Wherever I May Roam…

Wherever I May Roam…

Güneş tüm şiddetini göstermek ister gibi vuruyordu yüzüne, gözlerini kısmak yetmiyor sürekli elini siper etmesi gerekiyordu. İşte tam karşısında masmavi deniz ufka doğru eskimiş bir halı gibi uzanıyordu. Aynı deniz başka zaman huzur verecek iken şimdi sadece karnındaki gurultuların artmasına sebep oluyordu. Sahile doğru yürüdü, sıcak bakımsız kaldırım taşlarında acımasızca yükseliyordu. Çantasını sırtından yere doğru bıraktı, ayaklarında parça parça olmuş ayakkabılarını çantanın kenarına koydu. Vücudunun üst kısmında güneşin kavurduğu teninden başka bir şeyi yoktu. Altını örten pantolondan bozma şortunu indirmeden önce etrafına bakındı. Neden sonra aklına savaşın bittiği, onu görebilecek bir insanın yakında olması olasılığının sıfıra yakın olduğu aklına geldi. Alışkanlıklar, kim görecek, görse ne olacak… Çevre insandan daha hızlı değişiyor bazen, bazen tam tersi. Eski poşetini eline aldı, çakısını dişlerinin arasına sıkıştırdı, denize doğru atlamak üzere hazırlandı. Neden nasıl bilinmez tam o sırada bir melodi, bir şarkı, bir söz parladı aklında.

And the road becomes my bride
I have stripped of all but pride
So in her I do confide
And she keeps me satisfied
Gives me all I need…

Bir an durakladı, sonra adımladı ve suya atladı. Çelikleme derlerdi eskiden güneşin altında iyice ısıttıkları vücutlarını bir anda soğuk suya atmaya. Şimdi çeliklemek gibi bir amacı yoktu oysa. Hızlıca insan yapımı taş duvara döndü derin bir nefesle daldı. Gözlerini açtı, su berraktı cam gibiydi eski deyimle. Ama tuz tüm hırsıyla saldırmıştı gözlerine göz pınarlarına, ve güzel yakıyordu. Ağzından çakısını aldı duvara yapışmış midyeleri tek tek toplamaya başladı. Yavrulu olanlar toplanmazdı, gelecek önemli. Hele de bu şartlarda. Süresi giderek kısalan bir kaç dalmadan sonra yeterince topladığına karar verdi. Duvardaki boş yerlere tutunarak tırmandı ve poşetini yanına bırakarak kızgın taşa uzandı. Soluğunu tekrar düzene koyması birkaç dakikasını aldı. Açlık nefesi düzene girdikçe daha fazla hissediliyordu. Sonra kalktı, şortunu giydi, poşetini ve çantasını aldı. Körfezin karşısında metruk binalara baktı, savaş öncesi aklına geldi ve gitti. Yemeğini hazırlamak üzere yola koyuldu, poşetin içinde birbirine çarpan midye kabukları bir ritim tutturmuştu. Sonra içinden bir bağırma isteği uyandı.

Wherever i may roaaaammm…

Ne çok dinlerdi, ne çok hayal ederdi sırtında çantası yollara düştüğünü. Özgürlük demekti o zaman o yaşta, yıldızların altında uyumak, tek başına ama yalnız değil. Doğaya dönüş. Şimdi mecburi dönüş yapmıştı doğaya. Her gün yıldızların altında uyuyordu. Karnı açtı ama şimdi önce onu halletmeliydi. Tenekesinin yanına geldi, sarı boyası atmış, üzerinde belli belirsiz biryağ yazan tenekesi. Yine de günebakan duruyordu orada eski günlerin anısına. İç kesimlerde yine günebakan ekip, mahsul alıyorlarmış bazı topluluklar. Ama sahil daha iyi, daha sıcak, daha kolay. Çantasını açtı iki kutu kibritine baktı, kenara çekti kırık şişe dibini eline aldı. Kuru dal ve yapraklar, güneş ve kırık şişe dibi güzel bir ateş oluşturdu. Tenekesini üzerine koydu, midyeleri üzerine dizdi. Çantasını yastık yapıp yemeği hazır olana kadar yanındaki kızılçam ağacının gölgesine uzandı. Ağacın gölge eden dallarını seyrederken onun tarihini düşündü, neler görmüştü. En çok ağaçlar dayanmıştı bu savaşa, yanmadılarsa eğer çok zarar görmediler. Nükleer serpintinin etkileri en az onları etkiledi. Gerçi kozalakların şekilleri bir değişti ama ağaçlar sağlam işte. Ne güzel de gölgesi var, açlıkla uyku arasında götürüyor insanı. Tenekenin üzerinde bir bir açılan midyelerin sesleri bu yarışı açlık lehine değiştirmeye başlamıştı. Doğruldu, parmaklarını yakmamaya özen göstererek midyeleri kenara aldı, kabukların soğumasını bekledi. Soğuyan midyeleri tek tek yemeye başladı. Güzeldi lezzetliydi ama bir de ekmek olaydı. Ekmek demek buğday demek, değirmen demek, odun kömür demek, fırın demek… Çok iş, o kadar işi herkese ulaştıracak kadar insan kalmadı. Bir yerlerde yapıyorlardır yine ama burada yok.

Gives me all i need…

Vermiyor işte lan, ekmek istiyorum ihtiyacım var vermiyor tüm ihtiyacımı. Neden kızdığını anlayamıyordu, anlıyordu belki ama yakıştıramıyordu. Özgürlük şarkısı diye dinlediği şarkı acı veriyordu, kulaklarına boyunduruk olmuştu. Hesaplaşıyordu onunla. Karnını doyurabildiği için mutluydu. Hayatta kaldığı için mutluydu, yada öyle olması gerekiyordu. Sevgilisini, arkadaşlarını hatta bir zamanlar nefret ettiği o toplumu bile özlüyordu. Ama onlar yoktu artık. O yaşıyordu.

Beklenmedik bir ses ile irkildi. Kent merkezindeki toplulukların avcıları olabilirdi. Yada bir köpek sürüsü de. İlk olasılığa göre hareket edip saklanması gerekiyordu. Etrafına kısaca bir bakındı, çok uzatmadan eşyalarını topladı. Çömelerek yürümeye başladı, üç yüz metre kadar ileride geçici barınak olarak kullandığı bir askeri kamyon kalıntısı vardı ama oraya gidemezdi. Eğer bir avcı birliği ise gelen mutlaka kalan bir şey var mı diye göz atmak isteyeceklerdi. Sanki yağmalanmamış bir yer kalmış gibi arıyorlardı. Gerçi bulsalar çanta, çakı ve şort bile işe yarardı, öldürüp alırlardı. Bu kadar zaman sonra yakalanmaya niyeti yoktu. Biraz daha uzun yürüyecekti, sahil kenarında dalgaların yaptığı bir kovuk vardı oraya saklanacaktı. Kalp atışları hızlanmış, kasları gerilmiş, vücudu gerilmiş yay gibi fırlamaya hazırdı. Şimdi bütün sesleri duyuyor bütün hareketler dikkatini çekiyordu. Beyni sürekli bu şekilde çalışmadığı için mutluydu, bunu devam ettirmek çok enerji gerektiriyordu. Güvensizlik doğada yaşamanın birinci kuralı, bu kuralın özgürlük olduğuna inandığı zamanlar geldi yine aklına. Ve yine o melodi o ses…

And the earth becomes my throne
I adapt to the unknown
Under wandering stars I’ve grown
By myself but not alone
I ask no one…

Dünya kimseye taht olmamıştı. Zaman zaman bazı insanlar böyle hissetmiş olabilir ama dünyanın taht olmak gibi bir özelliği ve hedefi yoktu. Aslan denilen kral bile huzursuzdu bu dünyada. Seğirterek yürümekten bacakları kasılmıştı, susuzlukla birlikte kramp girecek gibi oluyor sık sık dinlenmesi gerekiyordu. Yarım saat kadar böyle yürüdükten sonra istediği yere ulaşmıştı. Bu yeri daha önce de kullanmıştı, kimsenin bilmediğine emindi, hem de biraz ilerisinde ince bir tatlı su yatağı vardı. Çantası sırtında duvara tutunarak aşağıya doğru salındı, sonra kendini bıraktı. Kovuk bir insanın cenin pozisyonunda uyuyabileceği kadardı. Zemini rahat değil ama kısmen düzdü. Daha önce burada uyuduğundan mı, gerginliğin yarattığı yorgunluk mu, tokluk mu yoksa hepsi birden mi uyku olup çöktü üzerine. Güneş almıyor denizin serinliği kovukta klima etkisi yaratıyordu. Klima tarihe karışmış bir icat daha. Her zamanki pozisyonunu aldı, denizin şıpır şıpır ninnisi ile güzel bir uykuya daldı…

But I’ll take my time anywhere
Free to speak my mind
Nevermind anywhere
Anywhere I may roam
Where I lay my head is home (fuck yeah)

Uyku uyanıklık arası mırıldanır buldu kendini… Bugün takıldı bu şarkıya. Geçmiş ile bir hesaplaşma, geçmiş savaşın altında kalmış, nükleer serpinti ile bozulmuştu. Gerindi, oturdu, bacaklarını kollarının arasına aldı, çenesini dizine dayadı, batmaya yeltenen güneşi izlemeye daldı. Suyun üstünde zıplayan balıkları görünce gülümsedi. Hayat denizin altında devam edecekti, suyun üstündeki her şey yok olsa bile. Sonra canı balık istedi, güzel kızarmış yağı üstünde köpüren. Tuz da olsa ekmek de, biraz bira. Çok üretmişti insan güzel üretmişti. Olta yapma fikri düştü yeniden aklına, ama bir türlü ihtiyacı olan misina ve iğneye denk gelmemişti. Bir oltası olsa bir balık tutsa. Düşünceler düşünceleri kovalarken susuzluğu düştü aklına. Tehlikenin ne kadarı geçmişti, avcı birlik uzaklaşmış mıydı emin değildi. Ama susuzluk baskın geldi. Taşlara tutunup bir hamlede yukarı çıktı. Etrafı gözledi, dinledi. Duyuları daha bir gelişmişti sanki savaş sonrasında. Kimsecikler yoktu, nefesini bıraktı, kaynağın olduğu yöne doğru sakin adımlarla yürümeye başladı. Güneşin en lezzetli zamanıydı yakmıyor, ama deri üzerine rahatlatıcı bir sıcaklık bırakıyordu. Kaynağa ulaştı, ince bir su akıyordu, baharda biraz daha çaya benziyor ama şimdilerde suyu oldukça az akıyordu. Avucunu kase şeklinde akış yönünün tersine koydu, ağzını dayadı, içti içti içti. Sonra elini yüzünü, omuzlarını denizden kalma tuzdan arındırdı. Alışmıştı artık derisi üzerinde tuz ile yaşamaya eskiden olsa kaşıntıdan duramazdı. İhtiyaçlar ihtiyaçları kovalıyordu. İşemek için yer aramasına gerek yoktu yeni dünya düzeninde. Kaynaktan biraz uzaklaştı, ufak bir çalı buldu, su ve azot döngüsüne katkısını sundu. Öğleni midye ile geçirmişti, şimdi meyve toplama zamanıydı. Eski bir çay bahçesinde kalan bir üzüm asması vardı önce ona gidecek sonra denizden bir iki kilometre içerde yaşlı elmaya uğrayacaktı. Suyun getirdiği yaşam ile keyifli bir yürüyüş tutturmuştu. Çay bahçesi yakındı, paslı parçalanmış kapıdan geçti arka tarafa asmalara doğru yürüdü. Bir an durdu, yerde yeni kopmuş yaprakları, üzüm çöplerini gördü. Avcı grubu buradan geçmiş olmalıydı, ya buradalarsa yada yeni ayrıldılarsa. Gerginlik vücuduna bir hastalık gibi girdi ve hemen çömeldi. Sırtına virane duvara dayayacak şekilde geri geri gitti. Bekledi, bekledi. Ses yoktu, görülmüş olsa bir hareket olurdu. Nefesini düzene soktu ve kalktı. Topluluğa götürmek için girmemişlerdi neyse ki, sadece kendi karınların doyurmuşlar dedi içinden. Çakısını çıkardı en sarısından bir salkım kesti, tekrar duvarın dibine çöktü. Keyifle değil artık hızla yiyordu. Elmadan vazgeçti, riskli olacaktı. Hızla bir iki salkım daha kesti, onları da silip süpürdü. Bir an önce kovuğa dönmek istiyordu. İki salkım daha kesip çantasına koydu, bahçenin duvarından atladı, ritimli bir yürüyüş ile su kaynağının oraya geldi. Gecelik su ihtiyacını karşılamak için kaynaktan su içmeye başladı. Paattt… Korkudan yere yuvarlandı, başını kaldırdığında gri tüyleri güneşte parlayan incecik gözbebeklerini kendine diktiğini gördü. Kızdı, güldü, kediyi kovaladı. Çamurlanan yerlerini suda bir güzel yıkadı. Gerilimli bir gün olmuştu, hızla kovuğa gitti. Kasları hala yer yer seğiriyordu, neden sonra rahatladı üzerindekileri çıkardı ve denize girdi. Dayak yiyeceksek yiyeceğiz, öleceksek öleceğiz arkadaş şu güzelim akşam denizinin tadını da mı çıkarmayalım dedi kendi kendine. Sırt üstü uzandı tuzlu su yatağına, güneşin sıcaklığı, denizin serinliği sınırına yerleşmiş huzurla dolduruyordu içini. Yarım saat bir saat artık zamanda ölçülmediğine göre yeteri kadar uzandı. Ama ses onu terk etmiyordu, günün şarkısı tekrar tekrar çalıyordu beyninin içinde.

But I’ll take my time anywhere
Free to speak my mind anywhere
Nevemind anywhere
Anywhere I may roam
Where I lay my head is home
Carved upon my stone
My body lie, but still I roam yeah yeah…

Keyfi yerine gelmiş kovuğuna anadan üryan uzanmış kuruyordu. Güneş batmış ufuktan son ışıklarını uzatıyordu göğe. Eski günlerdeki gibi gece yarısına kadar oturmuyordu artık, ikili uykular geri dönmüştü; gece elektrik çağından önceki gibi gece uyanıyor bir yarım saat kadar uyanık kalıp tekrar uyuyordu. Ama bugün biraz yıldız izleyesi vardı, bu yorucu günü “başarı” ile tamamlamanın ödülü biraz avcı takımyıldızı izlemek olacaktı. Aklına çantasına koyduğu iki salkım üzüm geldi. Ve bu defa tadını çıkararak yemeye koyuldu. Keşke sevgilisi burada olsaydı, keşke iki de bira olsaydı… Bir tek gözyaşı sakal ormanının içinde dağıldı. Rüyalarla dolu bir uyku için pozisyon aldı, çantasını başının altına çekti.

But I’ll take my time anywhere
Free to speak my mind
Nevemind anywhere
Anywhere I may roam…

Yüzü gıdıklanıyordu, gözlerini kısarak açtı, bir an bıyıklarıyla bir kedi gördüğünü zannetti, ayağa fırladı dizini masaya çarptı. Ağzının suyu akmıştı, onu sildi sevgilisini gördü. Bıyıklar onun saçlarıydı demek ki. Bir anda sık sıkı sarıldı. Göz yaşları aktı iki taraflı…

-Ne oluyor Ender, yine kaptırdın kendini bir şeylere. Ne bu kitap? Dört yüz yıllık öyküler peşindesin.

Elinde Phillip K. Dick’in “Sondan bir önceki gerçek”i vardı. Önündeki ekrana baktığında Metallica “Wherever i may roam” yazıyordu. Adama bakınca sevgi dolu bir hüzün kaplıyordu içini. Çok çabuk kaptırıyordu kendini her şeye. Bu yüzden sevmiyor muydu zaten onu.

-Hadi mesaine geç kalacaksın bugün düğme fabrikası sonra da edebiyat fakültesi var. Hep o fakülte yüzünden değil mi bütün bunlar?

-Öyle deme, tarihin insanlara neler düşündürdüğü neler yazdırdığı çok önemli. Hem bir okuyup dinlesen ağzın açık kalır. Tek başına doğada yaşamaya övgü mü dersin, savaşların yok ettiği topraklar mı dersin? İnsanı çok değişik hayallere sürüklemiş tarih.

-Aynı tarih sevdiğim adamı yorgunluk ve uykusuzluktan benden alacak diye korkuyorum ama. Hadi bir duşa gir hazırlan. Savaş falan kalmadı, sen de bensiz bir gün yaşayamazsın, bakıma muhtaç oluyorsun yoksa…

Adam tekrar sarıldı, burnunu kızıl saçların arasına soktu, derin bir nefes aldı, vücudunu kokuya doyurdu…

Ve yine o ses “Wherever i may roaaammm”