Merhaba, kendi blogspot sitemden yayımladığım, 3 haftalık koronavirüs tatili sebebiyle vaktim geçsin diye yazmaya başladığım tefrika romanımı buradan da size ulaştırmak istiyorum.
1
BEYAZIN ÜZERİNDE BORDOYA ÇALAN KIRMIZI
“Mrrrr!”
Vecip’in kedisi Karo, Vecip onu okşadıkça haz duyuyor gibiydi. Miskinleşip türlü türlü oyunlar çeviriyordu. Yani Vecip’e öyle geliyordu. Ta ki kedi onu tırnaklayana kadar.
“Amına soktumun kedisi. Siktir git!” diyerekten kediyi sandalyeden aşağıya attı. Kedi koşa koşa kilere gitti. Orada kumunun içine sokuldu.
Bayağı bir süredir zaruri bir yalnızlıkla boğuşuyordu Vecip. Ne kadar Karo’nun huyundan hoşlanmaya da, yakın çevresinde konuşabileceği tek şey, tek nesne oydu. Karo’ydu. Simsiyah bir kedi. Kardan kahverenginin hiç bir tonunun belli olmadığı Ardahan günlerinde bu şartlarda yaşıyordu.
Ardahan’a gelmesinin sebebi, İstanbul’da çalıştığı Kuyruk Bankası’nda arkadaşları tarafından linç edilmesiydi. Konuyu şöyle anlatalım; Cağaloğlu’ndaki Kuyruk Bankası şubesinde bir gün dört bin lira civarında para elektrik kesikken kaybolunca bankada suç Vecip’in üzerine yükleniyor. Vecip’in yapmadığına dair kanıtlar bulunsa bile kimse inanmıyor. En sonunda bütün iş arkadaşları ve banka müdürü Vecip’e mobbing gerçekleştiriyorlar. Bankadaki aynı sofradan yemek yiyen arkadaşları bile yalan söylediği için bu uygulamayı gerçekleştiriyorlar. En sonunda kafasına koyuyor Cağaloğlu’nu, Fatih’i, İstanbul’u ve hatta Marmara’yı… Ve gerçekleştiriyor da… Her şeyi geride bırakıp gidiyor ülkenin diğer ucuna. Ardahan’a.
Bir gece vaktiydi. Tüplü ocağını açmış, üzerine düdüklü tenceresini koymuştu. Dağın başındaki evinden merkeze gittiğinde aldığı kuru fasulyeyi çıkardı. Önceki günden ıslatmıştı. Salçası buzdolabındaydı. Getirdi koydu mutfak tezgahına. Soğan… Soğan neredeydi diye düşündü. Soğan her yemeğin başlangıç noktası gibi bir şeydi. Big-bang gibi. Küp küp doğradı soğanı. Tencerenin içine yağı ekleyip, soğanı kattı. Kavurmaya başladı. Tam soğanlar pembeleşip, salçayı ekleyecekti ki evinin yakınından bir patlama sesi geldi.
Daha önce Vecip böyle bir patlama sesi duymamıştı. Havai fişeğin patlama sesini biliyordu. Akşam olunca etrafın ışıklanacağını da. Ama ışıklanma olmamıştı. Havai fişek olmadığını biliyordu. İnternetten okuduğu ve gördüğü kadarıyla bu patlama bomba değildi. Peki ama neydi?
Yemeğin altını kapattı. Şu an kuru fasulye sikinde değildi. Koridor üzerinden çıkış kapısına doğru gitti. İçerisinde büyük bir endişe, büyük bir korku vardı. Korku… O Cağaloğlu’ndaki bankada yaşananlar gibi. Hatta belki ondan daha korkunç.
Kapıyı açtı. Yerde bordoya çalan kırmızı bir sıvı. Kandı bu. Önce aklına espri mahiyetinde Yu Hua’nın Kanını Satan Adam kitabı gelmişti ama olay bayağı bir ciddiydi. Yerde bir kadın cesedi yatıyordu. Bir tabanca ise kapı pervazının önündeydi.
Bir an düşünmeden saçma sapan hareket yaptı. Tabancayı eline aldı. Kadın yerde, tabanca elinde. Bir an düşündü. Endişelendi. Attı tabancayı ileriye. Korkudan içeri girip kapıyı kapattı. Çömeldi kapının yanındaki pencerenin yanına.
“Ha siktir. Ha siktir! HA SİKTİR!”