Kayıp Rıhtım'da tamamını okumak için: Ümit İhsan'dan Yeni Roman: Kızıl Günün Şafağı – Kayıp Rıhtım
Ödüllü yazar Ümit İhsan bu kez kurtadamlarla ilgili, yeni bir fantastik seriyle karşımızda. (DEVAMI…)
Türkiye’de yayın yapan bir yayınevinin adında “w” harfini bulundurması beni düşüncelere sürüklüyor. Üstelik bu karşımızdaki yerli yazarımıza ait bir eser.
Yazarın okuru bol olsun. Ben yayınevinin adına çok takıldım.
Yayınevinin bu adı neden seçtiğini bilemiyoruz tabii ki ama bunun dışında “küreselleşme” denen şeyi, zaten pek hazzetmedikleri dilimizi kullanmamak adına bahane olarak kullandıklarını çok görüyorum.
Kendini öne çıkarmak için atılmış bir adım olarak değerlendirince, "w"ye çok da takılamıyorum.
Beni rahatsız eden, yerli yazarın yabancıymış gibi tanıtılması. Yazarın ismini kısaltarak yabancı imajıyla pazarlamaya çalışan bir iki örneğine denk gelmiştim. Geçmişte forumca yakından şahitlik ettiğimiz bir örneğimiz de vardı. Neyse… Durduk yere kendi tepemi attırmayım
Kitaba döneyim. Şahsen, kurtadam temasını yerli fantazyaya daha çok yakıştırıyorum. Tamam, obur gibi, vampir mitosuna kaynaklık etmiş Türk kültüründen varlıklar mevcut. Kurt adam da hem nitelikleri hem de o niteliklere ilintilenerek bünyesinde barındırdığı potansiyel sebebiyle ilginç hikâyeler barındırabilir. Medeni ile yabani arasındaki çatışmalara ve ikilemlere, vampirin üstüne yapışmış aristokrat kimliğine zıt daha halkın içinden dertlere ve mizaca sahip (biliyorum, halktan canavar, tabiri tuhaf kaçabilir) bir varlık. Günümüz dertlerine paralel giden fantazilere uygun. Ama potansiyeli tam kullanılamıyor. Ya da o halktan tarafı sebebiyle çok göz önünde bulunmuyor. Kim bilir
Roman, kurt adam temasına duyduğum ilgi sebebiyle dikkatimi çekti.
Bazı korku öğeleri( vampirler, kurt adamlar, zombiler vb.) bir yerden sonra artık bıkkınlık vermeye başlıyor, artık eski heyecanı yaşatmıyor fakat olaya farklı açılardan bakılmışsa belki bir ihitmal. İçeriği nasıldır bilmiyorum ama umarım kendisini okutturan bir kitaptır.
Aynı fikirdeyim… Bir de şunu eklemek isterim…
Belli bir süreçten beri Türkçe’si bulunan sözcüklerin yerine yabancı kökenli olanların kullanılması adeta moda haline geldi. Okuduğum kitaplarda bunu rahatça gözlemleyebiliyorum.
Bu yerli veya çeviri kitaplara özel mi, yoksa ikisini de kapsayan genel bir durum mu ?
Hep çeviri okuduğum için onlara özel diyebilirim.
Yabancı sözcük kullanma değil ama sözcüğü yanlış olarak kullanmaya bir örnek vereyim:
İletişim Yayınları’ndan çıkan Kafka’nın “Dava” adlı romanında “seninle, benimle, onunla vb” sözcükler hep yanlış kullanılmış ve “senle, benle, onla vb” biçimde yazılmış. İletişim Yayınları gibi bir yayınevinin bu tür bir hataya fırsat tanımaması gerek.
Türkçesi var olan sözcüklerin yerlerine yabancı kökenlilerinin kullanılmasıyla ilgili örnek bir sürü. Ama bunu listeleyip vermem gerek tabi… Bu da zaman ister.
Bir de şu var: Cümle içinde birden çok “ve” bağlacı kullanılması. Bu, hem Türkçe’nin yapısına aykırı, hem de okumayı güçleştiriyor. Şu anda okumakta olduğum kitap Ray Bradbury’nin “Sonbahar Ülkesi” adlı kitabı. Çevirmen aynı cümle içinde çok fazla “ve” kullanmış. İngilizce’de bu normal olabilir ama Türkçe’ye uygun değil. Çevirmenin buna dikkat etmesi gerekirdi diye düşünüyorum…
Buna benzer benim de rahatsız olduğum bir durum var. Çevirmenler hayatın akışı içerisinde kullanmadığımız Örneğin bir kaç gün önce okuduğum Henry James Yürek Burgusu kitabında, ( hatırladıklarımdan) “Fecaat” "Tefrika " gibi kelimeler kullanıyorlar. Bunu neden yapıyorlar, neden hayatın akışı içerisinde kullandığımız kelimeleri kullanmıyorlar merak ediyorum…
Dönemin ruhunu yansıtmak adına yapılabiliyor. Romanın yazıldığı zaman düşünülerek ve kullanılan kelimenin de ne olduğu göz önünde bulundurularak bakıldığında, bence güzel bir seçim. Eski bir eser olduğu için James’in kullandığı kelime de belki zaten şu anda hayatın akışında İngilizcede yer almayan bir kelime
Bu tarz kullanımları görünce açıkçası mutlu oluyorum.
Sanırım anakronizm çabası… Ama Arapça, Farsça kökenli sözcükler yerine unutulmuş Eski Türkçe sözcüklerle de bu yapılabilir. Tabi bunun için de biraz araştırmak, Orkun Anıtları’nı, Kutadgu Bilig’i, Dede Korkut Öyküleri’ni (elbette aslını), Irk Bitig’i, Kaşgarlı’nın Sözlüğünü ve benzerlerini incelemek gerekir. Bu da zaman kaybının kapsamına giriyor sanırım (ya da öyle olduğu düşünülüyor)…
Mantıklı… Siz yazınca hatırladım Tomris Uyar’ın bir çevirisinin eleştirilmesine buna benzer bir yanıtı vardı.