Taşların Gölgesinde: Yirminci Bölüm / Sondeyiş

20.BÖLÜM

Diameld’ in batı tarafındaki krallığın başlangıcı ile ona ait sınır boyunu ayıran köprünün taşraya bakan kısmındaki gövdeleri kalın ve geniş türlerinden biri olan berİchal diye adlandırılan ağaçlardan kendi cinsine göre daha yüksek olana kurulan eve ulaşmak için elflerden biri koşuyordu. Bir süre sonra oraya vardı ve yerden onun girişine kadar bitkinin gövdesine sarmal şekilde yerleştirilen ve dolanan tahta merdivenlerden çıkmaya başladı. Gitmek istediği yer sınır boyundaki ufak çaplı karargahtan birine aitti. Telaşın ve yanında getirdiği heyecanın tüm vücudunda dolanmasıyla onu harekete geçiren bir an önce haber verme hissi beklediğinden daha kısa sürede bitiş noktasının kapısına kendisini ulaştırmıştı. Nöbetçiler onu görür görmez hiç bekleme yapmadan haline bakarak içeri girmesine engel olmadılar. Sınır boyundan sorumlu ikinci komutan Saronet adındaki genç elf, gelen askeri görünce, oturması için izin verdi. Karargaha bağlı olarak nitelendirilen bu evlerin aynı çeşit ağaçların gövdesinin genişliğine paralel büyüklükleri vardı.

“Ne oldu Maruna? Niye bu kadar endişelisin?” dedi komutan merak duygusunu yüzüne takmadan

“Efendim çok kötü şeyler oldu. Ben, köprünün sınır boyuna bakan tarafında nöbetteyken onun ön kısmında bazı hareketlenmeler gördüm. Diğer askerlerden birini çağırarak (nöbet yerini terk etmek olmaz) benim yerime geçmesini söyledim. Ne olduğuna bakmak için sınır boyunun başlangıcına doğru ilerlediğimde orada bulunan askerlerin yüksek ağaçlardan görebildiğim kadarıyla hareketsizce düştüğünü gördüm. Ne olduklarını seçemediğim üç kara elbiseli şekil, hepsinin ölü bedenini gözlerime inanamadığım bir biçimde yerden kaldırarak üç tane kararmış ağaçtaki açılmış yarıkların içine fırlattı. Daha—“ diye devam edemeden, hızlı ve bir o kadar da anlaşılır bir tarzda konuşabilen, gördükleri karşısında şaşkınlığını sindirebilen deneyimli askerin aceleci konuşmasını kesti komutan.

“Dur biraz! Sen benimle dalga mı geçiyorsun? Askerler öldü ve ne idüğü belirsiz kara şekiller onları kararmış ağaçlara fırlattı öyle mi? Maruna! Senin gibi tecrübeli ve diğerlerinin arasında sert ve kuralcı görünen bir askere yakışıyor mu bu konuşma? Böyle ‘şaka’ olmaz! Keyfim yerinde ve komutanına söyle daha inandırıcı şeylerle gelsin. Ölü elflermiş. Pöh! Kara şekillermiş,”

“Ölülerle şaka mı olur, efendim. Gerçekten söylediklerime inanmalısınız .Ben buraya varmadan önce üç lanet şekil ağaçların ortasında bir şeyler yapıyorlardı. Ben hızlıca buraya geldim size haber vermek için, isterseniz kendiniz ağaç dallarının ucundan bakabilirsiniz.” dedi biraz daha kendini toparlamış ve orta yaşına göre dinlenmiş asker, üstünün umarsızlığı karşısında şaşkındı.

“Sen ciddisin! Eğer bu bir şakaysa daha önceden komutanın Varonde’ nin yaptığı gibi o zama—“

“Hayır! Efendim bu öncekiler gibi şaka değil gerçek.”

“İstersen bir daha sözümü kesme Maruna! Her ne kadar benden, daha yaş bakımından büyük olsan da, aynı grupta olmasak ta ben senin komutanınım.” diye azarladıktan sonra ikinci komutan tek odalı evden çıkıp kalın ağaç dallarının birinin ucuna doğru gitti. Gördükleri karşısında neredeyse düşecekti. Hızlıca geriye dönüp;

“Gerçekten dediklerin doğruymuş Üç kara şekil gördüm ancak yanlarında on tane ölü elflin cesedi yürüyordu. Çok iğrenç görünüyorlardı; derileri dökülüyor, yaralanmış gibi buruşuk, çatlak yüzleri, o korkunç gözleri sıvı gibi akıyor sonra tekrar yerine geliyor, bedenleri lime lime olmuş bir şekilde iken ardından tamamlanıyor, tekrar parçalanıyor… Hemen en yüksek alarm seviyesinde askerleri harekete geçirin. Taşradaki, Merimal nehrinin kollarının etrafına kurulan köyleri, kasabaları ve göl kenarındakileri uyarın. Bir an önce Diameld’ i terk etsinler. Bu ucubeler çok tehlikeli ve oldukça da ölümcül görünüyor. Birileri bizden kurtulmak istiyor. Ben ana komutana haber vermeye gidiyorum.” diyerek, öfkeli ama gördükleri karşısında çaresizlik içinde hiçbir şey yapamayacağının psikolojisinde olan biri gibi kendini zorlayarak, karargaha ait küçük evden çıkıp hızlıca, endişe ve cesetlerin çürümüş, parçalanmış derileriyle yürümeye devam eden kabusun getirisi, korku yüklü adımlarla basamakları dolanıyordu. En son gördüğü an ,hiç arkasına bakmadan diğer ağaç evdeki birinci komutanın olduğu yere koşarken aklından çıkmıyordu. Ucubeler, köprüye doğru yaklaşıyorlardı ve bir tanesi karşı koyan elfe, dokusunun bir parçalanıp bir yenilendiği, kokuşmuş çarpık parmağıyla dokunarak onun bedenini yakıp kavurmuştu. Sınır boyunun komutanı, ondan haberleri duyunca çok atik bir şekilde krallıktaki en hızlı atlardan biri olana binerek taşraya doğru hareket etti. Sanki şimşek hızıyla gidiyordu. Merimal nehrinin kollarından hızlıca geçerek kimi zaman suyun içinden yüzerek ,köylerden kasabalara at sürerken ‘Buradan kaçın’ diye uyarıp hiç bekleme yapmadan krallığın ana merkezinin başlangıcına doğru, yoğun ve şiddetli yağmur damlalarının yere vurdukça oluşturduğu buğu bulutu gibi toynakların hareketleriyle yol almaya devam ediyordu.

Kara Zırhlılardan teki, taşlaşmış olan sınır boyu nöbetçilerden bir tanesine dokunup toz haline getirirken;

“Başlarına geleceklerden haberdar olmuşlardır. Yurtlarından kaçmayı deneyebilirler. Bize çok fazla hangi ırktan olursa olsun ölü lazım ‘Ölüler Köprüsü’ nün kurulması için. O yüzden dört tarafını kaçamayacakları şekilde sınırlandırmamız gerek,” dedi elinde pulu olan

Onun bu söyleminden sonra elinde üç katmanlı kalkanı olan, silahını teker teker ayırıp üçlü bir şekilde havada çevirmeye başladı Kendi bedenlerinden mamul bu nesneler, havada birbirlerini takip ederek hızla dönerken eskiden büyücü olan Kaimeld adındaki içinde kötü yaratımlar tanrısının ismini geçtiği bir başka cümle söyledi ve ardından etrafta bulunan ağaçların kabukları gövdelerinden koparak her yerden kalkanların oluşturduğu döngünün içine girip, birikip orada dönmeye devam ettiler. Yüzlerce, ağaçların her neresinde olursa olsun koptukları şekilde gelen kabuklar, onları alabilecek biçimde genişleyen döngünün içinde renk değiştirmeye yöneliyorlardı. Bu alışılagelmedik durum aynı yolla ana merkeze doğru her çeşit ağacın gövdesini ziyaret ederek devam etti. Bedenleri, sahip oldukları et parçalarının çürümüş, kötü kokular yayan haliyle kararmış rengiyle, parça parça her tarafında gezinerek ilerleyen on tane iğrenç yaşayan ölü mahluk, taşradaki kaçmaya çalışan ya da kaçamadan yakalanan korkudan bayılan elflere sahip oldukları dövmelerin uzantılarını dokundurunca kimisini yakıp kavuruyor ve bazılarını da taşlaştırıyordu. Kimisinin bedenine dolanarak sıkıp onu parçalıyor her tarafa dağıtıyor bir kaçında da kılcal damarlar misali teninde çoğalarak yere düşürüp ağzından, burnundan, gözünden çıkıp parçalayarak ortadan kaldırıyordu. Kara zırhlılar hiçbir şey yapmıyor bu ortaya sürdükleri katil ucubeler köyleri, kasabaları iğrenç şekillerde yaş olarak hangi dönemden olurlarsa olsun, dişi ya da erkek gözetmeksizin elf ölüleriyle dolduruyorlardı. Yaşayanların karşı koyması, cesaretle silahlarına sarılıp bunlarla savaşmasının neticesi de kendilerinin vahşice ölümü oluyordu. Oldukça feci bir katliam gerçekleşirken öte yandan döngünün içindeki kabuklar iyice karardıktan sonra krallığın dört bir tarafını yüksek duvarlar şeklinde sınırlamak adına her yönüne hareket etmeleri için kara zırhlılar tarafından yönlendirildi. Taşranın, nehrin bulunduğu tarafın kısmındaki sahne topyekün bir katliamın sergilenişiydi adeta. Bunun izleyicilerinden değişmiş, iğrenç kokularla daha da bozulmuş toprağın altından çıkan küçük -her ne tür olursa olsun- böcekler, karıncalar ve uzak, yakın akrabaları olan renkli türleri cesetlerle ziyafet çekiyordu. Sinekler de bu partiden pay almalıydı ve akabinde onlarda çok feci şekilde can veren elflere çullandı.

Minik böceklerden bazıları, on tane ne idiğü belirsiz hilkat garibesinin, pislik kokan hareket halindeki derilerinin üstünde fink atıyordu. Bunlar yürürken parçalı bedenlerinde böcekler ve yeni gelen yandaşları tur atmaya devam ederken, kimisi göz boşluklarından girip ağzından çıkarken, kimisi omuzlarından kayarken ki bunlar arada girintili çıkıntılı yerlere takılsa da kollarından devam edip parmak uçlarından kısa seyahatlerini sonlandırıp toprağa düşüp sonrasında da yarı kopuk, yarı tam ayak parmaklarından yeni bir tanesine başlarken diğer taraftan sınır boyunun komutanı, krallığın ana merkezine girmişti.

Diameldin batı tarafı üç ana bölümden oluşuyordu: Krallığın merkezi Sequeravel, köylerin kasabaların bulunduğu yer ve sınır boyu. Komutan ana bölge ile taşrayı sınırlayan uzun bir şekilde sıra sıra dizilmiş ağaçların ortalarında bulunan üç temel kapıdan birinden her hangi bir askere aldırmadan hızlıca, çılgın bakışlarla girdi. Daha sonra sıra sıra dizilmiş yüksekliği ilkinden daha düşük diğer ağaçların aralarında bulunan iki kapıdan birinden devam etti. Bu, ikili olarak yan yana dizilmiş ağaçlar tabiri caizse bir sayfa olarak düşünülürse, krallığın taşraya olan sınırı bir satır atlanarak aynı seviye büyük harflerle iki yerde virgül kullanılarak yazılmış gibiydi. Bu ağaçların arasındaki boşlukta da halk yürüyor, geziyor ve dolanıyordu. Sık -uzun ve rahatlatıcı etki bırakan- ağaçların kendi aralarında ve iki sıra arasında kalan yerde yürümek oldukça huzur vericiydi elfler için. Aşıklar için ise ideal yerlerden birisiydi. Aynı yürüme yolu, ikinci satırla üçüncü satır arasında da vardı. Yalnız üçüncü satırdaki ağaçların yüksekliği ikincisinden daha düşüktü. Komutan hızlıca ilkinde sıralanmış ağaçların arasındaki tek kapıdan krallığa girdi. Aralarda gezen elfler, ağaçların arasından süzülen sakin rüzgarın arkadaşlığıyla huzur bulurken bir anda ağaç kabukları gövdelerinden sanki feryat edercesine kopmaya başladı. Üç sıra halinde dizilmiş ağaçlardan ayrılan ve her yöne yayılan kabuklar etrafta uçuşup duvarı oluşturmak için havada yolculuklarına devam ederken komutan yerlere kurulmuş basit halkın evlerinin arasından, ticaret noktalarından tek tek telaşın zirvesinde hayvanı sürüşüyle geçiyordu.

Krallığın merkezi üç kısma ayrılıyordu; Oldukça geniş gövdeli ağaçların etrafını çevrelediği Kral Larundel’ in sarayı, ağaçların tepelerine kurulmuş olan bölge konumundaki soyluların bulunduğu yer ve yerlere yapılmış evlerin olduğu basit halkın yaşadığı bölge. Komutan, soyluların bölgesine yaklaşıyordu. Krallığın merkezinde yaşayan elfler, kopan kabukları gördükçe hem ağaçlara üzülüyorlar hem de şok içinde ne olduğunu anlamayan afallamış yüzlerle etrafa bakıyorlardı. Vahşetin haberleri yavaş yavaş kabukların oradan oraya uçuşup belli bir yöne savrulduğu rüzgarın içinde dolanmaya başlamıştı.

Soylular Bölgesi çok geniş bir alana kurulmuştu. Krallıkta dört ana grupta ve bunların kendi içinde dörtlü gruplardan oluşan asil aile vardı ve onların başı krallığın soyundan geldiği düşünülenlerdi. Oldukça planlı bir şekilde burası tasarlanıp ağaçlar o şekilde yetiştirilmişti. İlk olarak çok eskilerin kurduğu bir yermiş. onların zamanında anlattığı, yaşayan elflerin anlattığına ve sonraki neslin anlattığına derken…

Altı tane diğer türlerine göre gövde genişliği en az berichal ağacı yüksekten bakılınca hemen hemen bir altıgeni oluşturacak şekilde yetiştirilmiş ve onların gövdelerine de evler kurulmuştu. Bu biçimin merkezinde de gövde genişliği berichal ağacından daha fazla olan, daha az yapraklı emidia isimli ağaç ise soylu ailelerden en alt grubunun bireylerinin başının bulunduğu eve sahiplik ediyordu. Merkezdeki bu yapı, diğer altısına göre daha yüksekteydi. Ağaçlardaki evlere ulaşmak için gövdelerinin kenarlarına tahta basamaklar kurulmuş olup burayı dönen merdivenlerden çıktıktan sonra eve varılıyordu. Altıgeni oluşturan meskenlerin kendi aralarındaki bağlantısı için ise ard arda tahta köprüler yapılmıştı. Merkezdekine de her birinden birer köprü çıkılarak başkanın evine aracı sağlanıyordu. Bu yerleşimin aynısından bir karenin köşelerine oturtulmuş şeklinde dört tane vardı. Ve onun merkezinde de -köşelerdeki bu dörtlü alt grup yerleşimdeki fertlerin sorumlusu olan için berichal olurken, onların ortasındaki emidia ağaçlarından daha geniş gövdeli olan- prembilar isimli olan ağaç konumlandırılmıştı. Bunun orta kısmındaki kabuk daha kalın, daha sağlam ve daha sertti, ayrıca dalları da daha uzun ve daha genişti. Aynı şekilde yaprak sayıları da diğer türlerden çok fazlaydı. Bunun gövdesindeki evde ise dörtlü alt grubun sorumlusu vardı. Onunla beraber üst soylu grup başlıyordu. Bu topluluğa ait bir alt seviyesinin başkanının evine ulaşmak için altıgen şeklindeki karenin köşelerindeki berichal ağaçlarının merkezindeki emidia ağaçlarındaki evlerine varmak adına birbirleri arasında köprüler kurulmuştu. Dört emidia, oluşturduğu karenin merkezinde ise bir prembilar ağacı bulunuyordu. Başkana ulaşmak için aynı sayıda emidia ağacında, ortadaki prembilar ağacına köprüler kurularak bağlantı sağlanmıştı.

Bu karenin merkezinde prembilar ağacının bulunduğu noktadan yine köşelerine konuşlandırılacak şekilde dört tane yapılmıştı. Bunun ortasında da gövdesi çok daha geniş beş ağaç çeşidinden dördüncüsü olan asromel bulunuyor ve onun oluşturduğu grup birinci soylu aileye ev sahipliği yapıyordu. Yükseklik olarak en üstteki ev asromelde kurulandı. Birinci adama ulaşmak için dört prembilar ağacından da önce birbirleri arasında köprüler daha sonra dördünden asromeldekine gitmek babında dört köprü daha kurulmuştu. En alt grup, merkezinde emidia ağaçlarının bulunduğu yerde iken, onların başlarının oluşturduğu grup ise dörtlü prembilar ağaçlarının kapsadığı alanda ve soylu ailenin başının olduğu ise asromel ağacında olandı. Bütün ağaçların gövdelerine aşağıdan yukarıya sarmal tahta basamaklar yerleştirilmiş aralarındaki bağlantı noktası ise köprülerdi. Alt gruptaki bir fert, berichal ağacından en üstteki asromele ulaşmak istediği takdirde köprü bağlantılarını kullanarak önce emidia’ ya ardından prembilar’ a ve ordan da asromeldeki eve varabilirdi. Emidia da olanlar ise önce prembilara sonra asromele. Bundaki eve direk bağlantısı olan Prembilardaki oturanlardı. Bundan dolayı Soyluların Bölgesi, bir sürü köprülerden oluşmuş yapısı biraz karmaşık ve dolambaçlı bir yerdi. Asil ailenin bu yerleşiminden diğer üç soylunun da vardı. Bir karenin köşegenlerine oturtulmuş dört ailenin başkanı ise kralın yardımcısıydı. O da Diameldde sadece bir tane bulunan en geniş gövdeli ağaç olan Jira’ nın tepesindeki evde kalıyordu. Bu ağaca ulaşmak için ise dört tane Asromel ağacından yine köprüler kurulmuştu.

Komutan hızla saray kapısına yaklaşa dursun soylular bölgesinde tam bir kaos yaşanıyordu. Bütün ağaçların kabukları yerlerinden kopmuş etrafta fır dönerken bireyler evlerinden çıkamıyordu. Ailelerin başları ve kralın yardımcısı çoktan sarayın yolunu tutmuştu .Kral Larundel, bahçesinde bu ağaç kabuklarının fırtınasını gördüğünde hemen üst düzey askerlerine emir verip ‘kendilerinin’ büyük kuşlara binmelerini ve ne olduğunu araştırmalarını istemişti. Bu arada Saray kapısındaki muhafızlarla konuşup çok acil haberleri iletmek istediğini söylemişti sınır boyunun komutanı. Koruyucular, onu içeri almış ve kralın huzuruna çıkarmak için saraya götürmüştü. Kral, soylularla, sarayın ileri gelenleri ve batının sahibi olarak kendini gören Siyah’ın adamlarıyla toplantı halindeyken komutan içeri alındı.

“Kuşların üzerindeki haberciler bana taşranın alevler içinde olduğunu, gölün ve nehrin suyunun kabarıp yıkımı ve parça parça elf bedenlerini önüne kattığını söyledi. Ne oluyor anlat bakalım. Hem nasıl oluyor da bu kadar hızlı ilerleyebiliyorlar? Bu bölgelerdeki askerler, rütbeliler, sivil halk neden engel olmadılar?” dedi kral sert bir şekilde ancak içi kan ağlıyordu.

“Kralım üç kara zırhlı şekil sınır boylarından girdi. Orada askerleri öldürüp onları tekrar diriltip iğrenç mahluklara dönüştürdüler. Köprü muhafızlarını yakıp bir çoğunu taşa dönüştürdüler. Bir anda ağaç kabukları etrafta dönmeye başladı. Bahsettikleriniz büyük ihtimalle vahşice katledildi. Ben de haberleri vermek için yola çıktım ama çoktan havadisleri öğrenmişsiniz.” dedi saygıyla sınır boyu komutanı.

“Neye benziyordu bunlar? Nasıl ölüleri diriltebilirler? Bu güce sahip bir büyücü ya da her neyse var mı bu dünyada?”

Hiç kimseden cevap çıkmadı. Kralın Yardımcısı;

“Majesteleri, taşranın tamamını yakıp yıkmışlar, yurttaşlarımızı katletmişler ve krallığın merkezine doğru yaklaşıyorlarmış.”

Larındel, tarif edilmez şekilde çok sinirliydi. Ölen elfler için ve kalanlar için ne yapacağını bilemez bir halde toplantı odasında dolanıyordu.

“Üçlü, yüzerli gruplar halinde krallığın merkezindeki sıralanmış ağaçların önüne askerleri yerleştirin. Üç tane en deneyimli komutan başlarında olsun. Önde okçular, ardında mıızraklılar ve en sonda da kılıç kullananlar bulunsun. Büyük kuşlara mızraklı askerler binip saldırsın. Hani nerede kendini bu toprakların sahibi olarak gören ejderha, ,insan! Niye hükmettiği olarak iddia ettiği yerleri savunmuyor! Niye adamlarını, ona hizmet eden ejderhaları gönderip saldırmıyor? Niye, niye, niye…” diye üzüntüsünden ve çaresizliğinden yere çöktü kral. Her şey çok ani olmuştu ve kendisi en tepede olmasına rağmen halkına yapılan bu vahşetin haberlerini artık kaldıramamıştı.

“Hiçbir şey anlamıyorum. Bu ne idiğü belirsiz yaratıklar ki sadece üç taneymiş… Nasıl bu kadar, anlatılanlara göre doğa üstü güçlere sahip olduklarını anlamıyorum. Niye burayı istila ettiklerini de anlamıyorum. Bana sorarsınız askerlerinizi geri çekin onları da öldürteceksiniz. Doğa üstü güçlere sahip düşman var karşınızda. Kılıç, ok, mızrak ya da maddesel bir silah ne işe yarayacak—“

“Ne yapalım insan, katletmelerine seyirci mi kalalım.”

“En güçlü büyücülerinizi gönderin. Sonuçta akıl almayacak şeyler anlatılıyor. Belki —“

“Onlar da savaşta yer alacak ama şimdi değil!”

“Ben, buralarda saklanan daha doğrusu bizi gözleyen siyahın hizmetkarı olan ejderhanın mağarasına gidip ona haber vereyim o zaman. Belki onun ateşi kavurur onları,”

“Kralım duyduğuma göre kırmızı ejderha Dacassyre kardeşiniz kral Wairacasın yanındaymış. Değerli taşı inindeyken çalındığı için çok öfkeliymiş ve sebep olarak ta diğer iki ejderhayı suçluyormuş. Söylentilere göre bir insan yakalamışlar ama—“

“Uzatma general, bunun bir faydası yok bize. Zaten kırmızı, aralarındaki o saçma sapan anlaşma yüzünden buraya müdahale edemez. Ve de gözlemleye biliyorsan ağaç kabuklarından duvarlar sayesinde kapana kıstık. Kardeşimden ise hiç bir umudum yok.”

“Peki taşın bizde olduğunu kuşlar vasıtasıyla yaysak doğuya o zaman—“

“Bir de onunla uğraşacağız. Boşver ! “ dedi ve çaresiz gözlerle yanlarından ayrıldı.

Kral, sarayındaki kendi özel odasının kapısını açıp üzüntüyle ve gözyaşlarıyla yere düştü. Bir anda dünya değişmişti. Ejderhanın himayesi altında bir krallık yönetiyordu ama şimdi ne yapacağını bilemiyordu .Ne kadar öylece kaldığını bilmiyordu odada. Kapıya vuranlar eli boş dönüyordu. Gözleriyle öylece bakakalmıştı duvara. Sonra odada bir ses duydu ya da duyduğunu sandı ‘ben sana yardım edebilirim’ diye. Buhran halinden kurtulup silkindi ama kimse yoktu ki ondan başka odada. Aynı ses bir daha duyuldu. Dikkatini köşede seramik camın içinde saklı duran büyük zümrüt taşı çekti. Cam, titremiş miydi sanki.

Doğu ve Batı Elf Krallığı’ nın adı olarak anılan Diameld çok geniş, düz bir alana kurulmuştu. İki kanadın birbirini ayıran, sınır kabul edilen her ne kadar krallıklar ayrı olsa da üstünde sivil halkın iki bölge arasında dolaşımı ve ticareti için kurulan geniş köprülerin olduğu fiziksel yayılımı uzun ve dış yüzeyinden içe doğru derin Sambrina nehri bulunuyordu. Yaklaşık şimdiki zamandan uzun yıllar önce doğudaki elf askerlerden biri bu zümrüt taşını nehrin ortasında biraz daha batıda olan kısmında bulmuştu. Bunu batıdaki askerlerden biri görmüştü ancak pek önemsememişti Doğudaki büyücüler, bu taşın yıllar süren araştırmalarından sonra içinde güç barındırdığını keşfetmişlerdi. Bunun haberi kral Larundel’e ulaşmış ama o pek önemsemişti ta ki onun aslında nehrin kendi taraflarında bulunduğunu öğrenene kadar. İki taraflı çalışan oldukça yararlı Waclonne adındaki elften onu kendisine getirmesini istemişti çünkü Wairacasla sıkıntısı olduğunu biliyordu. Casus ise doğunun kralının kızına aşıktı ancak sevdiğinin babası, prensesi soylu bir ailenin ferdi olan Ecnarte ile evlendirmek istiyordu. Waclonne da ondan intikam almak adına zümrüt taşını belli bir büyücü yardımıyla, onu benzeri ile değiştirerek batıya getirmişti.

Kral Larundel, elleriyle gözlerini ovalayarak, bundan dolayı bakışlarında oluşan bazı minik taneciklerin arasından bir kez daha baktı. Evet, evet cam kesinlikle titremişti. Hayal meyal taşın bulunduğu kaidenin olduğu köşeye ilerlediğini fark etti.’Ben sana yardım edebilirim, beni kullan, beni arıyorlar, beni istiyorlar…’ şeklinde sesler zihninde yoğunlaşmaya başladı. ’Bu tam bir çılgınlık ne yapıyorum ben! Konuşan taş mı olur ama bu ucubeler…’ diye düşünürken gözleri çok farklı bakıyordu etrafa. Şöyle bir ses daha duydu ‘Beş tane güçlü büyücünü buraya getir onlar kaçmadan,’

Belki bu bir saçmalıktı, belki uyduruyordu, belki üzüntüsünden kafayı yemişti ama ne olursa olsun bu kara zırhlılar denen mahluklarda inanılmazdı o yüzden beş büyücüyü odasına çağırdı. Kral ve yanındakiler kaidenin karşısında, taşa bakıyorlardı. Larundel, onlar konuşmadan hepsini susturmuştu. Bakışlarının menzilindeki, sanki büyücüleri görmüşçesine harekete geçti. Metamorfoz esnasında tanrılardan birinin giderken bıraktığı emanetlerden birisiydi bu. İçinden saydam ve nahoş görünen bir yüz çıktı.
Onun bakışları eşliğinde zümrüdün koruması durumundaki seramik cam bir anda eriyip hiç vakit kaybetmeden çoğalarak taşın koyulduğu kaidenin ön yüzeyini kapladı. Sanki nesnenin dışı ayna gibi olurken büyücülerin ve kralın olağandışı bakışları eşliğinde onun içinde dönen bir girdap oluştu. Kristal taşın yeşil ışınları üstünden yüzeyine geçerek anafora katıldı. Açık tonlu ışınların içinde oluşan görüntüde, kararmış havanın altında bir kaç tane -birinin sakalı koyu, uzun ve şekilsiz, ikincisinin ki gür ve salaş ve diğerinin ki daha seyrek ve kırçıllı üç cüce kırışıklıklarla dolu ellerinde taşıdıkları koyu gri renkte, saplarında aynı renkte damlayan sıvıların bulunduğu silahlarla (çift taraflı savaş baltası, kama ve savaş çekici) kenarları kırık ve dökük kemiklerle donatılmış, bazı birikintilerin olduğu, farklı ve yamultulmuş şekillerde olan aralarında yer yer koyulaşmış kanın gezindiği boşlukların bulunduğu kirli taşların ördüğü yolda, etraflarında kimisinin içindeki yaradan iskeleti görünen, kimisinin kanlı dişlerinde salyaları akarken uzuvlar bulunan, irinli gözleriyle rahatsız edecek şekilde sesler çıkaran yaratıklarla gezindiği, kenarlardaki çarpık şekilli evlerin içlerinde asap bozucu çığlıkların döndüğü ve bulundukları yere taştığı ortamda korkutucu gözlerle ilerliyorlardı. Yakınlarındaki bir birikintide yansıyan görüntüden çıkan, nacak baltayla doğranmakta olan bir kesik koldan fırlayan elin sivri parmakları birinin ayaklarına yapıştı. Diğeri çekiciyle ona sertçe vurarak tamamıyla ezdi.

Bunların güzergahlarının sonunda ise çeşitli ırklara mensup, kimisinde taze et parçaları kalmış, kimisinde kalmamış ama kemiklerinde çürümüş, dokularında bazı yerler irili ufaklı, koyu renk, kirli lekelere kucak açmış, bir çoğunun kemiklerinde çatlaklar ve kırıklar bulunan, şekilleri bozuk, bazı kısımlarında kurumuş kanlarla bezenmiş, kuru karafaların, her birinin gözlerindeki boşluklardan, koyu tonlu ışıkların yayıldığı, yüksekliği üç ya da dört cücenin boyunun uzunluğunda olan, sekizgen duvar biçiminde çevrelenmiş bir yerdi. Onlar, oraya varmalarına yakın, tüm iskelet kafalar, aynı anda gelenlere bakan taraflarından bunlara doğru döndü ve duvarın bir kenarı, iki yana açıldı. Onların ağızlarından aynı anda çıkan çığlıklarının eşliğinde, açılan bir nevi geçitten, üç cüce basitçe geçti.

Cücelerin önlerindeki sekizgen biçimli alanda, şu anda, duvarlardaki kuru kafaların içe dönük uğursuz bakışlarının bulunduğu kenarlara paralel genişlikte, kenarları olan sekizgen bir zemin görünüyordu. Merkezi alanla dış tarafın arasında ise bu yere ulaşmayı sağlayan üzerinde farklı ırklardan cesetlerin, ölürken değişik pozisyonlarda olduğu ve öylece kaldığı, bir savaş alanının resmedildiği, bazı yerleri kırılmış, aşınmış ya da dökülmüş eskimiş taşlardan yapılmış, üstteki zeminin kenarlarına paralel yukarıya çıkan, sayısı belirsiz basamaklar vardı. Lanetli üçlü, onların başlangıçlarına bastıkları anda, kuru kafaların göz boşluklarından yayılan koyu renk ışıklar, basamakların tüm yüzeylerine vurmaya başladı ve resmedilen cesetler teker teker aynı konumda tabiri caizse canlandı. Merdivenlerde yavaş yavaş yürüyenler, bunları hiç önemsemeden devam ederken, etraflarındaki, kimisinin kolu kopuk acılar içinde yürümeye çalışırken, kimisinin sağ bacağı kesilmiş diğeri ile kan revan içinde ilerlemeye gayret ederken, kimisinin vücudunun yarısı yok olmuş bir şekilde sürünürken, bir başkası kırık ve çarpık parmaklarıyla çürümüş elinde tutmaya çalıştığı ucu kopmuş kılıcıyla diğerleriyle mücadele ederken ve her birinin ağızlarından çıkan asap bozucu feryatlar alanı inletirken… cüceler bunları umursamıyordu.

Onlar, merkeze daha da yakınlaşmışken, cesetlerin kabusumsu mücadelesinde kazanan üç tanesi , ortadaki zeminin üstündeydi. Üçü de aynı anda, çatlak ve kırık parmaklarıyla dolu çarpık iskelet ellerini orada havaya kaldırdı ve cüceler basamaklarda yürümeye devam ederken, bu alanı çevreleyen, dış tarafta bulunan duvarlardaki göz boşlukları karanlığa dönmüş tüm kurukafalar, aynı anda hareket edip, yerlerinden umarsızca ayrılarak, uğursuzca ve öncekinden çok daha ürkütücü biçimde, havada, toplanacakları yere yeni noktaya doğru giderken çığlıklar atmaya başladı. Devamında, sekizgen zeminin ortasında onların hepsi birikti. Üç tane yaşayan ölü, önlerinde toplanmış kuru kafaları, oradan kesik parmaklarıyla bir bir alarak, yanlarında birer tane yan yüzeyleri, ön ve arka yüzleri her çeşit kuru kafalarla dolu, üst yüzeyi nispeten kenarlarında kırıklarda olsa düzgün dikdörtgen şeklinde sunaklar oluşturdular. Akabinde, üç ceset yine aynı anda bu yüzeylere üfleyerek, buralarda farklı görseller meydana getirdiler. Bu sunakların üst yüzeylerinin birinde, kanayan ağaçların köklerinin yüzdüğü bir su topluluğu bulunurken, bir diğerinde de her tarafı çürümüş leşlerle ve onların üzerinde gezen minik yaratıkların bulunduğu hastalıklı toprak parçası varken, öbüründe ise derisinden kanlar fışkıran bir ejderhanın gökyüzündeki başka birinin boğazına dişlerini geçirdiği durumun, resmedilişleri görünüyordu…
Pislik dokulu yüzlerindeki rahatsız edici bakışlarla üç cüce, her bir sunağın üst yüzeyine, uçlarından akan koyu, nahoş kokan sıvıların damlamaya devam ettiği taşıdıkları silahları, aynı şekilde dokundurdu. Sonrasında, üstten aşağıya doğru, kuru kafalarla dolu sunakların her yüzeyine yavaş yavaş dökülen bu sıvıların, onların şekli bozuk göz boşluklarına dolmasıyla, bunların bakışlarının yüklendikleri görüş (sunakların üst yüzeydeki görselleri), koyu tonlu ışınların içinden, merkezdeki şu an bulunulan sekizgen zeminin her tarafına, üç yerden tamamıyla yansıdı. Orada oluşan görüntü: iki ejderhanın çürümüş toprak üzerindeki ağaçların köklerinin bir nehirde yüzdüğü ortamda gökyüzünde savaşının resmedildiği, sekizgen bir tablo gibiydi. Akabinde asap bozucu cüceler, silahlarını sunakların üzerinden alınca, canlanan üç tane ceset ve ortada kalanlarla sunaklardaki olan kuru kafalar önceki durumlarına geri döndüler. Ayrıca, bu süreçte, basamaklarda devam eden resmedilen savaş alanındaki cesetlerin amansız mücadelesinde son bulmuş, önceki hareketsiz durumuna gelmişti. Sekizgen zemin tüm kenarlarıyla havaya doğru yükseldi ve bir süre sonra durdu. Merdivenlerin üstteki son bulduğu yerde, yeni bir sekizgen şekilli mimari yapı oluştu. Cüceler onun kenarlarındaki kapının birinden içeri girdiler.

Önlerinde görünen manzarada geniş bir odada kenarlardaki kararmış, çöküntü duvarların dış taraflarından yer yer bazı bölgelerinde üç, dört tane saydam kuru kafaların ikide bir amansızca doğaçlama çığlık atıp tekrar yerlerine dönüp aniden feryat figanlar koy verdiği ortamda bulunan çift taraflı cüce heykelleri, gelenler aralarına adım attıklarında boyunlarını saygıyla eğip geçmelerine bir nevi izin verdiler. Karşılarında onlardan boyu biraz daha uzun, dış yüzeyinde kör ve yaralı kuzgunların oyulduğu ayaklığın, vuruldukça odaya yayılan seslerinin, kanatlıların asap bozan çığlıklarının karışıp yancı olarak ta dökük duvarlardakilerle beraber etrafta kol gezmelerinin eşliğinde başka bir cüce, silah dövüyordu. Gelenlerden ellerinde bulunan nesneleri alarak baltayı, kamayı ve çekici birbirlerine perçinleyerek birleştirdi Ardından görüntüden çıkan onlara doğru gri-yeşil karışımı beş tane silindirimsi ışınların içinden birleştirilmiş silahlar ilerleyerek odaya düştü. Saydam yüzün direktifiyle büyücüler hepsini aldı. Bu oluşum onlara üç elementin (hava, su, toprak) gücünü ve bunları her türlü kötülük anlamında manüpüle etmesine olanak sağlayacaktı.

Bir anda büyücüler ellerinde buldular tanrısallığın bir nebze de olsa dokunduğu üçlü silahı. Ve taş onlardan birinin cebine girmişti. Bu gücü ancak onun inayetinde kullanabilirlerdi.

Sonunda ağaçların soyulduğu dış yüzeylerinin parça parça havada döndükleri fırtınalı ortam kendini sessizliğe bırakmıştı. Can çekişen ağaçların kabukları krallığın her yönden her tarafını kara renkte yüksek duvarlarla çevirmişti. Bunları Kral Wairacas ve Dacassyre doğudan görmüştü ve ne olduğuna bakmak için kırmızı ejderha batıya doğru kanatlanmıştı.

Kara Zırhlıları ve yanındaki ucubeleri önlerinde üç deneyimli elf komutanla ardındaki elf askerleri karşılamıştı. Okçular emirle okları salmış saf kötülüğün maddesinden yapılmış atlar eriyerek toprağa karışıp, oradan da parçalanmış derileriyle ve içlerinde arada bir takılıp, daha çok üzerlerinde gezen minik ve birer acayip, çarpık şekle dönen böceklerle, yürüyen ölü elflerin dönüşümüne uğramış mahlukların bedenlerinden atılanların hepsini tek tek yakalayan, yarı çürümüş tenlerindeki dövmelerin uzantılarından geçip okları tuttukları kısma gelince uçlarına akıp renklerini koyulaştırdı. Her şekle girebilen bu saf kötülüğün kara maddesi okların üstünde yolculuğa devam ederek teker teker yirmi tane elfin bedenine saplandı .Kılcal damarlar misali vücutlarını sarıp dolanarak ve derilerinde genişleyerek onların bedenlerini sıvılaştırıp damarlara çekti. Ve içindekini toprağa boşalttı.T abanda gezen elflerin tamamıyla erimiş hali on tane ucubenin ayaklarından derisine ve organlarına ulaştı. Üstünde gezen böcekler kabuklarına bu sıvıları bir nevi giydi. Bunu gören diğer askerler ne olursa olsun silahlarını bırakarak komutanlar da dahil arkalarına bakmadan, soluk soluğa kaçmaya başladılar. Ancak her taraf duvarlarla çevriliydi. Ve o kabuklarla oluşturulmuş kapkara surların içinde taşrada ve sınır boylarında ölen ve şimdiki kurbanların ruhları geziniyordu. Kara zırhlılar tekrar yanındakilere emir verdi ve dövmelerinin uzantıları yeniden hareket haline geçti ancak bu sefer minik minik bölünerek yere düştü. Artık başkalaşmış toprağa değenler ufak ayaklarıyla yaratıklara dönüşerek hızla , kaçan elflerin peşine düştüler. Kara Zırhlılar, yollarına devam ederken sıra sıra dizilmiş ağaçların arasından büyük kuşların üstündeki elf askerlerini gördüler. Kara atlar artık yanlarındaki taşın gücüyle de üç tane şişmiş yarasaya dönüşerek kuşları karşıladı. Yerdeki minik yaratıklar kaçanların tenine değdiğinde direk bedenlerinin içine girip orada çoğalarak kan misali dışarı boşanıp elfleri param parça etti. İşlerini gördükten sonra sahiplerine geri döndüler. Kırmızı Ejderha Dacassyre, sınırlanmış duvarların üstünde uçuyordu ve bu olanları gergin bakışlarla ve de şaşkınlık içinde izliyordu. Gerçekten ilk kez korktuğunu hissetti. O da daha önce Chrubergine şehrinde Siyah’ ın gördüğü bu gücün ardındaki zahiri silüeti seçebildi.

Emiciler, elflerin üzerinde olduğu, gözlerinde korku emaresi olmayan yırtıcı kuşlarla mücadele ederken kara zırhlılardan elinde üç katmanlı kalkanı olan onu ayırıp üçünü de aralarında boşluk bırakarak çember olacak şekilde toprağa sapladı. Öte taraftan batının sahibi olarak kendini gören Siyah’ın daha önceden yerleştirdiği adamı kırmızı ejderha ufukta göründü. Dacassyre de çaresiz gözlerle izliyordu. Şu an için kara zırhlılar onu görmüyor ya da umursamıyordu. Elinde kılıcı olan ise onu üçe ayırıp o boşluklara yerleştirerek çemberi tamamladı. Kuleler şehrinden aldıkları kristal taşı da ortasına koydular .Kuvarsdan çıkan ışınlar kılıçların kesici kısımlarından yansıyıp kalkanın iç tarafına dokunup orada kümelenmeye başladı. Kalkanların dışına çıkıp bir yatay silindir halinde şekil oluşturarak yollarına devam edip ardından da ışınlardan oluşmuş bir başka dikdörtgen şeklinde kısa seyahetlerini sonlandırdılar. Bu arada Siyah’ın adamı kırmızı ejderha iyice belirmişti. Alandan kaçmaya çalışan ama hiçbir şekilde kurtulamayan elfleri öldüren ve parçalayan minik ayaklı yaratıklar dikdörtgen şeklindeki ışınların arasına bir bir girdi ve orada parçalanarak normal bir sıvı hale döndü. Diğerlerinin tamamı da oraya girip o hale dönünce dikdörtgen tamamen karardı. Yatay silindirlerin içinden geçen kara sıvı, kalkanların dış kısımlarından iç taraflarına ulaştı. Oradan da taşa vardı. Üç kalkandan gelen sıvıların tamamı onda birleşti. Kuvarsın kristal damarlarında bunların gezintisi devam ederken taşın yansıması üç kılıcın kesici kısımlarında birer birer küçük kuşlara dönüşüyordu. Kılıçların kesici kısımlarının içi küçük yırtıcı kanatlarla dolarken taştan akan sıvı toprağa karışıp yeniden on tane ucubenin bedenlerine girdi. Kara sıvıyı da böcekler kabuklarına yeniden aldı. Tam ejderha onların üzerine alev kusacakken on tane ucubenin dövmelerinin uçları uzayarak dokungaç misali havada bir sürü uzantı kocaman yaratığı her tarafından yakaladı. Derilerinin üstünde, içinde ve kokuşmuş organlarının üzerinde iki kez kara sıvıyla yıkanıp giyinmiş böcekler sanki gemiye tutunmak için atılan kalın halatlar misali uzantıların üzerinden yolculuklarına başlayarak havada hareket edemez halde bulunan ejderhanın bedenine ulaştılar. Bütün hepsi halatlardan yürüyüp gemiye çıkınca tahta kurusu misali ya da bıçak gibi keskin dişleri olan balık gibi kurbanı tamamıyla yediler. Onlar bir nevi açlıklarını giderip doyduktan sonra da yaratığın iskeleti havadan yere düşerken uzantılar da dövmelere çekilmişti. Böcekler yürüyen evlerinde koldan, bacaktan, ağızdan, gözden, kafadan oradan buradan girip çıkıp konaklamaya devam ediyorlardı. Kırmızı Ejderha Dacassyre, hiç bekleme yapmadan çok kötü bir ruh haliyle, hızla geriye dönüp kaçtı.

Bu arada kılıçların keskin kısmındaki minik kuşlar kabzalardaki boşluğa doldu. Kara Zırhlı üç kılıcı da birleştirdi ve onun bir nevi açılmasıyla minik ama öldürücü güce sahip kuşlar kurbanlarını ısırıp öldürmek için ve de ruhlarını söküp duvardaki ağaç kabuklarının içine atmak için krallığın merkezinin içlerine doğru uçuşa geçtiler. Elinde pulu olan onlara, hiçbir ölümlüyü sağ bırakmamalarını fısıldamıştı.

“Gördünüz mü ölümlülerim korktuğu ona ‘Dacassyre’ olarak seslendikleri devasa ejderha nasıl kaçtı?”

“Şu an sorunumuz o değil. Önümüze çıkarsa onunla da ilgileniriz!”

“Pek çıkacağını sanmıyorum.”

“Onu boş verin bizim saraya girmemize gerek kalmadı. Zümrüt taşı geliyor.”

SONDEYİŞ

“Önümüzde rahat rahat yiyebileceğimiz bir dünya var. Bu boyut tam bize göre. Beşimiz bu dünyayı tüketebiliriz. Burada ‘bizim gibi yabancılar’ yok.”

“İyi ki bu güçsüz ölümlülerin bulunduğu bu dünyaya boyut kapısı açıldı da kendi boyutumuzda bizi yok etmek isteyen ateşli yaratıklardan kurtulduk.”

“Haklısın neredeyse ‘alev atıp ateşle tekrar diriltenler’ beni siz kurtarmasaydınız kafeste yok edip kendilerine benzeteceklerdi.”

Beş tane, ölümlülerin boyutuna ait olmayan ancak kolyenin kullanılmasından kaynaklı açılan kapıdan bu dünyaya ayak basan kara pelerinli görünümlü yaratıklar Kuzeyin Doğuyla sınırı olan çorak bir arazisinde yürüyordu. Kendi düzlemlerindeki giydikleri kıyafetler buraya bir nevi gelince uyum sağlamak adına değişmişti .Kullandıkları silahlar da kılıç, kalkan ya da balta… gibi nesnelere dönüşmüştü ancak onların güçleri de kaybolmamış ve bu boyuta adapte olmuştu. Hepsi aynı anda yaşlanmış, kırışık ve buruşuk ellerinin içini toprağa doğrultarak yüzeyde bulunan böcekleri (örümek, karınca, akrep vb. gibi) solucanları çekerek, tamamını avuçlarında toplayıp önlerine atıp bir yerde biriktirdiler. Bunlar kımıl kımıl yerlerinde duramazken ancak bulundukları sınırı da aşamazken yabancılar, silahlarının uçlarını oraya batırıp küçük yaratıkları nesnelerin her tarafını kaplayacak biçimde dağıtınca aynı anda yukarı kaldırdılar. Böcekler ve farklı renklerde solucanlar düşmeyecek şekilde hareket ediyorlardı. Onlar avuçlarıyla bu boyuta uyum sağlamak adına dönüşüm geçirmiş silahlarına avuçlarıyla dokunduklarında üstündeki kiracılar bulundukları yerde donup öylece kaldılar. Kara pelerinli ve kukuletalı olanlardan kılıcı olan kılıfına koyup tekrar çıkarınca böcekler ve solucanlar yeniden canlanıp bitmek bilmez döngünün içinde serbest halde kırışmış ve buruşmuş, sivrilmiş minik bacakları ile ve aynı şekilde sivri çıkıntılara sahip diğerleri gezintilerine devam edeceklerdi.

Yüzleri karanlıklar içindeki bu yolcuların önlerinde görünen yolda dumanlar yükseliyordu. Lavierenna ormanındaki ağaçlar, orklar ve kiandorlar tarafından parçalanıp yakılıyordu. Sis bulutlarının oldukça gerisinde ise günler geçtikçe artan gerilimin ve bundan kaynaklı ansızın gerçekleşen ve de failleri bulunamayan ölümlerin gölgesinde yaşayan halkların bulunduğu, gittikçe suç oranının yükseldiği dört bölgenin onlara yakın olanlarından biri görünüyordu.

Waclonne ejderha korkusunu üzerinden atıp prensesin peşinden koşmaya devam ederken, paniği yerini soğukkanlılığa bırakmaya başladı. Birden durdu ve bir düşünce zihninin kapısını çaldı: "Acaba Marjuarane ejderhadan kurtuldu mu? Düşüncenin içeri girmesine izin verdikten sonra kapı bir kez daha çalındı. Yeni gelen şöyle dedi: *‘Boş ver! Sana yardım etti ve sen de sözünü tutup taşı almasına yardım ettin. Sevdiğinin peşinden git. Burada takılma,’ diye ısrar etti.

Waclonne ne yapacağını bilemeden her iki düşünceyi de reddetti. Bir adım Prenses’ e doğru, diğer adım savaşçı arkadaşına doğru.

Marjuaranenin kız kardeşi Anna Laira, gözlerini açtı, sanki bunu yaparken biraz zorlanmıştı. Kafasını kaldırmaya çalıştı ancak boynundaki ağrıdan kaynaklı, yüzünü buruşturdu. Bu esnada, yaptığı hareketinden dolayı, sırtına kadar uzanan siyah saç telleri, sanki gözlerini yeni açmış miskin bir insanın davranışı gibi bir tavırla, uyuşuk bir şekilde hareket etsem mi etmesem mi diye düşünüyordu. Zira belli bir zaman dahilinde hareketsiz kalmışlardı. Anna Laira, ayağa kalkmaya çalıştı ancak bunu başaramadan yanlamasına düştü. Çünkü, kollarında, bacaklarında, sırtında, bedeninin her tarafında, tarifsiz acılar hissetti. Akabinde ayağa kalkamadı. Kimi yerleri ıslak ve çamurlu, kimi yerleri yine ıslak ve kumlu, bazı tarafları kurumuş çamurla kaplanmış, bazı taraflı iyice keçeleşmiş, eskiden bakımlı olan saçları, o, etrafa bakmaya çalışrrken, sanki içip içip sarhoş bir insanın sabah ayılması gibi, miskinlik mertebesinden, bu şekle gelerek hareket etti. Giysilerinin hemen hemen her tarafında ıslaklık göze çarparken, ayrıca çamurlanmış ve de oldukça kirlenmişti. Çıplak ayakları minik yaralara ev sahipliği yapıyordu. Bulunduğu ye, şu anda, denizin dalgalarının yaladığı bir kıyıydı. Etrafınddaki kumlar üzerinde, eşi Damierdanın gemisinin irili ufaklı her türlü parçası arzı endam ediyordu ancak hemen hemen hepsi ağır yaralar almıştı.

Anna Laira, bütün hissettiği acılara zor da olsa direnme çabasında yeniden ayağa kalkmayı denedi. Bu sefer güçlükle başardı bunu. Sanki yeni doğmuş bir bebeğin apalaması gibi, zor kötek adımlarla ilerlemeye çalışıyordu ki denizin dalgaları ona ‘Dur!’ dedi. Sahile kondurduğu öpücükle, araya onu da karıştırarak, onun ayaklarına çarptı ve bir kez daha Anna Laira yere düştü. Ardından, yüzü, acı ile sarmaş dolaş, yeniden ayağa kalktı. O güzel yüzünün bir çok yerinde, neresi olduğu fark etmez, ıslak çamur parçaları, kum parçaları, sanki yaş pastanın üzerine konulan mumlar gibi kendilerine müdahale edilmesini bekliyordu. Onlardan bazıları, bir dokunulsa, kendisini yere atacaktı. Şu anda üzerinde irili ufaklı, kimisi kurumuş ve dökülmüş, kimisi kurumuş ama daha dökülme aşamasına ulaşamamış ancak üzeri katılaşmış, minik yaralar, yer fark etmeksizin, Anna Lairanın narin ellerindeki zarif parmaklarına dağılmıştı. Nitekim, bazı yerleri kirlenmiş avuçlarıyla, yüzüne öylesine dokundu ve yanaklarındaki, alnının bazı yerlerindeki, çenesinin altındaki ve yüzünün diğer kısımlarındaki, çamur ve kumları temizledi. Bu esnada endişeli bakışlarına bir hareket takılmıştı. Sahilin biraz daha gerisinden zorlukla adım atarken, ileride bir yerde, sanki, kumlara yüzü koyun yatmış bir şekil mi görmüştü. O zarafet yüklü kirpiklerini bir kez daha hareket ettirdi. O esnada onların üzerinde sere serpe uzanmış minnacık kum taneciklerinin rahatı bozulmuştu ve maalesef onlar yere doğru düşerken bazıları şansına yanakların kıyısında kendine yer edindi. Anna Laira kayıp tanrılara dua ederek, kalbinin atışlarının hızlanmasının verdiği heyecanın, bakışlarına bunu yüklemesiyle, ‘Lütfen, Damierdan olsun. Lütfen.’ diye umutla, ve bu düşünceden dolayı yeni bir hızla, düşe kalka o tarafa doğru ilerledi…

Damierdan ve Anna Laira, sahip oldukları gemiyle, Batıdaki Chrubergine şehrinden, güneye gitmek için ayrılmıştı. Kendilerine, güneydeki bir kişi, hazineden bahsetmişti. Söylediğine göre; beyaz bir ejderha ininden ayrılmış ve doğuya gitmişti. Ancak uzun süredir kendisinden haber alınamamıştı. Bundan dolayı ikisi, güneye gitmek için yelken açmıştı. Denizdeyken bir gece vakti Damierdanın gemisi çok şiddetli bir fırtınaya yakalanmıştı… Ve…

1 Beğeni