Unutulmayacak Bir Gün

Unutulmayacak Bir Gün, H. P. Lovecraft’ın yazım türünden etkilenerek yazdığım bir korku/gerilim kısa hikayesi. Birinci şahıstan yazılan hikaye, merhum dostunun vasiyeti üzerine onun kitabını tamamlamaya çalışan bir yazarın gözünden anlatılıyor. İyi okumalar.

-/-/-/-

Zamanla ve hafızayla aram iyi değildir. Bir gün hariç. Tam 22 yıl 3 ay 14 gün öncesini, 19 Ağustos 1949 gününü çok iyi hatırlarım. Beni ve hayatımı büyük ölçüde etkileyen bir gündü.

Çok değerli merhum dostum Richard E. Preston’un ömrünün bitirmeye yetmediği Geçmişin Kararları ve Geleceğin Düşünceleri kitabını tamamlamak için uğraşıyordum. Zavallı adam onlarca yıl kitabın üstünde çalışmış ve yine de bitirememişti. Ölüm döşeğinde vasiyet olarak bana kitabı mümkün olduğunca tamamlamamı, yapamasam bile onunkine yakın kabiliyete benzer birine devretmemi istemişti.

Kitabın genel amacı aynı düşünce yönelimlerine ve/veya ideolojilere sahip insanlarla röportaj yaparak hayatlarının ortak yönlerini ortaya çıkarmaktı. Richard ölmeden önce kendi elleriyle hazırladığı bir tespit kılavuzunu bana vermişti. Buradaki sorular ve rehber yorumlar sayesinde karşımdaki kişiyi kitapta hangi klasmana koyacağımı belirleyebiliyordum.

19 Ağustos 1949 gününün sabahı, bir Marksist ile geçen verimli röportajımda aldığım notları incelerken, Norwich’e doğru yoldaydım. At arabasının sallantılı ilerleyişine yıllardır devam eden yolculuğumda o kadar alışmıştım ki gözlerim okuduğum şeyleri sallantıyla eş zamanlı takip edebiliyordu. O günün sabahından belliydi belki de hayatımda büyük bir iz bırakacağı. Nitekim Norwich’e girmeye bir ya da iki millik düz bir yol kala uyuya kalmıştım ve uyandığımda etrafım endişeli insanlarla çevriliydi. Şoför yolculuk sırasında kalp krizi geçirerek ölmüştü ve atlar düz yolu takip ederek arabayı şehre kadar götürmüşlerdi. Kendimden utanmalı mıyım bilmiyorum ama şoförün ölmesi yerine, onunla konuşup hakkında notlar alamadığım için üzülmüştüm. Son 5 yılda bu yolculuk beni çok değiştirmişti. Ama yine de o günün akşamı kadar değil.

Norwich’e vardığımda yolculuğumun rutinine başladım ancak beni hastaneye götürüp ısrarla iyi olup olmadığımı kontrol ettirmek isteyen insanlar yüzünden biraz geç kaldım. Rutin, insanların en çok toplaştığı yeri bulup, oradaki insanları gözlemlemek ve ilgi çekici tiplere bir bardak kahve ile biraz sohbet teklif etmekten ibaretti. Basit ama etkili.

Etrafı biraz soruşturduktan sonra Neverberry Tavernası adını, oraya yönelmek için yetecek miktarda duydum. Binanın kara odundan yapılmış olması ve insanın üstüne kapanıyormuş gibi hissettiren dar bir sokağın içinde bulunması, buğulu camlarıyla beni tek lokmada yiyecek bir canavarmış gibi duran tavernanın kasvetine kasvet katıyordu.

Tavernadan içeri adımımı attığımda bakışlar kısa süreliğine bana çevrildi. Kıyafetlerinden ve görünüşlerinden—ayrıca biraz da kokularından— bu insanların Norwich’in en zengin insanlarından olmadıkları anlaşılabiliyordu. Ben ise (onlara kıyasla) daha şık, daha Londra beyefendisi gibi görünmemi sağlayan bir takım giymekteydim.

Dikkatin üstümde olması hoşuma gitmediği için şapkamı çıkarıp bir selam verdikten sonra hızlı adımlarla üst kata yöneldim. Zaten burada ilgimi çekecek birisi olacağını zannetmiyordum—hepsi aynı kıyafetleri giydiği gibi aynı şeyleri düşünüyordu. Bana aynı şeyleri düşünen ancak farklı yorumlar yapabilen eksantrik kişilikler gerekliydi. Üst kata ayağımı bastım.

Gözlerimi hemen alt kata kıyasla neredeyse bomboş olan masalarda gezdirdim. Hemen solumda dört tane adam oturmuş, bir yandan sigaralarını tüttürürken bir yandan da yerel gazetedeki bir haberin üstüne hararetli ve alaycı bir şekilde tartışıyorlardı—bana Richard ile yaptığımız makara sohbetlerimizi hatırlattılar, hafifçe gülümsedim. Ancak yeterince ilgi çekici değillerdi.

Onların iki masa arkasında benimkine pek benzer bir takım giyen bir genç adam önündeki cep defterine hararetli bir şekilde bir şeyler yazıyordu. Ona doğru yaklaşırken tek gözümle defterine yazdığı şeyleri inceledim ve muhasebe hesabı yaptığını gördüm. Muhtemel bir röportaj adayıydı. Ancak sonra hemen yan masadaki kahverengi paltolu yaşlı adamı fark ettim.

O da benim gibi gencin defterine göz gezdiriyordu ve genç bana doğru baktığında ikimiz de aynı anda gözlerimizi kaçırıp yüz yüze bulduk birbirimizi. Beyaz ve bakımsız saçları kulağından aşağı beş parmak iniyordu ve kafasının pek çok yerinde seyreklikler vardı. Tek gözü hafif kısık bakıyordu ve saçının aksine beyaz sakallarını özenle kısaltmıştı. Bu adamın sadece görünüşü bile bana materyal vaat ediyordu. “Oturabilir miyim?” diye nazikçe sordum ve adam da gülümseyip başıyla beni onayladı. Pek konuşkan gözükmüyordu ama yolculuğumda öğrendiğim tek bir şey varsa o da en az konuşanların en çok anlatacak şeye sahip olan kişiler olduğuydu.

“Bir akademik çalışma için insanlarla röportaj yapıyorum,” diye lafa girdim, “acaba mümkünse sizin de vaktinizden biraz ödünç alsam olur mu bayım?”

Adam bir süre bana baktı ve hiç konuşmayacak zannettim. Sonra kısık bir sesle, “Olur,” dedi. Sonra başka bir şey demeden masadan kalktı ve katın en ucunda kalan başka bir masaya geçti. Masanın hemen tepesinde odayı aydınlatan minik lambalardan biri yanıyordu. Siz bunu nasıl yorumlardınız bilmiyorum ama bu benim için ışık altında görülmesi gereken şeyler var anlamına geliyordu. Böylece bu gizemli yaşlı adam ile olan ve 19 Ağustos 1949 tarihini benim için bu kadar önemli kılan sohbetimiz, başlamış oldu.

Şimdi sizi temin ederim ki ben asla ve asla hurafelere ve kurmaca hikayelere ilgi duyan biri değilim. Yaşanmış ama gerçek gibi durmayan hikayeler bile ilgimi çekmez. Gerçekçi, mantıkçı bir adamımdır ve kitabın içinde bu konu üzerine merhum Richard’ın benim ile yaptığı röportajından aldığı notlar durur. Ancak bu adamın anlattıkları, benim bile ilgimi çekmiş ve kurumuş boğazım için bir bardak su istemek yerine onu dinlemeyi tercih etmeme sebep olmuştu.

Tespit kılavuzu doğrultusunda önce adama kendisini anlatmasını istedim. Bana yaşlandığı için hafızasının pek de iyi olmadığını söyledi. “Hayatımın en önemli detayları hariç öyle çok bir şey hatırlamam maalesef,” dedi. Aksanından İngiliz olmadığını anlayabiliyordum. İngilizcesi iyiydi ancak bir garip konuşuyordu, o yüzden lafını bölüp nereli olduğunu sordum. Bana Ortadoğulu olduğunu söyledi. Artık ismini bile hatırlayamayacak kadar yaşlandığı bir ülkede on dört yaşına kadar yaşadığını, korkunç derecede ölümcül bir veba yaşadığı şehirde yayılıp annesinin ve babasının ölümüne sebep olunca ise oradan kaçarak dünyayı dolaşmaya başladığını anlattı.

Bu noktada biraz garip hissetmiştim. Annesi ve babasının ölümü için üzgün olduğumu söyledikten sonra—bunu şimdi düşününce fark ediyorum ki— tespit kılavuzunu çantama geri koydum ve bana kendi hikayesini anlatmasını istedim. Not defterim hâlâ önümde açıktı ama hiçbir not almadığıma eminim. Bütün bu anlattıklarım, unutamayacağım bir günün aklıma kazınmış anılarımdan, sayın okur.

Böylece Adam hikayesini anlatmaya başladı. Aslında bu bir hikayeden ziyade daha çok bir romanın sadece önemli ve heyecanlı kısımlarının kesilip derlenmiş hali gibi bir şeydi. Küçükken bir kayalıktan düşerek ölümden dönmüş ve bu onun zihinsel gelişiminde sorunlara yol açmış, bunun yüzünden babası tarafından hor görülmüştü. Yine de babasının onu severek öldüğünü düşünüyor ve belki de hayata bunları düşünerek tutunuyordu. O yüzden fazla irdelemedim.

Sonra bir süre durdu, konuşmadı ve birkaç dakika boyunca sadece camdan dışarı baktı. Bunun, yaşadığı travmayı tekrar hatırlaması yüzünden olduğunu sanarak kendini tekrar konuşmaya hazır hissetmesini bekledim. Sonra aniden bana döndü ve, “Hiç unutmam,” diye söze girdi. “Unutamam hatta. Annemin ve babamın ölümüne sebep olan veba. Korkunç bir şeydi. Kaynağı neydi onu bile bilmiyorduk ama bazıları havadan bulaştığını söylerdi. Eğer sana bulaştıysa, en geç birkaç gün içinde gözünden ve burnundan kanlar akarak ölürdün.”

O bu sözleri anlatırken, sanki karşımdaki kişi farklı bir kişiymiş gibi hissettim. Bundan önceki konuşmalarında sesi kısık çıkan adam şu an heyecanlı bir şekilde bana annesini ve babasını öldüren vebayı anlatıyordu. Çok garipsemiş olsam bile ne gözlerimi ona bakmaktan ne de kulaklarımı onu dinlemekten alıkoyamadım. Meğersem annesi ve babası ölmeden birkaç gün önce kendisi akrabalarının evinde kalıyormuş. Eve döndüğü gün gözlerinin önünde ölmüşler. O, vebayı kapacağını bile bile son kez ölülerine sarılmak istemiş ancak evin içine giren, tanımadığı birisi onu tutup dışarı çıkarmış. Bugün hayatta olmasını o adama borçlu olduğunu söyledi.

“Herkes kendi canının derdindeyken kimdi bu adam da seni oradan aldı götürdü?” diye sormadan duramadım. Adam gülümsedi. “Hayatımda hiç unutamadığım bir simaya sahipti. Tamamen beyaz örtülerle sarınmış, kafasında kırmızı bir sarık olan, hafif esmer tenli, yaklaşık 6 adım boyunda, mavi gözlü ve kısa burunlu, yüz hatları epey keskin bir adamdı.” dedi. “Hayatımda gördüğüm en detaylı rüyaydı.”

Hayal gücü ile övünen ben bile hayatımda bunun yarısı kadar detaylı bir rüya bile görmemiştim, o yüzden şüphelendim. “Rüya mı?” diye sordum. “Böyle detaylı rüya mı olur?”

Adam sırıttı. “Rüya olduğuna emin sayılırım,” dedi, “Çünkü adam beni oradan çıkarırken kulağıma bir şeyler fısıldadı. Gerçek dünyada kimsenin sana bir anda ortaya çıkıp söylemeyeceği tarzdan bir şeyler.”

Cümlenin devamını getirmesini bekledim ancak getirmedi. O yüzden, “Eee, ne fısıldadı kulağına?” diye sordum. “Sana söylememin bir anlamı yok, hikayeye herhangi bir şey katmıyor,” diye cevap verdi. Sinirim epey bozulmuştu. Belki önemli şeyleri unutmadığını söylediği için damarına girip söyletebilirim diye, “Unuttun mu yoksa?” dedim. Adamın suratındaki gülümseme kayboldu ve suratıma ciddi bir bakış attı. "Yaşımın kaç olduğunu bilmiyorum ancak o günü başından sonuna kadar hatırlıyorum evlat. Tam 62 yıl 6 ay 11 gün oldu . 7 Şubat 1887 . Ne fısıldadığını da çok iyi hatırlıyorum. Kulağıma olabildiğince yaklaştı ve bana dedi ki, ‘Beni hatırladığın sürece bela başından eksik olmayacak. Beni birine anlattığında ise lanetin ona geçecek.’ "

Bir anda şaşakaldım. Adamın böylesine öfkelenmesini hiç beklemiyordum. Tamam damarına basmak istemiştim ama bu kadar ağır olmasını da istemiyordum. Sonra suratına devasa bir gülümseme yerleşti. Tüm çürük dişlerini görebiliyordum. “Uzun bir zamandır, çok uzun bir zamandır kimse benimle konuşmuyordu. Burası açıldığından beri her gün buraya geliyorum ve saatlerce burada oturuyorum. Kimse gelip benimle konuşmuyordu. Çok, çok, çok, çok teşekkür ederim. Beni özgür kıldığın için. Ve üzgünüm,” dedi. Korkunç bir sırıtış ve pörtlemiş gözlerle bana bakıyordu. Hayatımda bu kadar korktuğumu hiç hatırlamıyorum. Önce burnundan, sonra gözlerinden kan gelmeye başladı. Ve kontrolden serbest kalan kafası, sırıtışı kaybolmadan sert bir şekilde önündeki masaya düştü. Yanımdaki muhasebeci genç de, sohbet eden dört beyefendi de sanki biz yokmuşuz gibi hayatlarına devam ediyordular. Gözlerinin önünde bir adam ölmüştü ve onlar hayatlarına hiçbir şey olmamış gibi devam ediyordular. Koşarak tavernadan uzaklaştım.

Kitaba gelecek olursak, bugüne dek hâlâ tamamlayamadım. Çünkü o günden beridir, 22 yıl 3 ay 14 gün önceki günden beridir, yaşadıklarımı düşünüyorum. Neden biliyor musun, sayın okur? O günden sonra, önce Londra’daki karımı, sonra çocuklarımı, sonra da Londra Gazetesi’ndeki haftalık yazı köşesi işimi kaybettim. Bankadan paramı çekerken yangın çıktı, ben hariç herkes öldü, paramın tamamı ise küle döndü. İlk kez at arabası yerine gemiye bindim ve gemi alabora oldu, ben hariç tam 254 kişi can verdi. Ve bunun korkusuyla at arabasına binmeye devam ettim, at arabasının şoförü yolculuk sırasında kalp krizi geçirerek can verdi .

Demek istediğim o ki sayın okur, bugün, 45 yaşımda, bu lanetli yaşamı devam ettiremeyeceğime kanaat getirdim. Bu laneti kendimle beraber mezara götürmek için ben diyeyim beş, sen de on kere kendimi öldürmeyi denedim ancak hiçbir şekilde ölmedim. Halat tavandan koptu, tabanca mermiyi sıkmadı. Bu nedenle, üzgünüm, sayın okur. Üzgünüm. İntihar etmeye çalıştığım için kapatıldığım akıl hastanesinin beyaz duvarları arasından, tuttuğum kalemin son mürekkebiyle üstüne bıraktığım yük yüzünden senden özür diliyorum. Beni affet. Çünkü ben kendimi affedemeyeceğim.

2 Beğeni