1961 tarihini vermemdeki kasıt, Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nün Harf ve Dil Devrimleri’nden sonra, dönemine uygun bir bilinçle ve belli bir Türkçe hassaslığıyla yazılmış olması. Bu bakımdan bu kitabın dili, verdiğim örneklere kıyasla gayet yalın ve anlaşılırdır, günümüz Türkçesine uyarlanmayı bence gerektirmez.
2050’lerde de dilimizdeki zedelenme bu hızla devam ederse, evet belki o zaman haklı çıkarsınız, SAE’yi bile güncelleyebilirler.
Konumuzla sadece ikinci dereceden alakası olacak, ve biraz da uzun olacak, ama yine de Melih Cevdet Anday’ın Dilimiz Üzerine Konuşmalar kitabından beğendiğim bir bölümü burada paylaşmak istiyorum:
"Dilimizin gelişimi düz bir çizgi üzerinde olmamıştır, bu gelişim gerilemeler ve ileri atılımlarla oluşmuştur. Başka bir deyişle söylersek, çok gerilere gittikçe dilimizin bugün için anlaşılmaz durumlarda bulunduğunu sanmak, günümüze yaklaştıkça bu anlaşılmazlığın gitgide ortadan kalkacağını düşünmek yanlış olur. İşte bir şaşırtıcı görünüm. Ancak unutmayalım ki, “çok gerilere” sözünü kullanırken, gene de Anadolu Türkçesini amaçlıyoruz.
Sözgelişi, bu yüzyılın başında yazılmış bir şiirle, altı yüzyıldan daha eski bir dönemde yazılmış olan bir şiirin karşılaştırılması, bize bu konuda bir kanı verebilir. Yöntemimize uygun davranarak önce yakın dönemde yazılmış olan o şiirin bir dizesini alalım. Bu dize şöyledir sayın dinleyiciler:
Dümbâle ise hemişe cümbân
İsterseniz bu dizeyi bir daha okuyalım ve bakalım içinde Türkçe bir sözcük var mı?
Diimbâle ise hemişe cümbân
Ünlü ozanımız Muallim Naci’nin yazmış olduğu bir şiirden bu dize sayın dinleyiciler. Anlamına gelince, ozan bir kuzunun kuyruğunu boyuna salladığını söylüyor: Dümbâle “kuyruk”, hemişe “boyuna”, cümbân “sallanır” demek. Bu dizede Türkçe olan sözcük, sadece o küçük “ise” sözcüğü.
Şimdi altı yüzyıl öncesine dönelim ve ünlü ozanımız Yunus Emre’den bir şiirin bütününü okuyalım.
Acep şu yerde var m’ola
Şöyle garip bencileyin
Bağrı başlı gözü yaşlı
Şöyle garip bencileyin
Gezdim Urum ile Şam’ı
Yukarı illeri kamu
Çok istedim bulamadım
Şöyle garip bencileyin
Kimseler garip olmasın
Hasret oduna yanmasın
Hocam kimseler kalmasın
Şöyle garip bencileyin
Söyler dilim ağlar gözüm
Gariplere göynür özüm
Meğer ki gökte yıldızım
Ola garip bencileyin
Nice bu dert ile yanan
Ecel ere bir gün ölem
Meğer ki sinimde bulam
Şöyle garip bencileyin
Bir garip ölmüş diyeler
Üç günden sonra bulalar
Soğuk su ile yuyalar
Şöyle garip bencileyin
Hey Emrem Yunus biçare
Bulunmaz derdine çare
Var imdi gez şardan şara
Şöyle garip bencileyin
Bir tek dizeyle, oldukça uzun bir şiiri karşılaştırmamızın doğru olmadığı söylenebilir; ama sayın dinleyiciler, o tek dize sadece uzak geçmişle yakın geçmiş arasındaki dil bakımından az önce söylediğimiz bir gerçeğin ortaya çıkması amacı ile anıldı. Yoksa karşılaştırmalarımızı eşit uzunlukta parçalar arasında da yapabiliriz. O zaman görürüz ki, geçmişte dilimiz, deyim yerindeyse, daha çok Türkçe idi, zamanla Türkçe sözcükler azalmaya başladı.
İşte dilimizde “Türkçecilik”, “sadeleşme”, “özleşme” gibi adlarla anılan bu akımın karşısından olanların, bir yerlerine Türkçelerini bulduğumuz yabancı sözcükleri kullanmamaya kalktıkça, “Olmaz” diyerek savundukları sözcükler, dilimize sonradan girmiş olan yabancı sözcüklerdir. “Bozulan güzel dilimiz” dedikleri ise, eskiden bozulmuş olan dildir. Türkçecilik akımı, eskiden bozulmuş olan dilimizi, kendi benliğine, özelliklerine kavuşturmak istemiş ve bunda başarıya ermiştir.
Ancak sayın dinleyiciler, bugünkü konuşmamda verdiğim örnekler, bizde şu kanıyı da uyandıracak niteliktedir: Demek ki, diye düşünebiliriz, bir dilde kimi sözcükler, kimi etkilerle yitebilir, onların yerini almış olan yabancı sözcüklere alışmışsak, onları benimsemişsek, ortada yakınacak bir durum yok demektir. Nitekim işte “mezar” sözcüğünü atıp onun yerine eski “sin” sözcüğünü almak, "sin"i diriltmeye kalkmak artık olacak işlerden değildir.
Böyle denirse, kimi yerde doğru söylenmiş olur sayın dinleyiciler. Biz de o örneği verirken konunun böyle yararlı bir yön tutabileceğini düşünmüştük. Herkesin bildiği gibi, arı dil yoktur dünyada, her dil başka dillerle karışarak yaşamıştır. Türkçenin de bundan başka bir yol izlemesi istenemezdi, beklenemezdi elbet.
Ancak burada söylemek gerekir ki, yabancı dil etkisi, bir anadilin kurallarına da girer, onun sözcük dağarcığında en büyük yeri tutarsa, artık böyle bir etki olağan görülemez, çünkü buna başka dillerde örnek gösterilemez. Kendi gramer kurallarını unutan, sözcük dağarcığının en büyük yerini yabancı sözcüklere veren dil ortadan kalkar.
Bizim de başımıza gelen bu olmuştur sayın dinleyiciler, Osmanlı döneminde Türkçe bir bakıma ortadan kalkayazmıştır. O dönemin en büyük ozanlarından biri olan Baki’nin, Kanuni Sultan Süleyman’ın ölümü üzerine söylediği "mersiye"nin ilk beytinde Türkçe sözcük bir tanedir ve eylem gösteren sözcük yoktur.
Ey pây bend-i dâm gehi kayd-ı nâm ü neng
Takey hevâ-yi meşgale-i dehr-i bidireng
Büyük bir Türk ozanının söylediği bu beyti biz anlayamayız, ama bir İranlı anlar. Burada “ta key” “ne zamana kadar” anlamına geliyor, “ne zamana kadar sürer” anlamına değil. “Sürmek” eylemi söylenmemiştir.
Eğer bu durum temden sürüp gitseydi, elimizde Türkçe diye bir şey kalır mıydı?
Bereket, sayın dinleyiciler, dilimiz halk şiirinde kendini korumasını bilmiş ve bizim o karma Osmanlı dilinden daha güçlü bir ulusal dilimiz bulunduğu konusundaki bilinçlenmede en büyük güç kaynaklarımızdan biri olmuştur halk şiirimiz."