onlara ifade etti. Teyakkuz halindeki elf, kılıcıyla, kendilerine doğru gelenleri kesip biçerek karşıladı. Sawnhall, elinde baltasıyla saldırıya geçerken, elbiseleri yırtılıp, atılıp tüylü derisini ortaya çıkaran ve yüzü de değişen konuk, darbeleri kollarına ve bacaklarına yemekten kurtulamadı. Ancak uzuvlar, ne kadar kesilirse kesilsin tekrar yenilenip yaratığı ayakta tutuyordu. Mücadele ettikleri mahluk, vücudunu geriye büküp, asap bozucu kahkahası eşliğinde perdeli ayaklarını yere sabitleyip, kollarını yanlara açıp, sağ ve soldaki ağacı uzantılarla tutup, yerlerinden söküp önündeki üçlüye fırlattı. Altında ezilmelerini umduğu hareket, büyücünün, asasını yere vurup, tepesindeki boş göz yuvalarından çıkan ışın demetlerinin sayesinde, onların üzerinde bir kalkan oluşturmasıyla boşa çıktı. Dolayısıyla, beklediği olmadı ve ağaçlar temas edince parçalandı. Elf, hemen yayına ok sürüp kalkanın içinden yaratığa doğru defalarca fırlattı. Uçlarının, koruyucu tabakanın gücünü yüklenmesiyle, yol arkadaşlarının düşmanına çarptıkça, ucube bedenine sersemletici dalgalar gönderdi. Bu esnadan yararlanan maceracılar, yaratık kasılmalarla mücadele ederken aynı anda, keskin silahlarıyla dikkatlice, doğrusal ve seri hareketlerle onu parçalara ayırdılar. Ufak tanelere bölünen varlık yenilenemedi ve çöplük misali, yol arkadaşları tarafından kenarlara atıldı.

Harcadıkları enerjiden kaynaklı soluk almalarla, sırada ne var şeklinde önlerine bakıyorlardı. Hareketlerine göre, burasının ne olduğu, kendilerinin, özellikle büyücü yamağı arkadaşlarının bunu nasıl yaptığını ve silahların nasıl bu hale geldiklerini, anlamlandırmaktan vazgeçtiler. Birbirlerine soru sorsalar bile cevaplayamayacaklardı.

Onlar, düşmanlarıyla savaşırken sis, ormana tamamıyla sahip oldu.

Arkalarına baktıklarında yoğun dumanın elleri bunları karşılarken önlerine döndüklerin de ise ikizi aynı koyulukta hoş geldiniz diyordu. Birbirlerine göz attıklarında bile görmeleri zorlanırken korku içinde olsalar da, biraz dinlenme anlamında sağ taraftaki ağaçlardan birine yaslanmak için harekete geçtiler ancak tonu ağır ayak sesleri, sisin içinden onlara doğru hücum ediyordu. Kenarda durup beklerken, pusun içinden iki tane dev rast geldi kendilerine. Bahtsız üçlü, saklanma çabasında bir ağacın arkasına gizlenmişken, kocaman burunlarıyla onların kokusunu alarak korundukları yerin önünden onu söken iğrenç suratlı devlerin görüş mesafesine girmiş oldular. Hızlıca yerlerinden hareket ederek kaçma gayretiyle ilerlerken yaratıklardan biri, demirciyi yakalayıp uzağa fırlattı. Diğeri de net görmeyen gözlerle Kaimeld ve Liando’dan birini tutup atmak istedi ancak ikisi de yoğun sisin yardımıyla bundan kaçınarak kurtuldu. Ağacın birinin koyu gri gövdesine bindiren Demirci, çok çaba harcamadan ayağa kalktı. Kalkanını önünde tutarak devin birinin ayaklarıyla baltasını defalarca buluşturdu ancak kalın deriye çok da zarar veremedi. Kalkanı baltaya çevirip daha arzulu bir şekilde darbelerle kendisini ifade etti ancak yaratık hiç oralı bile olmamıştı ancak belli bir noktaya defalarca vurulmaya devam edilince burnuna konan sineği kovarcasına dikkat kesildi. Koca ayaklara sahip olan, ezme çabasıyla hareket ederek insana yeniden saldırdı. Sawnhall, yana yuvarlanarak bundan sakınabildi. Neresi olursa olsun nefes nefese derin pusta saklanarak kaçmaya çalıştı. Diğer ikisi ise, öbür devle zor da olsa yana kaçma, ayak hareketine doğru öne, arkaya yuvarlanma, elle tutma saldırısından korunma şeklinde, hızlı hızlı soluklarla püre olmamaya ve koca parmakların içinde sıkılmamaya çalışıyorlardı.

Devler, ağaçları fırlatarak, çalıları ezerek, hayvanların etrafa kaçmalarına neden olarak, ufaklıkları arayış içindeydi. Yine aynı rüzgarın fısıltısı Kaimeld’e, altıgen pulu ve asayı kullanmasını söylüyordu. Büyücü, soluk alabilse… Nitekim, ormanın içinde koyuluğun bir nevi korumasında saklana saklana, oradan oraya kaça kaça düşmanlarından uzaklaşmışlardı. Üçü de farklı yerlerdelerdi. Kaimeld, ejderha pulunu üçe ayırarak, ortası açık olacak şekilde birleştirdi. Sonra, birinin koluna bilezik takar gibi, asayı içinden geçirdi. Bu şekilde yukarıya doğru attıktan sonra pullar, her birinin üstünde, değnek üçe ayrıldı. Büyücü, avucunu kapattığında, pullar eriyerek üç asanın tamamının üstünü kapladı. Sağ ve soldaki sopalar iki kanada, ortadakinin alt ucu kuyruğa, orta kısmı gövde ve ayaklara, uç kısmı kafaya dönüştü. Havada, sisin kucağında kapkara gözleri aç bir şekilde bakan simsiyah pullara sahip bir ejderha meydana geldi. Kaimeld, bu oluşanı, el hareketiyle devlere gönderdi. Ejderha, orta büyüklükteydi normallerine göre ve ağaçlarla beraber devlere ateş kustu… İki canavar, yeni geleni yakalamak için kollarını savurdu ancak rakipleri kurtuldu. Bir kaç kaya fırlattılar fakat yine beceremediler zira taşlar eritilmişti. Sıra kendine geldiğini düşünen simsiyah pullu olan, önce onları yaktı, sonra da dondurdu. Hareket edemez hale gelen devleri de büyük bir keyifle elf ve insan, öncekiler gibi lime lime etti. Diğeri ise ejderhayı tekrar çağırdığında elinde asa olarak geri gelmişti. Pullarda, eski halindeydi.

Üçlü, tekrar yolda yorgun argın buluştu. Sis, önlerinde biraz açılmıştı. Devlerin parçaları da diğerleri gibi sıvılaşarak toprağa karıştı. Arkalarına hiç dönmeden yoldan devam ediyorlardı.

“Bu, artık adlandıramadığım çarpık ormanın bizden istediği ne? Yoksa rüyada mıyız? Büyücünün deney tabağında birer böcek miyiz? Yalnız, ejderha gerçekten iyi numaraydı,”

"Bana kalırsa dostum, biz tünelde kaldık, kurtulamadık, sanrılar görüyoruz, "

“Arkadaşlar yapacak bir şey yok! Bu lanetlenmiş ormana girdik bir kere, illa ki çıkışı vardır. Önümüzde bir nehir var,”

“Sence oraya gitmek iyi bir fikir mi. Dinlemeye hayır demem de sudan canavar falan çıkmasın,”

“Ne oldu elf. Hani, cairacocas adındaki göl hikayesini anlattığım yaratığı hatırladın mı? Ne düşünüyorsun şimdi, gerçek olabilir mi?”

“Bu yaşadıklarımızdan sonra kuvvetli bir şekilde olmaz diyemeyeceğim,”

Nehrin kenarında oturdular ve biraz soluklanmaya çalıştılar. Ağaca atılıp ona vurduğundan dolayı Sawnhall’ın sırtı biraz acıyordu, diğerlerinde bir sorun yoktu. Yine mırıltı duydular zira nehrin ortasında bir kayanın üzerinde çıplak ayaklı aynı çocuk oturuyordu.

“Karanlığın koyu dokusunu yoğun sis kaplarken içinden simaları parçalanmış kurumuş yaralarla dolmuş çarpık ve uğursuz bakışların katliama sevk almış görünüşleri süzülüyordu…” diye tısladı.

Üçlü yeniden ortaya çıkan ve uğursuz olayları başlatan bu zıpçıktının tekinsiz sözlerinden sonra ormanın başlangıcındaki gibi değişimler olur mu, şeklinde etrafı keskin ve bir o kadar da tedirgin gözlerle kolaçan etmeye durdular…

Onlar asap bozan çocuğa söylenirken arkalarındaki ağaçlardan o tarafa doğru gelen yolcular vardı. Yılanlar önce bir iki taneydi, sonra kendilerine üç beş tane daha katılıp kafile halinde sinsice tıslayarak avlarına yaklaşıyorlardı. Bu arsız veledin sözlerinden sonra yol arkadaşlarına doğaları gereği sinsice saldırmaktan vazgeçip hep beraber nehre doğru yol alarak içine girdiler. Suyun derinliğinde kaldılar.

“Soluğunda rüzgar ılgıt ılgıt esmiyor, kanlı bir düş patlamasından yeni dönmüş yıldızların canilikle yüklü ışıltıları ise acımasızdı…” diye devam etti sözlerine çocuk.

O, sözlerine başlarken Sawnhall da, öfkeyle Liando’ya işaret etti. “Sustur şu veledi!”

Elf, oldukça hevesli bir şekilde rahatsız eden çocuğa, üç tane temizinden ve sağlamından oklar ikram etti. Hedefleri nahoş sözlerine devam ederken, suyun derinliklerinde de dıştan görünmeyen değişikler oluyordu. Oklar yollarına devam ederken sudan üç tane balık, aynı anda havaya zıplayarak, kendilerini siper ederek, saplanmalarını sağlayarak onları durdurdu ve çocuğun önüne düştüler. Üçlü, yine şaşkınlıkla bakarken -artık doz iyice azılıyordu- velet, saygısızca sırıtarak yaralı balıkları, elini suyun içine sokarak aldı. Hiç bekleme yapmadan yol arkadaşlarına geri postaladı.

Bu eylemi gerçekleştirirken de, “Tavırları arkadaş canlısı olmadıklarını açıkça belli ediyor, zalim yüzlerine yerleşen ölenlerin feryatları ise deliliğe çağırıyordu.” diye de fısıldamayı ihmal etmedi. Eş zamanlı alarak sudan dev bir yılan fırlayıp balıkları havada kaparken, üçlünün ilerisinden de, nehrin kıyısından, karşılarından ayak sesleri gelmekteydi. Dev, koyu renkli yılan, ağzında balıkların dışını harika bir işçilikle güzelce kapladıktan sonra, çocuğun sözlerini sonlandırmasına yakın, gelenlerin yakınına gelince tükürdü. Ardından oradakiler, barbar insanlar bu balıkları iştahla yediler. Velet, çoktan sıvışmıştı.

Elf ve iki insan, bundan sonra acaba ne olacak, diye bekliyorlardı. Gördükleri kadarıyla ellerinde farklı ve uzun silahlarla barbarlar vardı karşılarında. Gel gör ki hiçbir şey göründüğü gibi değilmiş. Zehirli balıkları tüketenler, aniden farklılaştı. Kafaları, elleri ve ayaklarının derisi dökülerek iskeletlerini ortaya çıkardılar. Kollarından ve bacaklarından sivri çıkıntılar ortama merhaba diyerek, oluşum esnasındaki zorlamadan sızan kan, derisi hemen hemen dökülmüş -zira ufak et parçalarını da birbirlerine yardım ederek temizliyorlardı- el ve ayak parmaklarından damlalar halinde yere düşüyordu. Üzerlerindeki kıyafetleri parçalanmış, derileri çatlamış, lekeli yerleri, kimi yerleri açık kimi yerleri koyu renge sahip, yeni ucubeler yaklaşıyorlardı. Ayrıca parçalanmış kokuşmuş derilerindeki çatların arasındaki koyu kıvamlı sıvı, kafataslarına ulaşıyor, göz boşluklarından, burun deliklerinden, ağızlarından, sivri dişlerinin arasından dolaşıp yeniden vücutlarının diğer kısımlarında gezintilerine devam ediyorlardı. Ayrıca bazı kısımlarda kanla birleşerek takılıyorlardı. Bedenlerinden yere sızma konusunda da birbirleriyle yarıştıkları yerlerde yok değildi. Yaratıklar, arada durup kafataslarında kalmış olan et parçalarını da birbirlerine yardım severlikle temizliyorlardı. Kan ve diğer çürümüş sıvıların damladığı iskelet ellerinde sırık şeklinde silahlar tutuyorlardı. Kimisinde mızrak, kimisinde ucunda balta başı şeklinde keskin kısım bulunan asa, kimisinde kargı… vardı. Göz boşluklarındaki çukur ve derin yerlerden geçen sıvıların içinden bir nevi bakışlar atan bu ucubeler karşılarındakilere daha da yaklaştılar.

Üçlü, korkudan ziyade şaşkın ve anlamsız bakışlarla bunlar da ne, şeklinde birbirine bakıyordu. Kaimeld, silahlarını asaya çevirmelerini söyledi. Beş tane asanın, tepesindeki iki göz şeklindeki yerden aynı anda yıldırımlar hasıl olarak yeni model ne idiğü belirsizlere postalandı. Ucubeler, kendilerine çarpan bu ışınlarla, sarsılmış ve birbirlerinden farklı tarzlarda hal ve hareketlerle yalpalamış ama yere düşmemişlerdi. Ancak uzun sopaları onlarla aynı düşüncede olmayıp uzun kemikli ellerindeki sıvıları da alıp ayrılmış ve yeri boylamışlardı. Yaratıkların derisi daha da dökülmüş, kokuşmuş sıvılar dolayısıyla azalmış ama yürüyüşleri engellenememişti. Çürümüş çalıların üzerine düşen silahlarını tekrar alıp müdahale edeceklerdi ki on beş tane baltayla muhatap olmak zorunda kaldılar. Konuşmanın sonunda sohbeti icra eden keskin silahlar, diğer tarafı öyle etkilemişti ki bedenleri lime lime olup parçalanmış, kemikler etrafa saçılmış, kollar ve gövdeler ayrı tarafa dağılmış, bacaklar, kafalar başka tarafa… Bu görüşmenin sonunda baltalar, tek parça ve üç katmanlı bir şekilde sahiplerine geri dönmüşlerdi. Yol arkadaşları sevinçle nara attılar ama gördükleri karşısında yeniden teyakkuz haline döndüler. Farkı yerlere birbirlerine yakın dağılmış beden parçaları, kol, bacak, gövde ve kafa fark etmeksizin, daha önce kendilerine ait olmazsa da en yakınındaki hangi parçaysa onunla kavuşarak yeniden birleşip ayağa kalktılar. Tamamıyla biçimsiz şekilde birbirine uymayan modellemeyle iskelete dönmüşlerdi. Yeniden silahları alarak hücuma geçtiler. Üçlü, bütün silahları kalkana çevirerek ilk tehlikeli saldırıyı bertaraf ettiler ancak atağa geçenlerle beraber onlarda darbenin tepkimesinden kaynaklı bitkilerin kapladığı, ağaçların daha sık olduğu tarafa doğru sendelediler. İki rakipte aynı anda kendilerine gelerek bir sonraki saldırı ve savunma şekilde bir sahne daha gerçekleşti. Sonrasında Sawnhall, hırsla iyice yüklenerek, kuvvetini de kullanarak elinde iki baltayla atağa geçti. İki mızrak tarafından durdurulsa da yılmadı ve bir tanesinin kafasını koparmayı başardı. Biraz uzağa giden kafatası az da olsa çatlamıştı. Aradaki mesafeden kaynaklı yeniden birleşmesi öncekine göre nispeten gecikti. Demirci, bunu fark edip bu durumu diğerlerine açıkladı. Birbirini tekrar eden salvolarla ya da karşı koyma darbeleriyle mücadele iki taraflı sürüyordu. Düşen iskeletler, parçalanan gövdeler yeniden birleşiyordu. Yol arkadaşları yere düşüp te yeniden birleşmeye çalışan kemik parçalarını uzaklara doğru atarak yeniden ayağa kalkmayı uzatmaya başladılar. Nihayetinde birbirlerinden uzaklarında yeniden birleşmeye çalışanları, orada bırakıp nehrin diğer tarafına kaçtılar. Bunun sonu gelecek gibi görünmüyordu. Orada büyücü, asa ve ejderha pulunun ortaklığından doğan, oluşum ejderhayı iskeletlere gönderdi. Ağırlama işi ondaydı. O da hemen hizmette kusur olmaz düsturuyla, yeniden ayağa kalmış ucubelere en derin duygularıyla ihtimam göstererek onları karşıladı. Pençeleriyle parçaladı, savurdu, dağıttı… Baktı bunlar yok olmuyor; yaktı, kavurdu, dondurdu… O, itinayla işini gördükten sonra üçlünün ardından yola koyuldu. Yanmış ya da donmuş, mahvolmuş kemikler eriyip toprağa karıştı.

Yol arkadaşları, bu korkunç ormandan çıkışı bulmak için hızla koşmaya devam ediyorlardı. Arkalarına bir an bile bakmadan nefes nefese, hırıltılı hırıltılı kaçarken üstlerine kocaman bir gölge düştü. Sis, ortadan kalkmış, hava biraz daha açılmıştı. Sawnhall, Liando’ya işaret ederek akbabaya benzeyen fazlaca şişmanlamış kuşu yayıyla vurmasını istedi. Aynı anda ormanın çıkışından onlara doğru gelen üç tane dişleri kanla lekelenmiş, çeneleri oldukça sağlam görünen kurttan devşirme yaratık gelmekteydi. Onlar, görüş alanlarına girdikleri anda elf, büyücüden fevkalade numarasını yapmasını istedi ancak arkadaşına oluşum, asa şeklinde dönmüş değildi. Yerdeki mücadele de Sawnhall, üzerine atlayan ve çeneleriyle yakalamaya çalışandan ani hareketle kaçınıp üç katmalı baltasının üç katı keskinliğiyle onun bacaklarını kesti. Daha sonra da hiç vakit kaybetmeden kafasını koparttı. Elfe yardım ederek diğer ikisini de hiç yara almadan kestiler. Ejderha ise döndükten sonra havadakini çok çaba harcamadan yakarak küle döndürdü. Sonrasında sahibinin eline asa ve ejderha pulu şeklinde geri döndü.

Üçlü, artık sıkılmaya başlıyordu. Ormanın çıkışından sonra gelen düz ve tozlu bir ovada ilerliyorlardı.
“Çok yoruldum, bunaldım… Nereye gidiyoruz biz… Şu lanet çocuğu…”
“İleride bir yapı var.Keskin gözlerime güvenerek söylüyorum ki kale olabilir,”
“Elflerin görme yeteneklerine kesinlikle güvenirim. Hava iyice kararmışken daha da güvenirim,”

Onun haklı olduğunu yaklaştıkça iyice anladılar. Görünen: sağ ve solda iki kule ve ortalarında büyük bir kapı ve surlar. Kapının iki yanındaki duvarlardan sağdakinin üstünde daha önce gördükleri ve artık etkisiz hale getirmek için yanıp tutuştukları garip çocuk, yine onları karşılamıştı.
“Sessiz ve bir o kadar tekinsiz fısıltılar ormanın patikalarını haraca bağlamış, hoş beş etmeye çalışan bir kaç narin ve zarif, çürük dişli, yamuk suratlı ve feryatları korkunç kafataslarını kaybetmişlere bile kimi zaman geçit vermiyordu.” diye fısıldadı yine asap bozucu sesiyle.

Ayak bastıkları toprağın gerisinde bir kıpırdanma, bir dalgalanma olmuş gibisinden hisse kapıldılar ve hiç vakit kaybetmeden, velet sırıtırken kapıdan geçip içeriye doğru kaçtılar. Uğursuz cümle sonlanırken daha da ilerledikten sonra beklemedikleri şekilde yürüdükleri yer tabana doğru bir anda açıldı ve yere düştüler. Kendilerini geniş bir kafesin içinde daha doğrusu hücrenin içinde buldular. Etrafa, loş ışığın eşliğinde göz gezdirdiklerinde, üç kafes daha olduğunu ve karanlık köşelerinde hiç de hoşlarına gitmeyecek yaratıklar bulunduğunu gördüler. Geniş odadaki, önlerindeki kafeste, iki ayaklı ve kanatları küçük, kuyruğu oldukça uzun, dışı pullu, ışıltılı gözlerle onlara bakan, sağdakilerin de gereğinden fazla büyümüş yarasanın emici türü ve soldakinde de koyu gri renkte bir kürke sahip onlara göre biraz uzun, ayakları pençeli, üstünde akreplerin kol gezdiği, kafası sırtlana benzeyen bir diğeri.

“Aman ne güzel!” dedi Sawnhall ve “Yeni arkadaşlarımız ne kadar da sevimli ve şirin görünüyorlar.” diye devam etti bıkkın bir şekilde. Sinirleri bozulmuş ve kahkahalarla gülüyordu. Diğer iki arkadaşı da ona katıldılar çılgın gülüşlerle. Bu esna da tepelerinden görünen silüet yine fısıldamıştı.

“Bu küçük uğursuz yolların halefi sisin nefret yüklü ellerinde kanlı yaralardan akan sıvıyla kaplı kamçılar, korkunun koynundan koparılmış gecenin tenini amansızca yaralıyor ve onun boğuk boğuk uğultularla acı acı çığlık atmasına neden oluyordu.”

Kalenin altındaki oda baya genişti. Cümleyle ve gidişatı ile eş zamanlı olarak, çok fazla beklemediler ve parmaklıklar kaldırılıp duvarlar da açılınca kendilerini ve yeni çirkin arkadaşlarını arena da buldular. Seyirci bir taneydi, o lanet çocuktu. Gösteri başladı.

Sawnhall’a küçük kanatları olan uzun kuyruklu sürüngen düşerken, elf, çirkin suratlı akrep severle eşleşirken, Kaimeld’e de aşırı büyümüş yarasa türü olan emici kaldı. Kendisine doğru atağa geçen sürüngene karşı demirci, kalkanı, karşısındaki kuyruğunu salladığında kaldırdı. Silah üçe ayrılarak: ilki, darbe alırken ikincisi sürüngenin kafasının arkasında basitçe durarak, üçüncüsü de düz bir şekilde kuyruğuna saplanarak yaratığı yere sabitledi. Sawnhall, elini kapattığında, mahlukun başının arkasındaki kalkanla, kendi elindeki arasında kalan yaratığın kafası, ikisinin arasına sıkışmıştı. Diğer elini açıp ta baltayı aldığında, kalkanlar ayrılırken, insan da sürüngenin ayaklarını kesip onu yere yatırdı. Elf ise kendisine doğru ağzından akrep fırlatıp duranın gönderdiklerini, üç katı keskinliğindeki kılıçlarıyla aynı sayıda bölerek parçaladı. Ona doğru yaklaşan böceklere ise oklarının sivri uçlarını batırıp yayıyla havadakine atıyordu. Kaimeld ise fırlattığında ayrılıp üç tane kılca dönüşen silahlarla yarasayı aynı sayıda yerinden yaralamasına rağmen kanatlı, aşağı düşmüş değildi.

Demirci, yerde kıvranan sürüngeni tuhaf gülüşlerle keyifli bir şekilde baltasıyla derin derin kesiyordu. Bu ucubeyle işi bittikten sonra elfe yardım ederek hızla gri kürklü sırtlan kafalıya doğru ayaklarının altında akrepleri eze eze ve ona fırlatılanlardan sakına sakına, üç katı sertlikte kalkanıyla onun ağzına vurdu. Elf, arkadaşının ikram ettiği darbeden dolayı duraksayan yaratığın, fırlattığı akrep yaylımdan kurtularak, kılıcıyla önce yaratığın ayaklarını kesti ve son atışı da arkadaşı, baltasıyla onun kafasını kopararak gerçekleştirdi. En son kalan ise elfin üstüne attığı akreplerle cebelleşirken defalarca kılıç yemesine ve kanatlarında yaralar olmasına rağmen yok edilmiş değildi. Demirci, elfe işaret ederek elinde tuttuğu kalkanları basamak olarak kullanmasını ve yırtıcıya doğru zıplamasını işaret etti. Liando, dediği gibi yapıp yarasanın artık daha da güçsüzleşmiş kanatlarından birine tutundu. Havadaki, gelenin ağırlayla fazlaca aşağıya doğru çekilerken Kaimeld, daha net bir şekilde görüş alanına giren varlığın kafasına kılıcını sapladı. Üçü de, yere düşene çöreklendi ve onu da ortadan kaldırdılar. Onları izleyen seyirci alkış tutuyordu. Yol arkadaşları öfkeyle çocuğa doğru dönüp koşarken yaratıklardan kalan parçalar da eriyip toprağa karıştı. Kovaladıkları, arenada izleyicilerin oturdukları yerlerin arasındaki kapıdan girip kayboldu. Onu takip edenler de aynı yere girdiler; önlerinde tek bir masa ve üstünde de, üç tane kara zırh ve de aynı renkte miğfer vardı.

Yol arkadaşları, giydikleri yıpranmış, yırtılmış ve hırpalanmış elbiselerden kurtularak zırhları kuşandılar, ardından miğferleri de taktılar…

Sawnhall, Liando ve Kaimeld uyandı. Ejderhaların seslerini duydukları tüneldeydiler. Etraflarında, kara renkli ve üç katlı kılıç, hançer, balta, kalkan, asa ve ejderha pulu vardı. Üstlerinde kapkara zırhlar ve de kafalarında miğferler bulunuyordu. Ayağa kalkarak şaşkınlıkla birbirlerine baktılar. Hemen üzerindekileri çıkarmaya çalıştılar ancak başarıya ulaşamadılar.

“Bir daha bunu denemeyin. Onları çıkaramazsanız zira bunlar artık sizin gerçek deriniz,” diye zihinlerinde aynı anda bir ses duydular. “Yerdeki ormanda kullandığınız size uygun olan silahları alın ve tünelden ilerleyin, geçince de çıktığınız geniş alanda büyük bir kapı göreceksiniz!” diye de devam etti.
Üçlü sesi duyduktan sonra korkuyla etraflarına baktılar. Ne kadar uğraşırsa uğraşsınlar zırhlar çıkmadı.
“Dediğim gibi denemeyin, ben sizin zihninizdeyim. Öncelikle, yerden silahları alın zira onlar da sizin zırhınızdan yapılma. Üçünüzde, bilinç altınızda bir savaş verdiniz. Onu düzenleyen bendim. Oradaki ormanda ve kalede öldürdüklerinizin hepsi: sizin sahip olduğunuz içinizdeki bütün iyi duygular. Onları maddesel anlamda katlederek, ruhunuzdakilerin ve kalbinizdekilerin tamamını temizlediniz. Bundan sonra sadece kötülüğe aitsiniz. Üzerinizdekiler gerçek deriniz olan zırhlarınız ve silahlarınız, katlettiklerinizden yapılma. Onların güçlerini kullanabileceksiniz. Yani, sizin iyi duygularınızın yok edilip benim tarafımdan çarpıtılmış maddesel hali onlar ve o derece de kötüler.”
“Sen de kimsin. Ne saçmalıyorsun. Biz-” diye devam edecekti ki kara zırhlılardan biri, ses, onu susturdu. Bomboş alanda ilerleyip büyük kapıya yaklaşıyorlardı.
“Ben, ölümlülerin yaşadığı dünya, boyut, düzlem, dünya içi katman, her neyse ona ait değilim. Ben, kendi boyutumda yarı tanrısal olan ve efendisi Asdachen adındaki tanrıya hizmet eden bir varlığım. Yaşadığınız dünyadaki ahmak bir insanın teki, kolye şeklindeki bizim düzlemimize ait tanrısal bir nesneyi kullanarak boyut kapısını açtı. Böylelikle, diğer karanlık varlıklarından, boyutlarından da artık geçişler olabilecek ki onlar en tehlikeli düşmanlarınızdan olacaktır. Herhangi bir tanrısal varlığın dünyanıza giriş izni yok ama zihninizde sizi yönlendirebilirim ve de güçlerimi, bu sayede kullanabilirsiniz. Üstünüzdeki zırhlar ve silahlar dahil.”
“Biz kimiz ki? Açıkçası şaşırmak içimden gelmiyor,”
“Dünyaya açılan geçitten ölümlülerin tabiriyle baktığımda ilk sizi gördüm. Bilinç altınızda sınavı geçtiniz, diğer türlü başkalarını bulmam gerekecekti. Benim yardımcılarım daha doğrusu efendimizin bir nevi havarisisiniz. Sizden istediklerim, onun istedikleri olacak. Daha fazla söze gerek yok, silahları taşımak istemezseniz zırhınıza gömebilir, istediğinizde oradan alıp kullanabilirsiniz. Kara zırhların yüzeyi, sizin daha doğrusu benim düşüncemle değişkenlik gösterebilir. Yani, yüzeyini yumuşatabilirsiniz, sertleştirebilirsiniz, düzleştirebilirsiniz… Sonuçta, sizin deriniz. Kapıdan çıkın, dışardaki üç tane kapkara ata binin ve dünyanın batısına doğru gidin. Yolda, kalanlarını beyninizde duyacaksınız.”

“Bu silahlar şeklen aynı ama daha ağır. Ne diğer silahların simgesi var ne de kelimeler üzerlerine kazınmış,” dedi arkadaşlarına. Cevap zihinlerinde yankılandı. “Bilinç altınızdaki kurallar farklı, gerçek dünyadaki kurallar da. Özellikleri var ama diğer dört silaha dönüşüm özelliği yok. Kullandıkça göreceksiniz.”

Artık miğferlerinden sadece gözleri görünen ve dış görünüşü maddesel olarak kapkara bir zırh ama yapısı bir insan derisi şeklinde, fakat esasında ölümlü olan bu kara zırhlılar, atlara binip yol aldılar. Onlara bakanlar, sanki üzerlerinde zırh bulunan normal birileri gibi görecekti.

1 Beğeni