Namlunun Öbür Ucu
Vatani görevimi yapmamı emreden telgrafı aldığımda henüz on dokuz yaşımdaydım. O günleri çok net hatırlıyorum; savaşmak için savaşıyor, öldürmek için öldürüyorduk. Sırf bizim gibi düşünmüyorlar diye başka ülkelere giriyor; kadın, erkek, çocuk ayırt etmeden öldürüyorduk. Buna karşı koyarsak da öldürülüyorduk. Vicdan, merhamet, onur yoktu. Telgrafı okurken ellerimin titremesine, boğazımın düğümlenmesine mani olamadım. Kaçacak bir yerim yoktu, civar ülkeler zaten müttefiklerimizdi, hiçbir yere gidemezdim.
Her şeyi kendisinden öğrendiğim babam beni uğurlarken sessiz gözyaşları döktü. Annemse bayıldı ve gittiğimi göremedi. Veda uzun, yolculuk kısa sürmüştü. Bir haftalık kısa bir eğitim aldıktan sonra güneye gönderildim. Gittiğim yerde isyancıların çoğunluğu bastırılmış olmasına rağmen arada sırada bir iki olay yaşanabiliyordu ama mühim şeyler değildi. Bizim kontrolümüzde yaşayan halkı gözlemledim her gün; onların oğullarını, kocalarını kaçıran ve yemeklerini çalan isyancıları seviyor, bizden nefret ediyorlardı. Gözlerine bakamıyordum.
Bir gün bulunduğumuz kasabanın doğusundan saldırdılar, aldığımız istihbarat kuzeybatıdan geleceklerini söylüyordu, bu yüzden hazırlıksız yakalanmıştık ancak; yine de zafer bizim olmuş, isyancıları bozguna uğratmıştık. Cansız bedenlerin arasında gezerken her yaştan erkek gördüm ama içlerinden bir tanesi beni daha çok etkiledi. Henüz on üç yaşında bile olmayan bir kız çocuğu yerde cansız yatıyordu. Sarı saçları kana bulanmış, beyaz tenin çevrelediği yüzü, bedeni kan revan olmuştu.
Aklı başında olan kimse savaşı sevmez fakat savaşın gerçekten ne olduğunu sadece savaşanlar bilir. Bu dünyada bulamadığı huzuru öbür dünyada bulmasını diledim, üstünü aradım. Bir tek fotoğraf bulabildim, bu kasabanın kilisesinin önünde arkadaşlarıyla çektirdiği bir fotoğraf. Hepsi küçük, hepsi temiz, hepsi güler yüzlü. Cebime sakladım, kızın açık olan gözlerini kapatıp, dağılmış saçını topladım.
Aylar geçti, savaş hareketlendi, en çok zayiat verdiğimiz sipere gönderildim. Toplar her geçen gün daha da yakınımıza düşüyor, başımızın üstünde uçan uçaklar kulaklarımızı sağır ediyordu. Korkudan deliren, kopmuş uzvunu yerden alıp hüzünle seyreden, yediği onca kurşuna rağmen ayakta kalmaya çalışan onlarca silah arkadaşımı gördüm. Dayanamayacak bir noktadaydım, ya ölecektim ya da delirecektim, bunu biliyordum.
Ama ikisi de olmadı. Üstünlük bize geçti, ilerledikçe ilerledik, öldürdükçe öldürdük, toprak kana doydu, kan kanı doğurdu, böyle sürüp gitti. Siperde durmuş silahımla nişan alıyor, öncü kuvveti kolluyordum. Düşmanın keskin nişancıları bizi daha gafil avladı, öncü kuvveti kollamaya çalışırken yanımdaki arkadaşlarımın bir bir düştüğünü gördüm. Korkunun benliğimi ele geçirmesine izin vermeyip, ateş etmeye devam ettim.
Derken, aniden tüylerimin ürperdiğini, soğuk bir rüzgarın estiğini hissettim. Bacaklarımdan, silahın kabzasını dayadığım omzuma kadar gelen bir sürtünme hissi… Bir kedi. Aldırmadım, tüfeğimle nişan almaya devam ettim ve onu gördüm, kasabada ölen o küçük isyancı kızı. Tetiğe basamadım, gözlerim sulandı. Silahımı bıraktım, çevremdeki koşuşturmaya, bağırışlara, ağlamalara, patlamalara aldırmadan sırt üstü uzanıp gökyüzünü izledim. Güneş neredeyse batmış, gecenin ilk yıldızları görünmeye başlamıştı. Kedi, patilerini göğsüme koydu, sonra da kafasını. Gövdemin üstünde mırlayan canlıyla beraber; var olduğunu umduğum, var olması için her gece Tanrı’ya yalvardığım daha iyi ve daha güzel bir dünyanın hayaliyle gözlerimi kapattım.