Tek Paragraflık Hikâyeler

Ursula K. Le Guin, “Dümeni Yaratıcılığa Kırmak” isimli eserinde okuyucuya şu alıştırmayı önerir: Yedi veya daha az kelimeden oluşan bir paragraf yazın, 100-150 kelime arası olsun.

Gelin, biz onu en fazla 150 sözcükten oluşan tek paragraflık kısa öyküler şeklinde sınırlayalım. Ve yapı olarak sınırlamanın yanı sıra tema olarak ise “sınırsız” diyelim. İlk öykü de benden gelsin.

15 Beğeni

Tıkırtı

Kışın kazma kürek yaktıran zamanlarıydı. Memuruz, zaten meteliğe kurşun atıyoruz. E, haliyle kazma küreğimiz de yok. Doğal gazı erkenden kapatıp yorganlara sarılıyoruz. İşte böyle bir gecede kapıdan tıkırtı geldi. Kafamı yorgandan çıkarmamla sokmam bir oldu. Belki de dışarısı evden daha sıcaktı? Kim bilir? Tıkırtı salona doğru geçti. Muhakkak ki hırsız girmişti. Kafamı tekrar yorgandan çıkardım. “Ulan paramız olsaydı, soğukta yatar mıydık?” dedim. Birkaç dakika sonra kapı kapanma sesi geldi. Onun yerinde olsam sıcak evleri girerdim. Oh mis, sıcacık, ısınırdım da! Sabah kalkıp mutfakta çayımı demledim. Salona doğru çayımla seğirttim. Yahu, benim buralarda bir battaniyem olacaktı! Lan, ulan hırsız, ulan hırsız.

19 Beğeni

Kendine Yabancı

“Ölmek için can atıyorsun, öyle değil mi” diye sordu, şakağıma dayadığım silaha bakarak. Içimde kopan fırtına, ağzımdan kasırga gibi çıkmak için can atıyordu. Eğer gururum pranga vurmasaydı dilime "Hayır"derdim. Gözlerimden ağır ağır akan yaşlar kurumuş dudaklarımı ıslatıyor, isyanımın sessiz çığlıkları oluyorlardı. Bir elim silahta, bir elim savunmaya hazır vaziyetteydi. Karşılıklı sessizce oturuyorduk. Sessizliğin içinde hafif bir müzik tınlıyor, kalp atışlarımla karışıyordu. Suratımı suratına diktim. Onunda gözleri yaşlıydı “Ölmek için can atıyorsun, öyle değil mi?” diye sorusunu tekrarladı. “HAYIR!” diye haykırdım. Boşta olan elimle aynaya bir yumruk salladım; cevabını veremediğim sorular bitmişti… Silahı çoktan fırlatmıştım

12 Beğeni

Sezgi İlleti

Günün ilk ışıklarıyla uyandığından beri içinde kötü bir his vardı. Öğle vakti olduğunda hâlâ içi içini yiyordu. “Kesin kötü bir şey olacak,” diye düşündü. Dikkati o kadar dağınıktı ki işine konsantre olamamıştı bile. Bilgisayarda dikkatle dosyasını hazırlarken birden elektrik gitti. İşte şimdiden uğursuzluk başlamış, tüm emekleri boşa gitmişti. Eli ayağına dolandı, bir bardak soğuk su içti. Kravatını gevşetti. O sırada acı acı çalan telefon kalp atışını hızlandırdı. Eli bir türlü telefona varmıyordu. Acaba bir yakını kaza mı geçirmişti? Telefon ısrarla çalarken şakaklarında ter damlaları belirmişti. Sanki karanlık bir kuyuya çekiliyor gibi hissediyordu. Sonunda yutkunup telefonu açtı. “Neredesin Çetin? Kaç dakikadır seni arıyorum. Eve gelirken iki ekmek almayı unutma.”

10 Beğeni

Kesik

Benim adım Arif. Buralarda bana “Kesik Parmak Arif” derler. Parmağımın kesik olduğu falan yoktur ha! İşimizin erbabıyızdır, evelallah. Yani kesik atarım cüzdanlara, kesik atarım saatlere ve telefonlara. Hem de öyle bir kesik atarım ki ruhu duymaz adamın. Geçenlerde Tarabya’daydım. Önce şöyle bir kestim etrafı. Fötr şapkalı bir bey amca, ağır ağır adımlıyordu karşımda. Dedim “Arif, şişman cüzdan olsa olsa bu bey amcada olur”. Usul usul yanına yanaştım. Nabzını kontrol ettim sokakların, insanların, mağazaların. Nabzını kontrol ettim bey amcanın. Her şey tıkırında. Saniyelik bir el attım bey amcanın paltosuna. Yapıştı elime, çevirdi kafasını, pörtletti gözlerini, çekti elini, yapıştı göğsüne, sıktı dişlerini, devrildi yere. Rüya görüyorum sandım ilkin, herkes toplandı etrafımıza. “Hırsız” diye bağırmıyorlar, “Amca” diye bağırıyorlardı. Biri “Nabzını kontrol edin” dedi. Eğildim, nabzını kontrol ettim, tıkırtısı gitmişti. Şu sıralar saygıyla anıyorum kendisini. Şu şapka, şu cüzdan, yadigårdır bana ondan kalan.

23 Beğeni

Falcı

Vasfi’nin ufak gözleri taş avluda yürüyenlerdeydi. Aralarında olsa muhtemelen hantal vücudundan ya da yoğun nemden dolayı nefes alamazdı. Dükkanında oturup müşterilerin ayağına gelmesini beklemek bu yüzden daha cazipti. Tarot kartlarını masaya dizmiş, odaya ruh vermesi için yedi mum yakmıştı. Ellerinin arasında kaybolan küreyi parmağıyla dürtükleyip duruyordu. Bir an, bir kahkaha yükseldi. Çirkin, alaycı, iğrenircesine. Oysa odadaki canlı, kendisi ve bir de saksıdaki bitkileriydi. Ses yinelendi; falcı kaskatı oldu. Sonra bir daha geldi. Vasfi “Yok canım, yok. Olsa olsa kedidir bu,” dedi ancak kahkahalar kulaklarında saatin tik takları gibi döndü durdu. Anlamsız bir korku yüreğinden bir şeyler götürüyordu. Kapıdaki silüeti gördüğü anda adamın çarpık dişleri birbirine vurdu. Şiddetinden neredeyse kırılacaklardı. Ayağa kalkmak için debelendi. Masa örtüsüyle küre eline geldi, söküp attı. “G-gelme, melun şeytan, git git!” diye titrek sesiyle bir şeyler geveliyor, kapıda dikilen çocuksa ağzı bir karış açık, patronuna bakıyordu.

11 Beğeni

Karanlık odanın camından içeriye sızan küçük bir ışık hüzmesi havada uçan tozları, içerisinin keşmekeşliğini ve dizlerini karnına çekmiş, duvara yaslanan adamın siluetini gösteriyordu. Neden orada öylece oturuyor, neden kımıldamıyor, neden perdeyi çekip bütün ışığın içeriye dolmasına izin vermiyor bilinmiyordu. Tozlar uçuşmaya devam etti, dünya devretti, ışık gitti, sonra tekrar geldi. Adam hala aynı pozisyonda duruyordu. Neyi bekliyordu? Neyi umuyordu? Bilinmiyor. Şafak söker, çok çok ince bir ışık içeriye süzülürken adamda bir kıpırdanma göründü. Uyuşuk bir halde yerinden kalktı, sırtını esnetti. Tozlar hala havada uçuşuyordu. Cama doğru yeltendi, perdeyi çekti. Yeni doğan günü seyretti, yavaş yavaş canlanan sokağı… Seyretti; çöpçüleri, çalışmak için şehrin ta öbür ucuna gitmekte olanların uykusuz yüzlerini… Perdeyi şimdi tamamen kapattı ve mutlak karanlık içerisinde tekrar duvara yaslanıp dizlerini karnına çekti.

10 Beğeni

El sallamıyormuș. Boğuluyormuş.

17 Beğeni

Koluna değen bir parmakla irkildi. “Buyurun amcacım oturun” deyip ona yer veren gencin yüzüne şaşkınlıkla baktı. Evet saçları beyazlamış, beli bükülmüş ve yaşı ilerlemişti. Ama bunlar, yaşlandığını yüzüne vurulmasını gerektirmezdi. Genç adama teşekkür edip yerine otururken elinde tuttuğu kitabın sayfalarını karıştırırdı. İyi bir hayat geride bıraktığını ummaktan başka elinden bir şey gelmezdi.

9 Beğeni

YAŞLI BİR ADAM, şehir dışında ve gecenin ikisinde, arabaların ender geçtiği bir yolda kalmıştı. Hava da son derece soğuk, fırtınalı ve sisliydi.Yaşlı adam birkaç saat yürüdü. Birden yanından çok yavaş ilerleyen bir arabanın geçtiğini gördü. Önce yorgunluktan hayal gördüğünü sandı; fakat bu gerçekti. Çok yorgun yaşlı adam, bu işkenceye bir son vermek lâzım deyip koşup kendini araba­nın ön kapısından içeri attı. Kafasını sola çevirdi fakat ne görsün; şoför koltuğun­da kimse yoktu… Yaşlı adam gözlerine inanamadı, korktu, ama bunun şokunu yaşarken ileride bir uçurum olduğunu da fark etti. Araba uçuruma doğru ilerle­mekteydi.Ne yapacağını düşünürken, karanlık­tan uzanan bir kolun direksiyonu çevirdi­ğini gördü. Adam daha fazla dayanamadı ve dehşetle arabadan dışarı fırladı. Koşa­rak, az ileride ağaçların arasında ışığını gördüğü küçük bir kahveye sığındı. Tit­reyerek bir çay içip biraz kendine gelin­ce de kahvedekilere başından geçenleri anlattı.Kahvedekileri de bir korku sarmışı ve kimseden çıt çıkmıyordu.Az sonra kahvenin kapısı açıldı ve bu sefer de içeriye, yorgun ve üstleri başları perişan olmuş, iri yapılı iki adam girdi.Kahvedekiler, bunlar da benzer şey­ler anlatacak diye heyecan ve korkuyla onlara bakıyordu. Gelenlerden birisi, kah­vedekileri şöyle bir süzdükten sonra, o yaşlı adama dikkatlice baktı ve yanındaki arkadaşına dönerek:“Şu ortadaki adamı sen de tanıdın mı?” dedi. "Biz arabayı itmeye çalışırken içine girip oturan, sonra da kapıyı bile kapatmadan kaçan adam o değil mi?

5 Beğeni

İlk Kitap

Her zamanki yolundan belde merkezine giderken bir kitapçının önünde durdu. Beldenin tek kitapçısının. Vitrindeki kitabın kapağına bakakaldı. Kitap onundu. Siyah kapağında beyaz puntoyla adı yazılmış ama adının kitap adından yine de küçük olması sağlanmıştı. Sade bir kapak olmasını o istemişti, üstünde siyah fon dışında bir şey istememişti. Tabii bir de kitabın adını. Denizimde Kan Sesleri. Demek kitabının ilk baskısı en ufak belde kitapçısına kadar dağıtılmıştı. Belki de yayınevi onun beldesine böyle bir iltimas geçmişti. Cebinden bir paket mentollü çıkarıp dudaklarının arasına bir tane yerleştirip paketini de geri cebine attı. Kibritiyle yaktıktan sonra kitaba bakmaya devam etti. Ilk nefesinden sonra derin, temiz bir nefes aldı. İçini temiz ve serin bir havadan çok gurur dolduruyordu. İlk kitabın gururu.

4 Beğeni

Bir anda tüm bilim insanlarını şaşkına çevirerek güneş sistemine giren cismin ne olduğu konusunda tartışmalar sürüp giderken cisim dünyaya yakın bir yörüngeden geçip zarar vermeden geldiği gibi sistemin dışına doğru geçip gitmiş ve gözden kaybolmuştu. Her şeyin unutulduğu bir gün dünyanın etrafında bu cisimlerden binlercesi belirmeye başladı. Bir süre sonra bu cisimler dünyanın pek çok yerine inerek konumlanmaya başladı. Konumlanması tamamlanan cisim etrafına bir titreşim yaymaya başlıyor ve etrafında bir portal / geçit açılıyordu. Yaydığı titreşimler tüm insanları bilinçsizce kendine çekiyor ve insanlar açılan geçitlerden geçerek gözden kayboluyorlardı.

5 Beğeni

“Demek kendi yatağınızda Gregor Samsa adında bir insan olarak uyandınız…” dedi böcek psikolog. “Korkunçtu.” diye söze başladı kibrit kutusundan bozma bir kanepede uzanan böcek; “Uyandığımda bir insan gibi görünüyordum. Ellerim, ayaklarım hatta kıllarım bile vardı. Hala düşündükçe midem bulanıyor. Tenim yumuşacıktı ve şaşkınlıktan evden dışarı çıktığımda vücudumun beni soğuktan bile koruyamadığını fark ettim. Diğer insanların bana bakarak güldüğünü anladığımda üzerimde onların giydiği şeylerden olmadığını anladım. Uzun bir süre olayın şaşkınlığıyla yatağın içinde oturdum, bir daha uyursam bu kabustan uyanabileceğimi düşündüm ama açlıktan uyuyamıyordum. Evde yiyecek bir şey olmadığını görünce aklıma ilk başta çöpler gelse de diğer insanların bunu yapmak yerine yemek yapılan yerlere gittiğini hatırladım. Oraya vardığımda karnımın açlığıyla gördüğüm her şeyi almıştım ama tam çıkarken biri benden ‘para’ denen bir şey istedi. Olmadığını söyleyince kızdı ve bana ‘iş’ denen bir şey bulmamı istedi. Uzun günler süren açlıktan sonra en sonunda iş denen şeyin ne olduğunu anlamıştım. Bir yerde sabahtan akşama kadar çalışıp akşam çıkarken para denen şeyle evime giderken yemek alıyordum. Ama hala neden yemek yemek için bu kadar uğraşmam gerektiğine anlam veremiyordum. Günlerim sevmediğim yemekleri yemek için, sevmediğim insanlarla dolu, sevmediğim bir yerde canım çıkana kadar çalışmakla geçiyordu. Tam bir kabustu, korkunçtu!”

“Anlıyorum.” dedi tekrar psikolog böcek.

21 Beğeni

Bir aşk öyküsü mü bu? "Biri olmadan, öbürü olmazmış. İki balık yaşarmış; biri turuncu ve iri, öbürü korkak ve ince. Bütün çiftler de böyledir biraz düşününce.İri sormuş bir gün: ‘Madem bütün bu denizler birbirine bağlı, niye biz seninle sadece bu kıyıdan ötekine yüzüp duruyoruz? Kendimizi bir akıntıya bıraksak, yeni sularda yüzsek, başka balıklar yesek daha mutlu olmaz mıydık?’ Hak verdi ince. İnceliğinden sırf. Çünkü onun mutluluğu için, iri ve o kıyı yeterlidir. Katıldı yine de, düştü irinin peşine. Akıntıya bıraktı kendini. Fakat bir balıkçı, akşam yavrularına balık götürmek için suya ağ atmıştı. Ve bizimkiler farkına varmadan bu ağa takıldılar. Daha doğrusu iri takıldı. İri ya. İnce de sıyrılıp çıktı. İnce ya, bırakıp gitmedi. Hem inceydi hem âşık. Kemirip ağları, kurtardı iriyi. Aşkta, en yanlış şeyler bile mantıklı gelir insana. Tabi balıklara da… Çünkü aşk, suyun içinde de aşktır.Derken, bizimkiler soğuk denizlere kavuştular. Fakat ince, alışık değildi bu serin sulara ve hastalandı. Pulları dökülüyordu her gün ve gün geçtikçe daha da yavaşladı. Hatta durdu bir gün. Atlantiğin ortasında. Ya döneceklerdi ve ince kurtulacaktı ya da tek bedene düşeceklerdi. Çünkü herkesin Küba’ya kadar yüzecek nefesi kalmayabilir. Hele hastaysa. İri, Küba’ya gitmeyi seçmeden önce, biraz düşündü. O düşündüğü süre kadardı sevgisi ki o da çok sayılmazdı. En başta sıkılan oydu köyün kıyısından. Demek aslında gitmek istiyordu incesinin yanından. Ama bizimki bu durumu anlamadı. Ve onunla Küba’ya varmak için son çabalarla yüzdü. İnsan, sevdiğiyle geçen zamana doyamadığı kadar âşıktır.‘İki dakika daha beraber yüzmek, tek başına sağlığına kavuşmaktan iyidir’ bile dedirtir aşk insana. Dedirttiği gibi inceye. İki dakika kadar yüzdü ve öldü. Yukarı doğru çıkarken zayıf gövdesi, kılçıklarına kadar mutluydu ve gülüyordu. Koca bir balina onu yuttu, bunu da biliyordu. İri, tek kaldı ama suyun ucunda Küba vardı. Var gücüyle yüzdü. İnceyi unuttu. İnceyi unuttuğu kötü oldu. Çünkü onlar birbirlerine 5 saniyede bir, nereye gittiklerini hatırlatıyorlardı ve şimdi 10 saniye geçmişti ve katiyen hatırlamıyordu. Ne inceyi, ne Küba’yı ne de adının iri olduğunu. İnsana adını başkaları hatırlatır, balıklara da… O yüzden kayboldu derin sularında Atlantiğin. Ve koca bir balina onu da yuttu. Fakat mucize bu ya, balinanın midesinde inceyi buldu. Meğer onları yutan aynı balinaymış, İnce ölmemişmiş, tam tersi midenin sıcaklığında dirilmişmiş. Ama oradan çıkarsa ölecek. İri de oradan giderse, nereye gittiğini ve adını unutacak. O yüzden, artık ikisi de buradalar. Ne fark eder. İnsana sevdiğinin yanı cennettir. Sevmeden hiçbir şeyin tadı olmadığını, bu hikâyeyi bilen bütün balıklar bilir. Ya insanlar?


Bir zamanlar, Uzak Doğu’da, artık yaşlandığını ve yerine geçecek birini seçmesi gerektiğini düşünen bir imparator varmış. Yardımcılarından ya da çocuklarından birini seçmek yerine; kendi yerine geçecek kişiyi değişik bir yolla seçmeye karar vermiş. Bir gün, ülkesindeki tüm gençleri çağırmış ve: “Artık tahttan inip yeni bir imparator seçme vakti geldi. Sizlerden birini seçmeye karar verdim.” demiş. Gençler şaşırmışlar, ancak o sürdürmüş: “Bugün hepinize birer tohum vereceğim. Bir tek tohum… Ama bu çok özel bir tohum. Evlerinize gidip onu ekmenizi, sulayıp büyütmenizi istiyorum. Tam bir yıl sonra büyüttüğünüz o tohumla buraya geleceksiniz. Sizi, yetiştirdiğiniz o tohuma göre değerlendirip, birinizi imparator seçeceğim.” Saraya çağırılan gençlerin arasında Ling adında biri de varmış. O da diğerleri gibi tohumunu almış… Evine gidip heyecanla olayı annesine anlatmış. Annesi bir saksı ve biraz toprak bulup, onun tohumu ekmesine yardım etmiş. Sonra birlikte dikkatlice sulamışlar. Her gün sulayıp büyümesini bekliyorlarmış. Yeterince zaman geçtikten sonra diğer gençler tohumlarının ne kadar büyüdüğünü anlatırken, Ling hayal kırıklığı içinde, kendi tohumunda hiçbir değişiklik olmadığını görüyormuş. Üç hafta, dört hafta, beş hafta geçmiş… Hâlâ hiçbir gelişme yokmuş. Diğerleri yetişen bitkilerinden söz ederken Ling çok üzülüyormuş. İmparatorun onu beceriksiz sanmasından çok endişeleniyormuş.Arkadaşlarına da hiçbir şey diyemiyor, sabırla bekliyormuş. Sonunda bir yıl bitmiş ve gençlerin yetiştirdikleri bitkileri imparatorun huzuruna götürecekleri gün gelip çatmış. Ling, annesine boş saksıyı götüremeyeceğini söyleyince, annesi ona cesaret verip; saksısını götürüp dürüst bir şekilde olanları imparatora anlatmasını istemiş. Ling, pek istemese de, annesinin sözünü tutmuş ve boş saksıyla saraya gitmiş. Saraya varınca arkadaşlarının yetiştirdiği bitkilerin güzellikleri karşısında şaşırmış.Sonra imparator gelmiş ve tüm gençleri selamlamış. Ling, arkalarda bir yerlere saklanmaya çalışıyormuş. “Ne büyük bitkiler, çiçekler ve ağaçlar yetiştirmişsiniz. Bugün biriniz imparator olacak.” demiş imparator.Aniden arkada elinde boş saksısıyla Ling’i fark etmiş. Hemen muhafızlarına onu öne getirmelerini emretmiş. Ling çok korkmuş. "Sanırım beceriksizliğimden dolayı beni öldürtecek."Ling öne geldiğinde imparator adını sormuş. “Adım Ling.” demiş.Diğer gençler gülüşüp onunla alay etmeye başlamışlar. İmparator onları susturmuş. Ling’e ve elindeki saksıya dikkatle bakıp kalabalığa doğru dönmüş. “Yeni imparatorunuzu selamlayın. Adı Ling!” demiş. Ling inanamamış. Çünkü tohumunu yeşertememiş bile, nasıl imparator olurmuş?..İmparator devam etmiş: “Bir yıl önce burada herkese bir tohum verdim. Siz ekip, sulayıp bir yıl sonra getirecektiniz. Ama hepinize kaynamış tohum vermiştim. Asla büyüyemeyecek olan… Ling’in dışında herkes ağaçlar, bitkiler ve çiçekler getirdi; çünkü tohumun büyümediğini fark edince hepiniz onu bir başka tohumla değiştirdiniz. Sadece Ling içinde benim verdiğim tohum olan boş saksıyı getirme cesaret ve dürüstlüğünü gösterdi. Beklentisi gerçekleşmeyince umutsuzluğa kapılsa da, dürüstlüğünden vazgeçmedi… Onun için yeni imparatorunuz o olacak!”


Hali vakti yerinde bir kadın havaalanında bekliyordu.Uçağın kalkmasına da uzun saatler vardı. Önce hoşuna giden bir kitap,sonrada bir paket çikolatalı bisküvi satın aldı ve bir banka oturdu. Kitabına daldığı bir sırada, fakir görünümlü bir adam yanına oturdu ve aralarında duran çikolatalı bisküvi paketinden atıştırmaya başladı.Kadın bu küstahlığı görmezden gelmeye çalıştı. Onun yerine, bisküvilerini yiyip bir taraftan kitabını okudu, bir taraftan da saatini gözledi. Ancak yanı başında oturan bisküvi hırsızı arsızca birer ikişer bisküvileri midesine indiriyordu. Kadın gittikçe daha fazla rahatsız oldu bu durumdan. ”İnsan gibi istese,veririm!Utanmadan bisküvilerimi yiyor, bir de yüzüme gülümseyip duruyor.Ne terbiyesiz insanlar var bu dünyada!”diye düşünüyor, yüz hatırıyla la bu düşüncesini ifade ediyordu. Sonunda, her biri birer bisküvi aldı paketten. Geriye tek bir bisküvi kalmıştı.Adam gülümseyerek o bisküviyi aldı ve ikiye böldü. Yarısını kadına uzattı.Kadın hırsla yarım bisküviyi elinden çekip” Şunun yaptığı arsızlığa bak!” diye düşündü.” Tek kelime teşekkür de etmiyor.” Uçağının kalkışa hazır olduğu anonsu duyunca eşyalarını toplayıp kapıya doğru yöneldi. O utanmaz bisküvi hırsızının yüzüne bile bakmak istemedi.Uçağına bindi ve koltuğuna gömüldü. Neredeyse bitirmek üzere olduğu kitabını almak için çantasını açtı. Bir de ne görsün?Gözlerinin önünde bir paket bisküvi! Elinde olmadan, dudaklarından bir hayret nidası yükseldi. Kendi bisküvisi buradaysa, bekleme salonunda atıştırdığı bisküviler demek ki adamındı! Adamın bisküvileri kendisiyle paylaştığı gibi sonuncusunu bile bölüştürecek kadar cömertlik gösterdiğini anladı. Özür dilemek,hatasını telafi etmek için artık çok geçti.İçini tarifsiz bir üzüntü kapladı. Birkaç dakika önce adamı suçladığı bütün kötü sıfatların gelip kendi üzerine yapıştığını hissetti. Kaba olan kendisiydi, hırsızlık yapan kendisiydi ve nankörce davranan yine kendisiydi!

7 Beğeni

Babasının elinden tutup gökyüzüne bakan çocuk; “Baba. Bulutlar bir yerlere gidiyorlar. Sanki gitmemeleri gerek, ama yine de gidiyorlar.” dedi. Babası bakışlarını yerden, hızlıca geçen bulutlara doğru gökyüzüne çevirdi. “Belki bizden uzaklaşmak istiyorlardır, belki de buradan uzaklaşmak istiyorlardır. Burası hariç neresi olursa olsun gitmek istiyorlardır…”

11 Beğeni

Bir zamanlar Afrika’daki bir ülkede hüküm süren bir kral vardı. Kral, çocukluk arkadaşlarından birini hiç yanından ayırmazdı. Kralın bu arkadaşının ise değişik bir huyu vardı. İster kendi başına gelsin, ister başkasının, ister iyi olsun, ister kötü, her olay karşısında hep aynı şeyi söylerdi: “Bunda da bir hayır var!”
Bir gün kralla arkadaşı birlikte ava çıktılar. Kralın arkadaşı tüfekleri dolduruyor, kralda ateş ediyordu. Arkadaşı tüfeklerden birini doldururken bir yanlışlık yaptı ve kral ateş ederken tüfeği geriye doğru patladı ve kralın başparmağı koptu. Durumu gören arkadaşı her zamanki sözünü söyledi:’Bunda da bir hayır var.’Kral acı ve öfkeyle bağırdı: ’Bunda hayır filan yok! Görmüyor musun parmağım koptu!’ Ve sonra da kızgınlığı geçmediği için arkadaşını zindana attırdı. Bir yıl kadar sonra, kral insan yiyen kabilelerin yaşadığı ve aslında uzak durması gereken bir bölgede birkaç adamıyla birlikte avlanıyordu. Yamyamlar onları yakaladılar. Ellerini, ayaklarını bağlayıp, etrafına odun yığdılar. Tam odunları tutuşturmaya geliyorlardı ki, kralın başparmağının olmadığını fark ettiler. Bu kabile, batıl inançları nedeniyle uzuvlarından biri eksik olan insanları yediklerinde başlarına kötü olaylar geleceğine inanıyorlardı. Bu korkuyla, kralı çözdüler ve salıverdiler. Diğer adamları ise pişirip yediler. Sarayına döndüğünde, kurtuluşunun kopuk parmağı sayesinde gerçekleştiğini anlayan kral, onca yıllık arkadaşına reva gördüğü muameleden dolayı pişman oldu. Hemen zindana koştu ve başından geçenleri bir bir anlattı. ’Haklıymışsın!’ dedi. ’Parmağımın kopmasında gerçekten de bir hayır varmış. Senden özür diliyorum. ’dedi. Hayır’ diye karşılık verdi arkadaşı. Bunda da bir hayır var.
Düşünsene ben zindanda olmasaydım, seninle birlikte avda olurdum!’

6 Beğeni

Günün ortasında bir anda her yer alacakaranlığa gömüldü. Ne olduğunu anlamak için pencereye koştu. Tüm şehir dümdüz olmuştu ve şehrin tam ortasında devasa bir çukur vardı. İnsanların bir kısmı yerlerde boylu boyunca yatarken diğerleri hipnptize olmuş gibi çukura doğru yürüyor ve kendilerini çukurdan aşağı bırakıyorlardı. Korkuyla pencereyi kapattı ve koltuğa oturdu: ‘’ Hayır! Bunlar olmuyor, olmuyor’’ diye söylendi. Fakat pencere aniden ve kendiliğinden açıldı. Ve beyninde çukurun onu çağıran sesini duymaya başladı.

8 Beğeni

Birden düşüyor insan kendi karanlığına. Güneş birden sonsuz bir boşluğun pençesinin kapanmasıyla kayboluyor. Kendi iç çıkmazlarından sıyrılmanın son umudu da böylece kapanıyor tiyatro sahnesinde bir dünyayı bitiren perdenin çekilmesi gibi. Ne işim var diyordu Carpenter. Bu boşluk ne zaman beni içine çekti? Ya da ben ne zaman farkına vardım içinde bulunduğum nedensizliğin? Bir görünüp bir kaybolan ambar faresi gibi yakalayamıyordu kendini. Oysa yaşama bağlanmak üzere ne tuzaklar kurmuştu gençliğinde. Her birini zamanla çözdü beynini kemiren düşünceler. Artık gardını indirmiş, dünyanın ona son yumruğunu atacağı günü bekliyordu.

6 Beğeni

.“Hemen, şimdi, bulunduğu yerden yükselmeli insan.” dedi içinden. Bu durağanlık yoksa katlanılacak gibi değildi. Bu akışa dur diyemiyordu ancak dahil olmak da kabul edilemez bir kirlilikti artık. Kendine kızdı nedensizliğinden dolayı. Nefretle tükürdü yere. “Kahretsin! Ne zaman susacağım?” Çevresine bakındı ve tiksindi. Cebinden rastgele eline tutuşan bir alışveriş fişiyle sildi kendini kaldırımın üzerinden. Yürümeye devam etti

6 Beğeni

“Durumu stabil.” demişti doktor. Onların espiri anlayışları biraz, bilirsiniz farklı. Bana sorarsanız bokt, ki bana sormuyorsunuz… Sonra karımla eve döndük ama o garipti. Aslında yolda farketmiştim. Yol boyunca sessizdi, alarm işareti bu. Normalde başımın etini yer, çok kızmışsa böyle susardı. Dedim Serhan sıçt, yedin ayvayı. O gece sustu. Ertesi gün sustu. Diğer gün yine böyle susarken, “acıktım” dedi, kolumu kemirmeye başlamadan, olmayınca kopartmadan hemen önceydi.

5 Beğeni