Viyana'da Bir Gün

Selamlar. 1913 yılının Viyana’sı ile ilgili bir kitap okumuş ve ilham dolmuştum. Üstünden biraz zaman geçti ve o ilham dışarı çıkma belirtisi gösterdi. Ardından parmaklarıma hakim olamadım ve aşağıdaki kurguyu oluşturdum. Olumlu, olumsuz her yoruma açığım. Ayrıca biraz uzun, biliyorum.

Viyana’da Bir Gün

Bir objeye bir süre bakakaldığınızda gerçeklikten bir müddet kurtulduğunuzu ve dünyanın sizin için durduğunu hissedersiniz. Yaşadığım durgunluk buna yakın bir şeydi. Odaklandığım nesne, insanların sanki daha yavaş hareket etmesini sağlıyor ve aynı zamanda gözlerimi soğuruyordu. Neyse ki, bakışlarımı ondan ayırabildim. Kaç saniye boyunca gözlerimi kırpmadım bilmiyorum ancak feci bir ağrıyla sınanmaya başladım. Birkaç defa göz kapaklarımı açıp kapattım, neyse ki geçti. Gözlerimle uğraşırken feci bir gürültü koptu istasyonda. Simsiyah bir tren istasyona yanaşıyordu; irkildim. Gürültünün yarattığı şoke etkisi neticesinde her şey normal hızına kavuştu. Olan biteni takip etmeye çalıştım bir süre. İnsanlar sağa sola koşuşturuyor, ortama değişik bir ses cümbüşü hakim oluyordu. O sırada saat yedi yönünde gördüğüm bir tabela sayesinde anladım; Viyana Tren İstasyonu’ndaydım.

Kendi eksenim etrafında döndüm, akabinde bakışlarımı az önce odaklandığım objeye yeniden götürdüm. Baktığım şey bir gazeteydi; büyük puntolarla yazılmış başlığını çok uzaktan dâhi görmek mümkündü: Pravda.

Viyana’nın soğuğu içime içime işledi. Soğuk beni mahvediyor, diye içimden geçirdim. Yarı kapalı sayılabilecek istasyon böyle ise, dışarısı nasıldır kim bilir, şeklinde söylendim, cevap bulamadım. Viyana Tren İstasyonu’nda ne işim vardı bilmiyordum, kim olduğumu çıkaramıyordum, etrafımda olan bitene anlam veremiyordum, insanlara ve üstündeki kıyafetlere yabancı hissediyordum. “Boş ver,” dedim seslice, “sakin ol, ne neymiş bulacağım elbet.”

Patlak egzozdan çıkan sesi anımsatan bir öksürük patlattım. Ciğerlerimin orta yerinde gerçekleşen hadise sonrasında büründüğüm sessizliğin de getirisiyle, kulaklarım, hemen arkamda dönen konuşmaya gayriihtiyari bir şekilde misafir oldu.

“Stavros Papadopoulos.”

Onca ses arasından kulaklarımın cımbızla seçtiği bu isim, aklımda sebepsizce dönmeye başladı. Konuşmanın gerçekleştiği tarafa, yani arkama kafamı çevirdim. Çelimsiz mi çelimsiz esmer bıyıklı bir adam ile dev sayılabilecek cüssede beyaz tenli, kel bir adam Rusça konuşuyorlardı. Rusçanın sertliği bile konuşmalarının neşeli havasını gölgeleyemedi; bıyıklı adam, güçlü görünene babacan bir edayla yaklaşıyor gibiydi; çok konuşmasa bile yüzünden bu çıkarılıyordu. Bir süre sonra gürbüz olanı, boynunu eğerek minik adamın elinden çantasını aldı ve yol gösterircesine önden önden ilerlemeye başladı. Çelimsiz adam takip ederken etrafı süzüyor, dikkatlice gözlemliyordu. Yüzündeki sevecenlik kaybolmuş, korkutucu bir mizaç takınmaya başlamıştı. Bir müddet sonra istasyonun kapısına erişmişlerdi bile. Görüntüleri Fareler ve İnsanlar kitabındaki Lennie ve George karakterlerini anımsatıyordu.

Onların gidişini izlerken, burada ne yaptığımı düşünmeye başladım. Bilincim yarı açık, yarı kapalıydı. Bilincimin tamamen açılması için bir şeylerin gerçekleşmesini umuyordum fakat nafileydi. Viyana Tren İstasyonu’nda ne işim vardı bilemiyordum. Aklımı yitirecek gibi oluyor, sonrasında kendimi sakinleştirmeyi başarıyordum. “Bilinç ne kadar önemliydi, dünyanın en kutsal kavramı olan özgürlüğün belki de abisiydi.” şeklinde söylendim bir süre. Sonra hareketlendim. Burada bekleyerek, aval aval etrafa bakarak belli ki hiçbir soruma cevap bulamayacaktım zira. Az önce dikkatlice takip ettiğim ikilinin çıkış yaptığı kapıyı kullanarak istasyonu terk ettim.

Viyana’nın 12. bölgesinde olduğumu işaret eden tabelalar görmeye başlayınca zamanda bir kırılma gerçekleştiğini düşündüm. Veyahut bilincim hâlâ daha yerinde değildi; buraya nasıl geldiğimi çıkaramıyordum; korkutucuydu. Zaman mefhumunun nizami ilerlemesi bize bahşedilen sayısız güzellikten yalnızca biriymiş, diye düşündüm. İnsan bir şeyleri kaybetmeden değerini anlayamıyor, ne üzücü.

İstasyonda gördüğüm ikili az ötemde beyaz panjurlu, krem renginde bir eve girdiler. Onları takip ettiğimi hiç hatırlamıyordum. Schönbrunner Schloßstraße 30… Girdikleri evin adresi buydu. Etrafı kolaçan etmeye başladım, Almanca tabelaları ana dilimmiş gibi anlıyor ve telaffuzu çok zor olan uzun kelimeleri kusursuz bir şekilde seslendirebiliyordum. Ne oluyordu, ne bitiyordu gerçekten hiçbir fikrim yoktu.

Soğuk… Çok soğuktu her yer. Sığınacak bir yer bulmam gerekiyordu. Bu soğuk beni mahvediyordu. Üstümdeki ince ceket, durumu iki kat zorlaştırıyor, beni ısıtmak şöyle dursun biraz bile saramıyordu. Birkaç metre ötemde küçük bir duvar yazısında Lathrop Pansiyon adında bir yer olduğu yazıyordu. Ceplerimi karıştırdım, para mahiyetinde en ufak bir şey bulamadım. Yine de Lathrop Pansiyon’a gitmeye karar verdim, bir şekilde hallolur diye düşündüm, en kötü ihtimalle biraz ısınır ve çıkardım, denemeye değerdi.

Lüks olmadığı her halinden belli olan Lathrop Pansiyon’un kapısını usulca aralayıp resepsiyonuna doğru ilerledim. Uzunca boylu, açık renkli ahşap bölmenin arka tarafıydı resepsiyon kısmı. Duvara monte edilmiş küçük gözler dikkat çekiciydi. İyice yaklaştım, yaklaştıkça görüş açıma arkası dönük ve eğilmiş olan bir kadın girdi. Kadının üstünde beyaz bir gömlek, gri renkte mini bir etek ve siyah ten çorapları vardı. Resepsiyonistin işini bitirmesini sabırla bekledim. Geldiğimi biraz geç olsa da fark etti, fark eder etmez hareketlerini hızlandırdı ve birkaç saniye sonra ayaklandı. Soğuk havanın yaşattığı ızdırabı bir süreliğine unuttum. Hâlâ daha burada ne yaptığımı bilmiyordum; hatta ve hatta bir süreliğine yaşadıklarımın erotik bir rüyaya evrilebileceğini dâhi aklımdan geçirdim, yüzüme yayılan gülümsemedeki muzırlığı anbean hissedebiliyordum, ağzım her saniyede biraz daha yayılıyordu ta ki kadın bana bakana kadar.

Kadınla göz göze gelir gelmez yüz ifademi Viyana havasının soğuğuna yakın bir kıvama çektim. Karşımda parlak mavi gözlü, bana acıyarak bakan dünyalar güzeli bir kadın vardı. O kadar üşümüş ve biçare görünüyor olmalıydım ki, genç kadın şefkât dolu bakışlarla beni biraz olsun ısıtmaya çalışıyordu. Gözleri ışıldadı, sanki beni tanıyor gibiydi, anlam veremedim, ben de gülümsedim.

“Merhaba.” dedim kısık sesle.

“Merhaba beyefendi,” dedi dudaklarını iki yana çekerek, “ben de sizi bekliyordum.”

İstemsizce kaşlarımı çattım, söylediğine anlam veremedim ama bir şey de söylemedim. Genç kadın yeniden lafa girdi:

“Size odanızı göstereyim. Lütfen beni takip edin.”

Cebimde beş kuruş para yoktu, bu içimi kemiriyordu, fakat bunun da ötesinde beni şüphelere mahkûm eden bir başka soru vardı; güzel resepsiyonistin beni nereden tanıdığı sorusu…
Genç kadın önce bir anahtar, sonra bir çanta aldı eline ve hızlıca yürümeye başladı. Tıpkı çelimsiz bıyıklı adamın yaptığı gibi önümden giden kişiyi takip etmeye başladım. Lathrop Pansiyon’un duvarları nü çizimler ve tablolarla doluydu. İlk gördüğümde bir hayli garipsediğim sanatsal çizimlere bir süre sonra alıştım. İnsanoğlu her şeye ayak uyduruyor, diye geçirdim içimden. Ahşap merdivenleri hızlıca çıktık. Genç kadın, minik koridorun en uç bölümünde solda bulunan bordo renkli kapıyı usulca açtı. “Buyrun, beyefendi.” dedi.

Hayat dolu gözleriyle başka bir isteğim olup olmadığını soran genç kadına mahzun bir tavırla teşekkür edip bir şey istemediğimi söyledim. Bahşiş veremediğim için kendimi kötü hissettim ama akabinde bunu dert etmemem gerektiğini, daha ne yaşayıp yaşamadığımın bilincinde dâhi olmadığımı düşünerek bir nebze rahatladım; ama içimde tarifi zor bir sıkıntı vardı, gitmek bilmiyordu. Karanlıkta kalan zihnimin yüreğime düşen gölgesinin bilmezliğinin bir getirisi olmalıydı, bilemedim.
Resepsiyonistin ardından kapıyı kapattım. Genç kadının masanın üstüne koyduğu deri çantaya yaklaştım, tek isteğim neden burada olduğumu anlamama yardım edecek bir delil bulmaktı. Çantanın etrafında volta attıktan sonra, tüm kuvvetimi toplayarak yavaşça çantayı açmaya başladım.

Siyah çantanın içinde iki farklı renkte kumaş çanta vardı: Mavi ve kırmızı. Mavinin içinden gıcır gıcır görünen ama eski olduğuna inandığım bir tabanca, kırmızının içinden ise siyah bir dosya çıktı.Tabancayı görünce evvela irkildim, sonra elime aldım, her yerini inceledim. Eğer bu bir rüyaysa elimdeki tabancayla rüyaya son verebilirdim. Ya değilse, diye içimden geçirdim. Ya değilse ne olurdu, yok olup giderdim. Tabancayı sanki amansız bir silahşörmüşüm gibi belime sıkıştırdım. Havaya girdiğimi hissedebiliyordum. Sıra dosyadaydı; ne çıkabilirdi ki bu kara kaplı şeyden.
Kırmızı daireler içine alınmış adresler, üstünde “Senin İçin” yazan bir zarfa sıkıştırılmış büyükçe bir mektup, birtakım fotoğraflar, Viyana hakkında bilgiler ve çeşitli makaleler… Dosya ilgi çekiciydi. Masanın az ötesindeki yatağa oturdum, siyah dosyayı bacaklarımın üstüne koydum, kurcalamaya başladım. Okudum, inceledim, anladım…

Bir süre sonra kalbimin çarpıntısı ile pencerenin kenarındaki böceğin sesi bir ahenk oluşturur hâle gelmişti. Sanki rüyadan uyanmış ancak korkunç bir kâbusa merhaba demiştim. Hem anlıyor hem de anlayamıyordum. Bayılmamak için çabalıyor, aklıma farklı farklı şeyler getirerek vücudumu ayakta tutmaya çalışıyordum. Gregor Samsa’yı düşündüm, o ne yapardı böyle bir durumda, diye söylendim.

Dosyadaki bilgilere göre, istasyonda karşılaştığım zayıf, bıyıklı adam Yosif Visaryonoviç Cugaşvili idi. Daha çok bilinen ismiyle Josef Stalin. Kafamdaki o çelimsiz adam imajı bir anda yerle yeksan olmuştu. Sanki fiziksel olarak George, Lennie’nin vücuduna bürünmüştü.

Karanlığı bitirmeye çabalarken bir başka karanlığın, adeta zifiri bir karanlığın içinde buldum kendimi. Mektup, talimatlara uymam hâlinde her şeyin huzur içinde sona ereceğini söylüyordu. Yapacak başka bir şeyim yoktu. Birkaç dakika düşündükten sonra silahı belimden çıkardım, kafama dayadım, acaba kendime yeni bir yol yaratabilir miyim diye düşündüm, cevabım olumsuzdu, bu riski alamazdım. Hareketlendim, kapıyı kilitledim, merdivenleri aheste aheste indim, genç kadına kolay gelsin dedim. Arkamdan “Beyefendi!” diye seslendi, durdum, genç kadın elinde bir paltoyla yanıma geldi. Siyah renkte, görkemli, dikişleri bir hayli kaliteli görünen yepyeni bir paltoydu bu. Gülümsedi genç kadın, “Bu sizin.” dedi, giyerken teşekkür etmeyi ihmal etmedim, resepsiyonist imalı bir edayla herhangi bir konuda yardım isteyip istemediğimi sordu, istemediğimi söyledim, yeniden kolay gelsin dileklerimi sundum genç kadına ve pansiyondan ayrıldım.

Meldemannstraße 27 idi gideceğim adres. Mektuba göre buradaki yurtta yaşayan genç bir ressamı ziyaret etmem gerekiyordu. Meldemannstraße 27’de yaşayan genç ressamın adı Adolf Hitler’di. Sanat akademisi tarafından iki defa ret cevabı alınca yaptığı resimleri satarak hayata tutunmaya karar veren bu genç adama, ideallerinden asla vazgeçmediği için neredeyse saygı duyacaktım. Ne yazık ki kendisinin kim olduğunu hatırlamamla birlikte ortada saygıya dair pek fazla bir şey kalmıyordu. Hitler, bünyesinde Gustav Klimt, Oscar Kokoschka, Egon Schiele gibi ressamları barındıran Viyana’dan medet ummuştu ama planları tutmamıştı. Kimsesizlerin tercih ettiği bir erkek yurdunda bir yatak için haftalık 2.5 kron veriyor ve pek tutulmayan resimler yapıyordu. Ayrıca ziyaret ettiğim sırada tiksindiği yuvasında değildi.

St. Stephen’s Katedrali’nin dökülen boyalarını tazelemekle meşgul olduğunu öğrendiğim Hitler’in takılmayı sevdiği ve zamanının bir bölümünü geçirdiği Cafe Central’a doğru ilerledim. İçeri girer girmez kulağıma erişen tüm seslerde ilgi çekici mesajların olduğunu fark ettim. Kokoschka’nın Alma için hissettiklerini, kanepesine oturtmak için Freud’un 100 kron istediğini, Kafka’nın hüznünü, Kirchner’ın Marzella’sını, Coco’nun şapkalarını, Von Eieser’ın ekonomi öğretilerini… Sanki her şey farklı, her şey ilgi çekiciydi.

Konuşulanları daha iyi duyabilmek adına gözlerimi işlevsiz hale getirdim, kulaklarıma odaklandım. Tam bu sırada resepsiyonistin sesini duyunca ister istemez afalladım.
“Beyefendi, burada yalnızlıktan geberiyorsunuz, yoksa hâlâ daha yardım istemiyor musunuz?” dedi ukala bir edayla. Akabinde gülümsedi, mavi gözleri ışıl ışıl oldu. Mektupta, resepsiyonist ile yakın bir ilişki kurmam gerektiği belirtilmişti. Yaşadıklarımı sindirmeden böyle bir girişimde bulunmak istememiştim, ancak işler artık benim kontrolümde değildi. Güzel kadın kendisini çoktan oyuna dahil etmişti bile, sadece izlemekle yetindim. Karşılık vermeden kafede konuşulanları dinlemeye ve insanları gözlemlemeye devam ettim. Resepsiyonistin gözleri ise kafenin hemen önünden geçen beyaz tenli, yakışıklı genç bir işçinin üstündeydi.

“Josip Broz Tito.” dedi burun kıvırarak. Genç adamın yavaş adımlarını izledik bir süre. “Ben,” dedim, “ birazdan geliyorum.” Elimi yüzümü yıkama maksadıyla tuvalete gittim. Fakat o da ne! Aynada gördüğüm kişi olabilecek en iyi hâlimdi. İçinde bulunduğum gerçekliğin, ait olduğum gerçekliğe tam anlamıyla paralel olmadığına kanaat getirdim. Aynada gördüğüm kişi hem bana çok ait hem de bir o kadar benden farklıydı. Vücudum daha yapılı ve uzun, cildim ise soğuğa rağmen mükemmel parlaklıkta ve renkteydi. Soğuktan ötürü allaşan yanaklarım çekici görünüyordu; kendime bakmaya doyamıyordum. Kendimi böyle görmeye tek kelimeyle bayıldım, içime serpilen özgüven tohumları neticesinde Cafe Central’ın lobisine havada uçarak geri döndüm.

Etrafa bakındım, gözlerim resepsiyonisti aradı, önce bulamadım, sonra genç kadını uzakta bir masada gördüm. Göz göze geldik, genç kadın dikkatli bir şekilde karşısındaki adamı dinlerken eliyle nazikçe gelmemi işaret etti. Yavaşça o masaya doğru yöneldim. Resepsiyonistin buz mavisi gözlerine bakarak tutkulu bir şekilde bir şeyler anlatan keçi sakallı adam gözüme tanıdık göründü. Yanlarına geldim. Keçi sakallı adam, zihnim tarafından teşhis edilebildi, bu kişi Lev Troçki’den başkası değildi.

“Marksizm ve ulusal sorun adlı bir eser yazıyor. Koba, Lenin tarafından çok tutulan iyi biri ve gözlerinde arkadaşlıktan başka hiçbir şey yok.”

Bu sözler Pravda gazetesinin editörü Lev Troçki’ye aitti. Varşova’dan trenle gelen ve Troçki’nin “arkadaş” olarak nitelediği çelimsiz adamın, aynı yıl Barcelona’da doğacak olan Ramon Mercader isimli bir koministe Troçki’yi öldürdüğü için Lenin nişanı verecek olması tam anlamıyla ironikti.
Troçki beni kibarca karşıladı. Genç kadın bana dönüp “Marksizme olan hayranlığımızı Bay Troçki’ye anlatıyordum, beyefendi” dedi. “Evet, tabii.” diyebildim fısıldayarak ve masaya oturdum ama şaşırmaya çok fazla vakit bulamadan ikinci bir bomba ile karşılaştım. Stalin birden masamıza geldi. Koba ve yanındaki dev kibarca masaya oturdular.

Stalin, Troçki, iri yarı bir Rus, genç kadın ve ben… Enteresan bir beşli olduğumuzun farkındaydım. Dil bir anda Rusçaya döndü, hiçbir şey anlamıyordum. Tüm muhabbetin dışına itilince etrafa bakmaktan başka bir şey yapamıyor, ara sıra da söylenenleri anlıyormuş gibi davranarak tepkiler veriyordum… Ne yazık ki ağzı dolduran rus tınısının varlığından başka hiçbir şeyi çözemiyordum. Kafenin duvarlarından farksızdım. Tam bu sırada tanıdık bir yüzün Cafe Central kapısından içeri girdiğini gördüm, sıkıntım bir anda kayboldu.

Eskiz defteri olduğunu düşündüğüm büyükçe kara kaplı defterini elinin içine sıkıştıran Adolf Hitler, görüş alanı en geniş olan masayı kaptı. Mektupta yazılan emirlere göre ilerlemenin vakti çoktan gelmişti. İzin isteyip masadan kalktım, genç kadın imalı bakışlarla beni süzdü ve dudağının içini ısırarak ne planladığımı sormaya çalıştı sanki. Umursamadan Hitler’in masasına yöneldim. Stalin’den Hitler’e… Benim için kesinlikle enteresan bir gün oluyordu.

“Merhaba, portre çalışır mısınız?” dedim genç ressama. Şüpheci bir bakış atan Hitler, sözlerimin kendisine söylendiğinden emin olmak için etrafını süzdü ve sonra devam etti:

“Genellikle natürmort çalışıyorum ama ücrette anlaşırsak yapabilirim.” dedi.

“Ücret sorun değil, Lathrop Pansiyon’daki odamda yapılmasını istiyorum. Etrafımdaki tüm nesneler adeta bir sıvıymışçasına akarken, tuvalin merkezinde sağ elimi yere paralel şekilde kaldırıp sert bir bakış atmak istiyorum.” dedim. Hitler dudağını kıvırarak nasıl bir şey istediğimi çözmeye çalıştı, akabinde başını yavaşça sallayarak gülümsedi. “Orijinal bir fikir bu.” dedi. Akşamüstü için sözleştik ve iyi günler dileklerimi sunarak yanından ayrıldım. Kafeden çıkarken genç kadına baktım, yeniden göz göze geldik, kaşımın birini kaldırarak çabaladığımı anlatmaya çalıştım. Sonrasında kafeyi terk ettim.

Rolümü iyice kabullenmiştim. Ne hissettiğimi umursamaz bir hâle gelmiştim, yalnızca söyleneni yapacak ve bu oyunu terk edip sahip olduğum yaşama kavuşacaktım. Doğrusu sahip olduğum hayatı bile hatırlayamıyordum fakat söylenenleri yapmam durumunda her şeyin biteceğini umuyordum. Cebimdeki mektubu araladım. Mektupta verilen çizelgeye göre bir sonraki adresim Berggasse 19 idi. Bu adresteki beyefendinin adı Sigmund Freud’du. Ve öğle saatlerinde Schönbrunn Sarayı’ndan gelecek olan çok önemli bir konuğu bekliyordu. Siyah dosyada anlatılanlara göre, Hitler, Stalin ve Tito’nun aksine Freud, Viyana’da çok tanınan ve saygı duyulan bir isimdi. Ancak son zamanlarda Yahudilere karşı oluşan negatif havadan endişe ediyordu. Aslında Avusturya-Macaristan İmparatorluğu, bu dönemin en kozmopolit devletlerinden biri olduğu için farklı etnik kökendeki insanlar birbirleriyle nasıl yaşamaları gerektiğini gayet iyi biliyorlardı. Tarihin bildiğimiz seyrinin ilerleyen yıllarında ise insanlar gittikçe radikalleşecek, kutuplaşacak ve dört kız kardeşini toplama kamplarında kaybedecek olan Freud, çok sevdiği Viyana’sından ayrılmak zorunda kalacaktı. Meydanlarda Freud’a ait eserlerin yakılmasını sağlayacak olan isim Hitler’den başkası değildi. Bunun yanı sıra, Freud’un doğduğu şehir olan Pribor’daki Stalin Meydanı, komünizmin çökmesi sonrasında 1990 yılında Freud Meydanı ismini alacaktı. Tüm bunları düşünürken gözlerim, bu sıra dışı ve dâhi tarihi karakterin yaşadığı binanın üzerindeydi: Berggasse 19.

Berggasse 19 numaranın yakınlarındaki yeşillik alanda beklediğim sırada Avusturyalı nörolog pencerede belirdi. Elindeki puronun vücuduyla bütünleşmesi kusursuza yakındı ama son derece ürkütücüydü bakışları. Freud’un keskin bakışlarından kurtulmak adına etraftaki evlerin mimarisini incelemeye koyuldum, birkaç saniye sonra az önceki noktaya baktığımda ise Freud’u göremedim. Sonrasında, Freud’un çok değerli konuğu, yani Franz Ferdinand’ın geleceği yöne kafamı çevirdim. Biri arkamdan tüyler ürpertici bir şekilde seslendi:

“Burada olmamalısın, buraya ait değilsin!”

Sigmund Freud birden arkamda belirmişti. Tepeden tırnağa sarsıldım, ne yapacağımı bilemedim. Freud’u korku dolu gözlerle izliyordum.

“Zaman su gibidir, akacağı yönü ve doğrultuyu bilir. Asla değiştirilemez!” diye devam etti.
“Burada olmamalısın, buraya ait değilsin.”

Önce yavaş adımlarla, sonra koşarak orayı terk ettim, kafamı çevirdiğimde Freud’u evinin önünde gördüm, derin bir nefes aldım. Hâlâ daha yüreğim ağzımdan çıkacakmış gibi çarpıyordu, çok korkmuştum, neredeyse korkudan ölecektim.

Birtakım sesler duydum, kafamı o yöne çevirdim. Ford Model T içindeki Franz Ferdinand ve mini konvoyu Freud’un evine doğru ilerliyordu. Avusturya-Macaristan veliahdının her tarafı açık Model T ile gezmesi bana çok tuhaf gelmişti ama işime de geliyordu. Bir süre sonra Freud’un, Ferdinand’ı karşıladığını ve o sırada bana sinsice bir bakış attığını fark ettim. Metrelerce uzaktan bir bakışla beni yine endişeye sürüklemişti Avusturyalı nörolog.

Franz Ferdinand 1914 yılında, Kara El adlı gizli bir örgüt adına çalışan Danila Iliç adındaki bir Sırp militanın organize ettiği bir saldırıda, 19 yaşındaki Gavrilo Princip tarafından öldürülecekti. Halihazırda ulus devlet anlayışının ayyuka çıkması nedeniyle gerçekleşmesi beklenen 1. Dünya Savaşı’nın katalizörü olan bu olay, bana verilen bildiriye göre tarih defterinden kaldırılmak isteniyordu. Bunun için de Ferdinand’ın Saraybosna ziyaretini yapamaması, yani o tarihten önce ölmesi gerekiyordu.

Beklediğim zaman zarfında her şeyi planlamıştım. Sağ ayağımın titremesi durmak bilmiyordu. Soğuktan mı, yoksa korkudan mı… Galiba korkudan. Avını izleyen bir aslan gibi Freud’un kapısını gözetliyordum. Ve beklediğim an gelmişti. Arşidükü kapıda bekleyen güvenlik güçleri hareketlendi, kalabalık değillerdi ama tek başına olduğum gerçeği beni endişelendirmeye yetiyordu.
Freud, tüyler ürpertici bir şekilde gözleriyle beni aradı, bulamadı. Çünkü az önceki yerimde değil, evin yaklaşık 300 metre kadar uzağındaydım. Ferdinand ve muhafızları beklediğim yol üstünden gelecek, tren raylarının önünde 2-3 dakika beklemek zorunda kalacaklardı. Yeleğimin cebindeki köstekli saate göz attım. Bir sonraki trenin geçişi 15:41’de olacaktı. Yani dört dakika sonra. İki vitesli, 20 beygir gücündeki 1912 yılına ait Model T’nin 300 metre uzağındaki tren raylarına ulaşması hesaplarıma göre 35-40 saniye sürecekti.

Freud’un Ferdinand’ı kapı önünde daha fazla oyalaması için tanrıya yalvardım. Avusturyalı nörolog, kısır günü sonrasında kapı eşiğinde bir türlü veda edemeyen yaşlı teyzeler gibi arşidükü oyalamayı başardı. Ferdinand’ın yanında eşi yoktu, kendimi bununla teselli ediyordum. Zira 1914’teki saldırıda Ferdinand’ın eşi Sophie de hayatını kaybedecekti. 46 yaşında ölecek olan Hohenberg düşesi, belki de benim sayemde daha uzun yaşayacak, diye söylenip içime su serpmeye gayret ettim ama olmadı. Artık çok geçti. Ne hissettiğim önemli değildi. Ferdinand, Freud’un yanından ayrıldı ve arabasına bindi. Konvoy harekete geçti.

Konvoy tren raylarının yakınına erişti. Ferdinand, benim bulunduğum tarafta oturuyor ve muhafız topluluğu pek de dikkatli görünmüyordu. Önde bir koruma aracı, arkada ise atlı iki muhafız arşidüke eşlik ediyor, yol kenarındaki birkaç kişi ise geçişi onurla izliyordu. Konvoy durdu, trenin geçişi başlamıştı.

Dikkat çekmeden ağaçlık alandan çıktım, elimdeki silahı sıkıca cebimde tutuyordum. Kafamdaki şapkayı yüzümü kapatacak şekilde öne eğmeye çalıştım ve arşidükün yanına koşarak gelip silahımı ateşledim. O an Viyana’da kıyamet kopmuştu adeta.

Çığlıklar ve bağırışlar arasında, geldiğim ağaçlık alana girerek koşmaya başladım. Atlı süvarilerin geçemeyeceği kadar dar ve ağaçlık bir patikadan ilerledim. Direkt olarak suratıma bakan Ferdinand’ın şöförünün şaşkın ifadesi, beynimden silinmiyordu. Silinecek gibi de durmuyordu.
Siren sesleri tüm şehri kaplamıştı. Bir karıncayı incitmekten bile imtina eden ben, gözümü kırpmadan Franz Ferdinand’ı öldürmüş ve bunu yaparken en ufak bir tereddüt bile yaşamadan tetiğe basmıştım. Kendimi tanıyamaz olmuştum. Hüzünlüydüm, yaşadıklarımın bir an önce bitmesini diledim. Bir yandan da korkuyordum, yakalandığım takdirde canımın boğazımdan çıkışına saniye saniye tanıklık edecektim.

Lathrop Pansiyon’a geri döndüm. Geçtiğim her caddede ve her sokakta yaşanan kaosa sebep olduğum için kendimden utanıyordum. Pansiyonun ortak tuvaletine girip ellerimi ve yüzümü yıkadım. Aynaya baktım, kendimle göz göze geldim. Bu yakışıklı adam ben değilim, bu yaptıklarım benim yapacağım şeyler değil, diye iç geçirdim. Beni buraya ait olmamakla suçlayan Freud aklıma geldi birden, beni ihbar etmemesi için dua ettim.

Etrafta kimseler yoktu. Pansiyonda benden başka birinin misafir olmadığını düşünmeye başlamıştım. Pansiyonun minik lobisinde genç ressamı beklemeye koyuldum, anlaşmamıza göre beni ziyaret etmesine çok fazla vakit yoktu. Çok geçmeden resepsiyon görevlisi güzel kadın ve çelimsiz adam kahkahalar eşliğinde pansiyona giriş yaptılar.

Stalin ve genç kadın oldukça samimi görünüyorlardı. 1907 yılında eşini tifüs nedeniyle kaybeden Stalin, uzun bir zaman geçmesine rağmen hâlâ daha duygusal bir boşluktaydı. Kadınlara ve alkole fazlasıyla ilgi gösteriyor, duygusal boşluğunu gidermeye çalışıyordu. Resepsiyonist ve Stalin bana selam verip L koltuğun diğer ucuna kuruldular. Votka kokusu, burnumun direğini sızlatıyordu. Sarhoş kahkahaları ve Stalin’in bağıra çağıra bir şeyler anlatması sinirimi bozmaya başlamıştı. Neyse ki konuğum beni çok bekletmedi.

Hitler elindeki çantasıyla pansiyonun kapısında belirdi. Stalin’i daha fazla çekmeyeceğim için sevinmiştim, Hitler’i selamladım. Genç ressam Stalin ve genç kadının nahoş yakınlaşmalarını görünce rahatsızlık duymuş gibiydi. Hitler’i yukarı davet ettim ve merdivenleri gösterdim. Merdivenden çıkarken Kokoschka’nın Alma için beslediği duyguları ifade ettiği resme bakıp hüzünlendim, çünkü içimdeki sıkıntı çekilmez bir boyuta erişmişti artık.

Sıkıldığımı buram buram hissetmeye başlamıştım. Talimatları bir bir yerine getiriyordum ama içimi kemiren sorular gitmek bilmiyordu. Keşke her şey anında sona erse, diye düşündüm. Sıra dışı bu tecrübe, Ferdinand suikastı sonrasında kendimden nefret etmeme yol açmıştı. Hitler, çantasını çalışma masasına koydu ve bir an için duraksadı. Akabinde malzemelerini çıkarmaya başladı. Arkası dönük olan Hitler’e usulca yanaştım ve silahımı sırtına dayadım.

“Ne yapıyorsunuz!” bağırışları yükselmeye başladı odadan. Terlediğini ve korkudan titrediğini görebiliyordum.

“Bu benim kavgam değil, sadece yapılması gerekeni yapıyorum.” dedim genç ressama. Ve sakin olmasını defalarca söyledim. Birkaç saniye sonra alt kattan da bağırışlar yükselmiş, Stalin’in sesi odama kadar ulaşmıştı. Elimle işaret edip Hitler’e ilerlemesini söyledim. Kapıdan çıktığımız sırada korkunç bir çığlık duyduk, Hitler korkudan geberecek gibi oldu, duraksadı, silahı sırtına iyice dayayıp hareket etmesi gerektiğini ima ettim; yeniden yavaş adımlarla yürümeye koyuldu.

Merdivenlerden aşağı inerken, önümde olduğu için Hitler yerde yatan cansız bedeni benden önce gördü ve dehşet verici bir çığlık attı. Bu noktadan sonra sıradaki ismin kendisi olduğunu düşünmüş olmalıydı. Lobinin orta yerinde sere serpe yatan kişi Stalin’den başkası değildi. Yüzüstü yere kapaklanmış olan Stalin’in kafasının arkası sivri bir şeyle oyulmuştu sanki. Stalin’in yarık kafası ve etrafa yayılan kanlar tüyler ürpertici görünüyordu.

L koltuğun ortasında hiçbir şey olmamış gibi oturan genç kadının kanlı elleri ve sol elindeki buz baltası, Stalin’in kafasındaki oyuğun nedenini açıklıyordu. Mektupta yazılana göre hem Stalin’i hem de Hitler’i ben öldürecektim, sanırım iyi geçinmem gerektiğini söyledikleri resepsiyonist bir emniyet supabıydı ve arzulamadığım hâlde oyuna dahil olmuştu güzel kadın.

Konuşmadık, genç kadın öfkeyle Hitler’e baktı, Hitler korkudan titriyor ve yalvarıyordu. Bu sırada kaçmaması için silahı sıkıca sırtına doğru ittirdim. Elindeki buz baltasını yere atan resepsiyonist hiçbir şey söylemeden resepsiyon bölümüne geçti ve arkasını dönerek eğildi. Dolaptan bir kelepçe ve bir çanta çıkardı. Kelepçeyi bana fırlatıp Hitler’i işaret etti. Korkudan altına yapmak üzere olan genç ressamı sakince kelepçeledim. Bu sırada genç kadın çantayı açıyordu, dikkatle onu izledim. Stalin’in kafasına Baykal Gölü açan bu kadından her şeyi beklemeye başlamıştım. Çantayı araladı, içinden yanıcı ve patlayıcı maddeler çıkardı.

Yanıma gelen güzel kadın, gözlerimin içine baktı ve elime uzandı, silahı aldı. Hiçbir şey yapmadan onu izledim, Hitler’e dizlerinin üstüne çökmesini işaret etti, Hitler ağlayarak yalvarıyordu ama sesine kulak veren yoktu. Genç kadın, Hitler’e doğru eğildi ve tek bir şey söyledi.

“Auschwitz.”

Hitler, şaşkın bakışlarla bu kelimeyi çözmeye çalışırken kurşun kafatasına saplanmıştı bile. Stalin ve Hitler’in cansız bedenlerinden yayılan kanlar, lobinin zeminini kırmızıya boyamıştı. Güzel kadın, patlayıcıları lobinin çeşitli yerlerine yerleştirdi. Baruta benzettiğim yanıcı maddeyi de döke döke kapıya yöneldi.

“Beni takip edin, beyefendi” dedi sert bir şekilde.

Takip ettim, dışarı çıkmıştık. Hava buz gibiydi, etrafta kimsecikler yoktu, pansiyondan yeteri kadar uzaklaşmıştık, genç kadın bir kibrit kutusu çıkardı. Bu sırada gözlerim istemsizce devasa boyutlara erişti, ne yapacağını anlar anlamaz, genç kadına bu kadarı da fazla, diye bağırmak istedim ama yapamadım. Bir yandan da gerçekleştirdiği her şeye en yakından tanıklık etmek vücudumu adrenalin yağmuruna tutmuş, heyecandan kalbim yerinden çıkacak gibi olmuştu.

Güzel kadın evvela dudaklarını ısırarak gözlerimin içine baktı, akabinde birkaç saniyeliğine dudaklarıma yapıştı. Gülümsedi, çok güzel gülüyordu ve sonunda yanıcı maddeyi tutuşturdu.
Alevler pansiyona doğru ilerliyordu. Bu esnada genç kadın bana ait olan silahı kafasına doğrulttu. Gözlerim yine büyüdü, tahmin edilemez güzel kadın beni her hareketinde şaşırtmayı başarıyordu. Tereddüt etmeden bir el ateş etti. Şoke olmuştum, neden böyle bir şey yapmıştı şimdi! Beynim allak bullak… Zaman tıpkı istasyonda yaşadığım an gibi yine yavaşlıyordu, bilincimi kaybetmek üzereydim, bayılmamak için bir şeyler düşünmeye çalıştım, lakin bunları düşündüğüm sırada pansiyon havaya uçtu, müthiş bir gürültü koptu.

Viyana’daki yuvam Lathrop Pansiyon stratosfere ulaşmıştı neredeyse! Alev alev yanıyordu. Bilincim de tıpkı pansiyon gibi tamamen yıkılmak üzereydi. Alevler içinde sanki bir ekran belirmişti; katliamları, cinayetleri ve çığlık atan kadınları görebiliyordum. Galiba Freud haklıydı diye iç geçirdim alevlere bakarken…

Uyandım. Nerede olduğumu anlamak için etrafı kolaçan ettim. Oturduğum koltuğun tam karşısında, yaklaşık 3 metre kadar uzağımda bulunan kapalı bir kadınla göz göze geldim. Mavi gözlü bu kadın, resepsiyonistin fena olmayan bir taklidi gibiydi, aman Allah’ım ne kadar çok benziyor!
Genç kadın kaşlarını çatarak beni süzdü sanki geçmişte bir şeyler yaşamış ve yaşatmışçasına. Kendimden şüphelenmeye başlamıştım, baştan aşağı vücudumu kontrol ettim ve artık Cafe Central’ın tuvaletinin aynasında gördüğüm yakışıklı adam olmadığımı fark ettim; göbeğim “Merhaba!” diyordu. Karşımda oturan genç kadın rahatsızlık duymuş gibiydi, yüzünü ekşiterek oturduğu koltuktan hızlıca ayrıldı. Onun gidişini izlerken, henüz yeni yeni açılan gözlerim, elinde deri bir çanta taşıyan uzun boylu bir adama ve arka hatları tamamen resepsiyonisti andıran güzel bir kadına takıldı. 25-30 metre kadar uzağımdaki ikilinin seri adımlarla binadan ayrıldıklarını gördüm. Buraya ait değillerdi, hissediyordum, ama arkalarından Freud gibi bağıracak gücü kendimde bulamadım.

Yan tarafımdaki yaşlı ayakkabı boyacısı “Ne olacak bu Fener’in hali?” dedi karşısındaki dükkanın esnafına. Bacaklarındaki rahatsızlık nedeniyle tıpkı bir penguen gibi ilerleyen yaşlı adamın, hayata tutunmak için gösterdiği çaba beni fazlasıyla etkilemişti. Kafamı karşımdaki saate doğrulttum, saat daha 7 bile değildi. Kütahya Otogarı’nda gün yeni başlıyordu.