Tefrika Roman: Göçebe

Merhaba, kendi blogspot sitemden yayımladığım, 3 haftalık koronavirüs tatili sebebiyle vaktim geçsin diye yazmaya başladığım tefrika romanımı buradan da size ulaştırmak istiyorum.

1
BEYAZIN ÜZERİNDE BORDOYA ÇALAN KIRMIZI

“Mrrrr!”

Vecip’in kedisi Karo, Vecip onu okşadıkça haz duyuyor gibiydi. Miskinleşip türlü türlü oyunlar çeviriyordu. Yani Vecip’e öyle geliyordu. Ta ki kedi onu tırnaklayana kadar.

“Amına soktumun kedisi. Siktir git!” diyerekten kediyi sandalyeden aşağıya attı. Kedi koşa koşa kilere gitti. Orada kumunun içine sokuldu.

Bayağı bir süredir zaruri bir yalnızlıkla boğuşuyordu Vecip. Ne kadar Karo’nun huyundan hoşlanmaya da, yakın çevresinde konuşabileceği tek şey, tek nesne oydu. Karo’ydu. Simsiyah bir kedi. Kardan kahverenginin hiç bir tonunun belli olmadığı Ardahan günlerinde bu şartlarda yaşıyordu.

Ardahan’a gelmesinin sebebi, İstanbul’da çalıştığı Kuyruk Bankası’nda arkadaşları tarafından linç edilmesiydi. Konuyu şöyle anlatalım; Cağaloğlu’ndaki Kuyruk Bankası şubesinde bir gün dört bin lira civarında para elektrik kesikken kaybolunca bankada suç Vecip’in üzerine yükleniyor. Vecip’in yapmadığına dair kanıtlar bulunsa bile kimse inanmıyor. En sonunda bütün iş arkadaşları ve banka müdürü Vecip’e mobbing gerçekleştiriyorlar. Bankadaki aynı sofradan yemek yiyen arkadaşları bile yalan söylediği için bu uygulamayı gerçekleştiriyorlar. En sonunda kafasına koyuyor Cağaloğlu’nu, Fatih’i, İstanbul’u ve hatta Marmara’yı… Ve gerçekleştiriyor da… Her şeyi geride bırakıp gidiyor ülkenin diğer ucuna. Ardahan’a.

Bir gece vaktiydi. Tüplü ocağını açmış, üzerine düdüklü tenceresini koymuştu. Dağın başındaki evinden merkeze gittiğinde aldığı kuru fasulyeyi çıkardı. Önceki günden ıslatmıştı. Salçası buzdolabındaydı. Getirdi koydu mutfak tezgahına. Soğan… Soğan neredeydi diye düşündü. Soğan her yemeğin başlangıç noktası gibi bir şeydi. Big-bang gibi. Küp küp doğradı soğanı. Tencerenin içine yağı ekleyip, soğanı kattı. Kavurmaya başladı. Tam soğanlar pembeleşip, salçayı ekleyecekti ki evinin yakınından bir patlama sesi geldi.

Daha önce Vecip böyle bir patlama sesi duymamıştı. Havai fişeğin patlama sesini biliyordu. Akşam olunca etrafın ışıklanacağını da. Ama ışıklanma olmamıştı. Havai fişek olmadığını biliyordu. İnternetten okuduğu ve gördüğü kadarıyla bu patlama bomba değildi. Peki ama neydi?

Yemeğin altını kapattı. Şu an kuru fasulye sikinde değildi. Koridor üzerinden çıkış kapısına doğru gitti. İçerisinde büyük bir endişe, büyük bir korku vardı. Korku… O Cağaloğlu’ndaki bankada yaşananlar gibi. Hatta belki ondan daha korkunç.

Kapıyı açtı. Yerde bordoya çalan kırmızı bir sıvı. Kandı bu. Önce aklına espri mahiyetinde Yu Hua’nın Kanını Satan Adam kitabı gelmişti ama olay bayağı bir ciddiydi. Yerde bir kadın cesedi yatıyordu. Bir tabanca ise kapı pervazının önündeydi.

Bir an düşünmeden saçma sapan hareket yaptı. Tabancayı eline aldı. Kadın yerde, tabanca elinde. Bir an düşündü. Endişelendi. Attı tabancayı ileriye. Korkudan içeri girip kapıyı kapattı. Çömeldi kapının yanındaki pencerenin yanına.

“Ha siktir. Ha siktir! HA SİKTİR!”

2
GÖRMEK VE DUYMAK

Böyle bir anı yaşayacağımı hiç tahmin etmiyordum.

Cağaloğlu’ndan haksız bir biçimde kaçarken, daha da kötüsü olabileceği hiç aklıma gelmemişti. Kapımın önünde bir cinayet işlenmiş, büyük ihtimalle cinayette kullanılan tabancada da parmak izim vardı. Büyük ihtimalle doğruyu söylesem, suç yine bana kalacaktı. Aklımdan atamadığım tek bir şey vardı. Artık iki şey var. Birincisi onun eflatun gözleri, diğeri ise bir kadını öldürmediğim halde öldürmüş göründüğüm. Adli olarak böyle görünecekti büyük ihtimal.

Kedim, Karo… Ben diz çöküp sinirden dağı taşı sikecekken geldi bacağıma sürtünüyor. Amına koyduğumun sürtüğü. Ensesinden yakalayıp mutfağa doğru fırlattım kendisini. Böyle sıkıntılı durumda bir de onunla uğraşamam.

Ne yapabilirim? Ne yapabilirim? NE YAPABİLİRİM! YAHU ALLAH’IM SEN YARDIM ET KAFAYI YİYECEĞİM ŞİMDİ! BİRİ GELİYOR KAPIMIN ÖNÜNDE KADININ BİRİSİNİ ÖLDÜRÜYOR, BEN DE SALAKMIŞIM GİBİ -GÜYA ÖYLEYİM- TABANCAYI ELLİYORUM. ALLAH’IM YARDIM ET!

Bir ses duydum.

Bir ses duydum. Odunlar devrildi sanki. Mutfağa gidip, raftaki Tekirdağ Rakı şişesini aldım. Bu hayatta en sevdiğim rakıydı melet. Birada Corona, cinde her ne kadar pahalı olsada Bombay Sapphire’di. Cini ilk geldiğim hafta içebilmiştim. Ah o ilk geldiğim hafta. Ardahan’ın güzel olduğu yaz aylarında gelmiştim. Kura Nehri’nin çevresinde, sarı çam ağaçlarının niteliksiz güzelliğiyle mest olmuştum. Her ne kadar soğuk olsa da beni hiçbir zaman üzmeyeceğini düşünüyordum bu şehrin. Ancak insanın düşündüğü her şey ile, yaşadığı şeyler birbirini tutmuyordu.

Şişe elimde, kapıya doğru yürüyordum. Korkumu size tarif etmem gerekirse; Allah korkusundan bile daha fazlaydı. Kapıyı açtım, kadın hâlâ kapımın önünde yatıyordu. Kırmızı renk daha da yayılmıştı. Korkumdan daha fazla bakamadım.

Ayak izleri gördüm!

Evet karda ayak izleri gördüm. Binanın etrafındaki tretuvara doğru ilerleyen ayak izleri. Bu işi yapan orospu çocuklarının ayak iziydi büyük ihtimal. Endişem katlanarak artmıştı. Buradaydılar! O orospu çocukları buradaydılar! Doğrusu tek bir kişi mi yoksa birden fazla kişi mi vardı bilmiyordum. Tretuvar üzerinden odunluğa doğru yürüyordum. Kaç kişi varsa hepsinin anasını sikecektim.

Yürüdüm. Kimseyi görememiştim. Odunluğun o tarafta hiç kimse yoktu. Ya da… Ya da ben öyle sanıyordum.

Evet, ben öyle sanıyordum. Orospu çocuğu kollarımdan arkaya doğru kilitledi beni. Elimden rakı şişesini düşürttürdü. Ondan sonra orospu çocuğu sayısının iki olduğunu öğrendim. Kilit pozisyonunu bırakıp, kafama odunluktan aldığı odunla vurmadan önce söylediği şu sözlerle.

“Çekil abi!”

3
İNSAN BİR KERE DOĞAR!

“Eflatun gözlerin olduğunu bilmiyordum.” der, Attila İlhan, Kaptan şiirinin başlangıcında. Ben biliyordum. Ama durum değişmiyordu.

Onunla her gün 09:00 – 17:00 arasında aynı havayı soluyorduk. Dur Vecip, dur Vecip, dur Vecip. Nereye kadar duracaktım? Bir gün gittim konuşmaya, en azından bir samimiyetim vs. olsun diyerekten.

“Merhaba… Güneş.”

Dünyanın önemli başarıları… 1969’ta Ay’a ilk kez adım atan Neil Armstrong, II. Dünya Savaşı’nda Hiroşima’ya düşen Little Boy, Mezopotamya’da ilk tohumu atan homo sapiens, Dünya düz değil, yuvarlaktır diyerek Rönesans’ın adımlarını atan Galileo Galilei ve Güneş’e merhaba diyebilme gafletinde bulunabilen ben.

“Aaa, Vecip nasılsın?”

Nabız 290. Tansiyon 20’ye 12. Gebereceğim. Tuzlu ayran mı iyi geliyordu tansiyona yoksa tuzsuz ayran mı? Burnum kanayacak mıydı? Acilen tuvalete gidip kafamı soğuk suya daldırmam gerekiyordu. Kaçmak istiyordum! Kaçmak! Ama aynı zamanda durup konuşmakta istiyordum! Amaaan! Başlarım tansiyonuna. Cehennem Teskerecileri’nin dediği gibi;

İnsan bir kere doğar

Bu hayat güzel

Sevmenin tadı ise

Bir ömre bedel

İnsan bir kere doğar! Belki dostluğunu kaybederim ancak yapabileceğim bir şey yok. Kendi ölümümden daha mı iyi? Eve gidip her akşam onun rüyasını görmekten, onu düşünmekten, tabiri caizse verem olmaktan daha mı iyi… Ama şöyle bir şey var. Ya benim ona karşı olan duygularımdan dolayı şaşkınlık yaşarsa?

Ben artık evime, Gülbağ’a gittiğimde Pokemon’lu yastığıma rahatça kafamı koymak istiyorum. Daha fazla düşünmemem gerekiyor. Artık cevap vermeliyim.

“İyiyim, teşekkür ederim. Nasıl gidiyor?”

Yine başarı… Lenin devrim yaparken benim yanımda bok yemiş. Bilgisayar başında işleri ile uğraşıyordu.

“Nasıl gitsin ya. İş güç. Yoruldum vallahi. Akşam boşmusun? Kadıköy’e gidelim mi karşıya? Pizza yeriz sonra Rexx’te film izleriz. Sonra barda içki içer dağılırız. ”

Tansiyonum ve nabzım tahmin edilemez. Büyük ihtimal rekor kırmıştır. Hangi kardiyolog gelse nabzımı ölçemezdi.

“Be… Ben mi?”

Kafasını çevirip bana baktı. Gözleri, gözlerime temas etti. Ne güzel bir intihar girişimiydi seninle göz göze gelebilmek. Nefes alamıyordum. Nasıl bir bok yedim ben? Neden böyle bir şey yaptım? Hayır desem aram kötü olacak ve hayırda demek istiyorum ama evet demekte. Ben… Ben bittim. Vallahi billahi işler kontrolümden çıktım.

“Kızlara sordum, yok şöyle yok böyle dediler. Gelmiyoruz dediler. Seninle gidelim.”

Mecbur kabul ettim. Etmesem durumlar daha kötü olacağını düşünerek. Umarım şaka değildir. Şakaysa…

4
TİK, TAK

Akşam geliyordu. Benim ayaklarım ise titremekten ağrı yoluna gidiyordu. En iyisi rahatlamak için şarkı söylemekti. Mırıldana mırıldana…

“Dağlar kızı Reyhan, Reyhan, Reyhan. Analar kuzusu Reyhan, Reyhan… Alem sana hayran hayran…”

Ahmet’in bana baktığını fark ettim. Kafamı çevirdim ona. Gülüyordu.

“Oğlum, müşteri var sus.”

Sustum. Bu sefer rahatlamak için saate bakıyordum. Saat üçtü. Öğleden sonra üç.

Tik, tak. Tik, tak. Tik, tak…

İki yıl boyunca tik, tak sesi aklımdan çıkmıyordu. İki yıl dediğime bakmayın, o bana göre geçen zaman. Size göre değil. Size göre sadece bir saat geçmişti. Sanki ayrı bir güneş sistemi üzerinde, ayrı bir gezegende, başka bir yıldızın etrafında dönüyor gibiydim. Interstellar! Sizin gezegeninizde geçen bir dakika, benim gezegenimde on iki güne tekabül ediyordu!

Gel artık saat beş, gel! Gel, gel, gel. Gel efendim gel, gel. Sultanım ol, gel. Daha Allah bilir ne kadar saçmalayacaktım kim bilir. Sessiz hastayım umutsuz. Lokmanım ol. Gel, gel, gel.

Bir kişinin pasaport harcını yatırdım. Bir kişinin hesabına para yükledim. Ve… Saat beş!

Apar topar bilgisayarı kapatıp toplandım. Koşturdum Güneş’in yanına! Daha ağzımı açmadan konuştu.

“Vecip, dışarıda bekler misin? Tuvalete girip geleceğim.”

Umutsuzca seviyorum.

Bekleyeceğim. Her zaman! Nerede istersen. Arabamın yanına gittim. Bankaya iki yüz metre öteye park etmiştim. Yol kenarına. 2008 model siyah Ford Fiesta. Arabayı bankanın önüne çekerken telefonum çaldı. Arayan Güneş’ti. Cevap vermeden, bankanın önündeydim. Kornaya bastım. Duysun, görsün, gelsin diye.

Duydu, gördü, geldi. Kapıyı açtı, yanıma oturdu. Hoş geldin güzel! Sordum ona. “Kadıköy’e mi gidiyoruz?”

“Evet. Evet. Orada benim bildiğim güzel bir mekân var. Caferağa’da Kadı Nimet Balıkçısı. Oranın balığını çok seviyorum.”

Artık benim de en sevdiğim balıkçıydı. Çıkıverdik yola. Yolda giderken Güneş, radyoyu açtı. Popüler şarkılardan hiç hoşlanmadığımdan bahsetmiş miydim? Bahsetmediysem, bahsediyorum. Popüler şarkıları sevmiyorum. Ancak Güneş’in radyodan açtığı şarkılar bu türden şarkılardı. Hani insan arkadaşı için çiğ tavuk yer derler ya ben Güneş için çiğ tavuğu bırakın, canlı yarasa yemeye bile razıydım. Yapar mıydım acaba bir düşüneyim… Yok ya, yapmazdım…

Kadıköy’e vardık varmasına ama o gün Fenerbahçe’nin maçı olduğu için otopark bulamadık. Otopark ara dur derken, gittik Ünalan’a. Otoparka arabayı park edip, Kadıköy-Tavşantepe metrosuyla Kadıköy’e gidecektik. Güneş, şaşkınlıkla bana baktı.

“Vecip, sakın metroya bineceğimizi söyleme. O kadar yürüsek, Kadıköy’e daha çabuk varabiliriz.”

Bir kahkaha patlattım. Komik değildi ama patlattım. Umarım samimiyetsiz görünmemişimdir.

“Güneş, boş ver gidelim.” Seninle yürümek, bana çok iyi geliyor. Ah ulan ah! Bunu da söyleyecektim. Neyse. Olacak o kadar.


“Alo, uyan, duyan, sayan!”

Ah ulan ah. Güzel anılarım canlanmıştı. Şimdi ise iki orospu çocuğu karşımdaydı.

5
SAPKINLIĞIM

“Kimsiniz ulan siz? Niye benim evimin önünde ceset var!”

Kahverengi ceketli, beyaz boğazlı kazak giymiş kadın ile mor kazaklı, gri hırkalı adam bana bön bön bakıyorlardı. Kadının çok çekici olduğunu belirtmeliyim.

Kendimi dizginlemeliyim. Kaç ay sonra benimle aynı ortamda bulunan ilk kadındı. Sapıkça düşüncelerin yeri yok. Sapıkça düşüncelerin yeri yok. Sapıkça düşüncelerin yeri yo… Sadece bir kadın. Kadını ve erkeği de bırak. Bir katil.

Evet o bir katil! O da değil. Yanındaki de. Kadın konuştu. Kedimi görmüştü.

“Şu mavi renkli mi yoksa, siyah renkli mi?”

“Hangisi?” dedi, erkek olan.

“Kedi?”

“Siyah!”

Kadın renk körü müydü acaba? Siyahla maviyi ayırt edemediğine göre… Evet! Renk körüydü. Yoksa niye mavi ile siyahı ayırt edemesin ki? Değil mi?

“Dünyayı siyah beyaz görmek zor be ablacım…”

Benimle aynı yaştaydı ama, ablacım diye konuşuyordu. Başlarım Güneş’ine. Bununla bana sadece on beş dakika versinler. Yalnızca on beş dakika! Götünün ve memelerinin dolgunluğu… Nasıl methiyeler dizsem bilmiyorum. Kendini dizginle. Kendini dizginle. Kendini dizginle. Anlatamıyorum! Anlatamıyorum! Şu olaylar olmasaydı, seninle başka bir yerde tanışsaydık keşke be yürüyen cinsellik. Konuşmaya başladım.

“Siz kimsiniz? Adınız ne?”

“Ben Orlando, bu da Dedalus. Öyle bil yeter.”

“Dedalus, Dede Lus. Dede Korkut! Ah anasını satayım.” dedi, Dedalus.

Ah Orlando, sapkınlıklarımın her türlüsünü senin üzerinde öyle göstermek istiyorum ki. Beni benden alıyorsun. Kendini dizginle. Kendini dizginle. Kendini DİZGİNLE. Dedalus’un da konuşmasında bir sorun var gibiydi. Kafasını yana çevirip sallayıp duruyordu, her cümle söylemeye çalıştığında. Sikim mi kalkıyordu? Evet! Kalkıyordu! LÜTFEN KENDİNİ DİZGİNLE! Önünü alamıyordum bu durumun. Bunca zaman dışarıya çıkıp ne hemcinsin ne de karşı cinsinden birisiyle konuşmazsan böyle olur. En son ne zaman annemi aramıştım? Abimi veyahut küçük kız kardeşimi. Cağaloğlu’nda yalan olayı çıktığında aramıştım. Ben niye utanıyordum ki? Utanması gerekenler yalan söyleyenler değil miydi?

Kadın, ayağa kalktı. Arka tarafa, masaya doğru yürüdü. Yürürken tabancasını düşürdü. Eğilip aldı… Domaldı… Seni sikmek istiyorum. Kendini dizginle.

Bir saniye, karların arasından haşır huşur bir ses. Bir insan. Allah allah… Buraya normal zamanlarda hiç insan gelmezdi. Faturacı hariç. Elektrik faturasını kesmeye gelmişti. Benim kurtarıcım! Gerçekten kurtarıcım mıydı? Yoksa yeni bir kurban mı?

“Dedalus!” Kadın fark etti. “Koş, dışarıda birisi var.” Geldi yanaştı yanıma. O güzel memeler koluma temas ediyordu. Keşke ellerim bağlı olmasa da izin verse de avuçlayabilsem. Ah ah… “Kim bu gelen biliyor musun?” diye sordu bana.

“Bilmiyorum. Buraya benden başka kimse uğramaz. Ta ki siz kapımın önünde cinayet işleyene kadar.”

Seksinde, cinsel psikolojininde ta amına koyayım! Kendine Orlando diyen bu kadın ile Dedalus denilen mal gitmiş cinayet işlemiş, ben ne düşünüyorum. Dedalus, kapıyı açtı. Elektrikçiyi yakasından tutup içeriye girdi. Adam baygındı. Kim bilir ne düşünüyordu gariban şimdi. Benim yüzümden belki canından olacaktı. Sevdiği aşkından olacaktı, ailesi derin üzüntü içerisine girecekti.

Umarım şu sorun çözülür artık. Nerede jandarma, polis veyahut bekçi? Kapımın önünde bir cinayet işlenmiş, birkaç saattir orada duruyordu.

Adamı yanıma oturttular. Daha sonra Dedalus, Orlando’nun yanına gitti.

“Abla, atlar horozlanmaya, tavuklanmaya, gıt gıtlamaya başladı!” Orlando, bana baktı. Ah Orlando! O kadar uğraştım ama sana karşı kendimi bir türlü dizginleyemedim. Umarım bir gün. Ne çekici bakıştı onlar!

Bu kadına aşık değildim ha okuyucular! Sakın yanlış anlamayın beni. Bende haz uyandırıyordu bu kadın. Tek gecelik ilişki yaşamam inanın bana yeterliydi. Bana doğru geliyordu Orlando. Kulağıma eğildi. Memesi, koluma değiyordu. Of… Sikimin kalktığını görmüştü. Gözlerinde hissedebiliyordum. Seslendi bana. “Seni daha sonra tekrar uyandıracağız.”

Tak! Kafama bir darbe daha yedim. Bir daha uyumuştum.

6
BABA

“Anne! Babam nerede kaldı?” dedi, Mehmet. Üzerinde eşofmanıyla mutfak tezgahına dayandı. Saat ona dayanmıştı. Ardahan’da kış vaktinde, saat onu bırakın, öğlen saat birde bile yapacak doğru dürüst bir şey bulamazdınız.

Aynur, telefonuyla sürekli Necati’ye ulaşmaya çalışıyordu. Ancak ulaşamıyorlardı. Korkuyordu Aynur. Başına bir şey gelmiştir diye. Dağ köyüne gittiğinde kaçak elektrik kullanan birisi tarafından darp edilip bir köşeye bırakılmıştır diye. Açtı telefonunu, Necati’nin çalıştığı yeri aradı.

“Alo?” diye açtı kalın sesli bir erkek.

“Alo, hayırlı geceler. Ben sizin şirkette çalışan Necati Alyavaş’ ın eşiyim de. Bugün hala eve gelmedi.”

“Abla, hayırlı geceler. Bir sordurayım.” Adam telefonun başından ayrıldı. Aynur, umutlu bekliyordu. Dualar ediyordu Allah’a. İnşallah oradadır diye. Telefonun başına yeniden geçti adam. “Abla, bugün fatura kontrole çıktı ama hâlâ gelmedi.”

Eee, her zaman Allah’a güvenmek olmazdı. Bazen böyle sorunlar çıkabiliyordu. Aynur’un korkusu tavan yapmıştı. Saat 22:15’e geliyordu. “Tamam, teşekkürler. Gelirse bizi ararsınız. Biz polise gidiyoruz. Hayırlı geceler.” Hole gitti Aynur. Evlerinde hol ile salon aynıydı. “Mehmet, kalk hadi karakola gidiyoruz.”

Mehmet, ayağa kalkıp ceketini aldı. Ayakkabısını giyip dışarı çıktı. Annesi cüzdanını alıp kapıyı örttü. “Emniyete gidelim haber verelim. Öldü mü kaldı mı koca adam?”

Yürüdüler.


“Merhaba şikâyetiniz nedir?” diye sordu polis memuru.

“Eşim, Necati Alyavaş kayıp.” dedi, masaya oturan Aynur.

“İsminiz nedir?”

“Aynur Alyavaş.”

“T.C. Kimlik Numaranızı alabilir miyim?

“Altmış beş…”

“Altmış beş…”

“…yetmiş üç…”

“…yetmiş üç…”

“…doksan yirmi…”

“…doksan yirmi…”

“…yirmi yedi üç.”

Memur, tekrar etti. “Altı yüz elli yedi, üç yüz doksan, iki yüz iki, yetmiş üç.”

“Evet doğru.”

“Bir saniye kaydediyorum…” Bilgisayar başında biraz bekledi. Daha sonra kadına döndü. “En son nerede gördünüz?”

“Evde, işe giderken.”

“Ne iş yapıyor kocanız?”

“Aras Elektrik Dağıtım’da fatura görevlisi. Sağa sola gidip fatura keser.”

“Tamamdır… Bir gelişme olursa sizi haber edeceğiz.”

“Teşekkürler.”

Aynur ve Mehmet, masadan kalkıp gittiler. Polis memuru, telefonu açıp, amiri Yüksel Bey’i aradı. “Amirim, bir kayıp vakası. Kırk beş yaşında bir erkek. Elektrik faturası kesiyormuş. Bugün evine gitmemiş.”

“Tamamdır kızım. İlgilenelim vakayla.”

Telefonu kapattı.

7
KADIKÖY HATIRASI

İşte o akşam, hayatımda yaşadığım en trajikomik akşamı yaşamıştım. Olayların bu kadar absürt gelişeceğini bilmiyordum.

Ünalan istasyonundan bindiğimiz metrodan Kadıköy istasyonundan çıktık. Çok sürmemişti. On dakikada varmıştık Kadıköy’e. O güzel Haliç tüm ışıltısıyla bize bakıyordu, ben ve yanımdaki yıldızda ona. Sanki Sirkeci yeniden aydınlanıyordu. Oh, kendimi kaybediyordum senin yanında. Bütün duygularım alt üst, hormon dengelerim şaşkın. Seninle bu güzel günleri yaşamaya nereye kadar devam edecektim. Bilmiyordum. Paltom üzerimdeydi. Hiç gerek var mıydı, senin sıcaklığının yanında anlayamıyordum. Seslendi bana yanımdan.

“Vecip, bir tur tramvay yapalım mı be?”

“Yapalım.” deyiverdim. Yapalım! Seninle ne kadar yan yana kalacaksam, yan yana kalıp yanacaksam, her şeyi yapalım. Seninle uçak kaçıralım, banka soyalım. Ne istersen!

Albay Faik Sözdener Caddesi’ne gittik beraber. ING’nin karşısındaki istasyondan bindik. Başladı tramvay dolaşmaya. Onun güzelliği karşısında benim beynim saçılırken her sokağa, o da Kadıköy’ün güzelliğinin keyfini çıkarıyordu. Sen hep mutlu ol diyordum içimden. Sen hep mutlu ol.

Dalgındım. O en güzel ses bana konuştu.

“Vecip, Çarşı’da inelim. Hadi kalkta.”

Silkelendim. Kendime geldim. İnecektik. O güzel kıyamete beş dakikalık ara. Osmanağa Camii’den Üzerlik Sokağa kendimizi salıverdik. Gidiyorduk. Birden karşımıza biri çıktı. Benim beş yıldır görmediğim üniversiteden birisi.

“Vaay! Vecip… Ne yapıyorsun?”

Orospu çocuğu nereden çıktı karşıma bilmem. Üniversitede konuşuyorduk ediyorduk hoştu ama şimdi her şeyin içine sıçacağına emindim. Neyse. Alışmışım artık. Ayrılmak istesem de ayrılamıyordum pezevenkten. Elimi uzattım mecburi olarak. O da uzattı. Daha sonra kafamızı tokuşturduk.

“Oho… Mert! İyiyim sen?” dedim yalancıktan. Ama öyle yalancıktan yapmıştım ki, hiç kimse gerçeğinden ayırt edemezdi.

“İyi valla birader ya… Kaç yıl oldu görüşmeyeli? Beş, altı?”

“Bilmiyorum valla ama baya uzun bir zaman oldu.”

Güneş’i süzdü piç. Bayağı fena kesti. Allah’ım inşallah saçma sapan bir şey yapmaz.

“Yenge mi yanındaki?”

Biraz gözümü, gözünden kaçırdım. Bu sefer bir şeyleri belli etmiştim sanırım. Umarım ki Güneş bu durumu anlamamıştır. “Ne yengesi oğlum ya? Kız arkadaşım… Yani kız cinsiyetli arkadaşım.”

“Hadi lan hadi. Neyse ben Caddebostan’a gidiyorum. Daha sonra araşırız. Hadi.”

Elini uzattı bana, mecburen ben de elimi uzattım. Kafaları yine tokuşturduk. Bu sefer kafa tokuştururken Kadıköy’ün ortasında onu öyle bir dövmek istiyordum ki. Tokuşturma yerine kafa atmayı düşündüm içimden. Mert oradan ayrıldıktan sonra Güneş bana baktı, konuştu.

“Vecip, sen bana ciddi bir gözle mi bakıyorsun.”

SİKİ TUTTUM! GÖT ALTINA GİTTİM! Kelime etmeye niyetleniyordum ancak kelimeler ağzımda sadece geviş getirmekle meşguldü. Öyle bir kilitlenmiştim ki…

“Vecip…” Bir tokat attı yüzüme. “Bir daha sakın benimle konuşma.”

Atilla İlhan’ın bir mısrası geldi yine o zaman aklıma. Sessiz sessiz mırıldandım. “Dur lütfen! Ben sana mecburum bilemezsin.” Ama hangi şiiri okusam, hangi öyküyü sersem önüne hiçbir şeyi değiştirmeyeceğini idrak edebiliyordum. Ardına bakmadan gitti çünkü…

Benim ise orada o anda gözyaşlarım gözümden düşmeye başladı. Kim benimle konuşmaya başlasa sikecektim belasını. Pantoloncuların olduğu bir sokaktan geçerken, kolumdan çekti bir tanesi. O sinirle gözünün ortasına çaktım yumruğu. Orospu çocuğu, “Hayırdır birader?” dedi bana. Ondan sonra göt cebinden çıkardığı bıçağı benim karnımdan sapladı. Öyle bir ah çektim ki kesin Çayırova’dan bile duyulmuştur. Bıçak benim içimde kaldı, yavşak herif oradan kaçtı gitti.