Yedi Tepeli Şehir' de Yalnız Bir İnsan

Teni soğukla titreyen bir gece, aralığın koynunda hüzünlü bakışlarıyla yatıyordu. Mahsun bedeninin ürperişi, sadakati unutulmuş dost gibi olan hislerini barındırırken, son ayın kesif suskunluğuna kırık yaşları sarılıyor ve yüzü neşesi satılık eskici hatırasına dönüyordu.

Karanlığın elzem dokusunu yoğun sis kaplarken içinden simaları küle dönmüş, yorgun ve kayıp bakışların hüzne sevk almış görünüşleri süzülüyordu.Soluğunda rüzgar ılgıt ılgıt esmiyorken kırık bir düş patlamasından yeni dönmüş yıldızların ışıltıları ise naçardı. Tavırları arkadaş canlısı olmadıklarını açıkca belli ediyor, somurtkan yüzlerine yerleşmeye çalışan gülüşler ise defedilmekten kurtulamıyordu.

Sessiz fısıltılar sokakları haraca bağlamış, hoş beş etmeye çalışan bir kaç narin ve zarif patilere bile geçit vermiyordu. Caddelerin halefi sisin ellerinde soğuk kamçılar aralığın koynundan koparılmış gecenin tenini amansızca yakıyor ve onun boğuk boğuk uğultular koyvermesine neden oluyordu.Ay ise çoktan şavkını yüklenmiş hızla kaçıyordu.

Kayıp bir şehrin dalgalarında in cin bile yoktu gönlünü eğlendiren…

Karanlık, somurtkan çocuk misali küsmüş ve anılarına dair sesler kaçırılmış, bir bilinmeze hapsedilmişti.Aman vermeyen çığlıkları, kara mavi saçlarının hırçın ama çaresizce salınışına yoldaş olmak zorunda kalıyordu.

Zamanın küfesinin içi hüzün doluydu…

Yedi Tepeli Şehrin bir tepesinde, yalnız bir insan oturuyor ve dudaklarından, bir kısmı onlara sırnaşırken bir kısmı da karanlığı kapılıp giderken içindeki karamsarlığı yüklenmiş duman, oralardan süzülüyordu. Çorak topraklara dönmüş bu yer, yalnızlığın kırılgan izlerine ev sahipliği yaparken terk edilmiş şehrin yedi tepesinden aynı anda çıkan soluk, insanın her nefesine benzer hüsranları umuzlukla beraber servis ediyordu.

Şehrin semalarında martılar birbirleriyle şakalaşan kafadarlar gibiyken yaşam başkaydı. Bu narin kuşlar kanatlarına zerafet timsali güneşin modellemelerini giyip kentin caddeleri içind eneşeli sesleri barındıran taşkın su gibi olurken, insanlar sahte tavırlarıyla gülümsemelerini satılığa çıkarmaz,içten ve samimi bakışlarıyla birbirlerine umut ikram ederlerdi. Onların bir çoğunun gözlerinden akan ışıltılar, yoğunluğu umutsuzlukla dolu diğerlerinin bakışlarına, kapsadığı mutluluk karışımını salıp vagonları hayaller yüklü gelecek günlere bilet almalarını sağlama yolunda ilerlemelerine destek olurdu. Bu sayede hayata küskün insanlar, mutlu olanlarının açtığı bu yolda seyahat ederdi.

Kız kulesi, pırlanta işlemeli ışıltılarını denize salar ve mavi dokulu sular bu pırıltıları desen desen kumaşına alırdı.

Sisin içine hazan yüklü bakışları dalıp gitmiş yalnız insanın yüzünden geçti tavus kuşları gibi renkli İstanbul. Onun anılara bürünmüş ellerinde geçmişin çökmüş heceleriyle bezenmiş, bağrındaki cümleler buruşuk, satırları ise kırışıklarla dolu olan bir mektup arzı endam ediyordu. Bütünlüğü ele alındığında, anlamında acılar gözyaşlarına sarılırken kelimeler çığlık çığlığa figanıyla beraber ağlıyordu.

Yoğun sis köreltici bakışlarıyla amansız muhafızlığına devam ediyordu.

Kulakları yırtan feryatlar sallanıyordu zamanın salıncağında…

Ümitleri bedbaht olmuş insanın bakışları ise zamanın buruk dokunuşuyla aynı oranda hüzünlü, yüzü, boyası dökülmüş duvarı andırıken çatlaklarında sancıları saklı olup kırıkların içini de mutluluk kandırmacaları zapt etmişti.Yanakları çorak toprak misali çöken, dudakları kurumuşluğundan çatlayan, gözlerinde yaş namına bir şey kalmayan yalnızın bakışları hezeyanlar içinde sisi dağıtmak istercesine uzak ufukları taramaya devam ederken onun verdiği umutsuzluğun karşı koymasıyla yeniliyordu.

Şehirde ne gelen vardı ne de giden.

Başucunda tıslayan zemheri yalnızlığı, ruhuna ıstırap dalgaları dikerken bununla beraber sisin içinden yanmış ağaçların boğuk boğuk çığlıkları karamsarlığına yeni yapılar ekliyordu.Çürümüş manzarada yok olmuş ormanların küllenmiş mezarlarından gelen rahatsız edici kokular şehrin tepelerini kıskacına almış boğuyordu adeta.

Deniz, cennetten arsa satan papapzlar gibi cehennem çukurlarını pazarlamıştı yılışık şavaşa. Ayaz bakışlarından alev yağdırmıştı insanlığın üzerine. Halbuki bir zamanlar mutluluğun harelerine gebe güneşin kollarına bırakırken kendisini sahillerine de sıcacık buseler konardı. Gizli gizli bakışlar kumda oynaşırken bırakılan izlerin doğasında da umutlu gelecek varken yaşam ‘Zevkli hayaller oteli’ nde dört köşeydi.

Güneşli günler yakışıklı yüzünü Marmara’ ya gösterir, baştan çıkarıcı öpücüklerini de martılar takınır sesleriyle kente dağıtırdı. Güneşin sıcacık elleri Yedi Tepeli Şehrin narin tenine dokunurken diğer yerler kendilerini kıskanmaktan alamazdı.

Sevgililer kol kola tıpkı umut ve neşe tadında heyecan doğan öpücük furyası her daimdi.

Geçen günler şımarık çocuklardan farksız ukala ukala dolaşırken zamanın koridorlarında, ellerinde pembe pembe pamuk şekerleri, dillerinde pare pare kağıt helvaları bileklerinde uçan balonları… Gelecek te oraya istemeden de olsa kanlı ayak izlerini bırakmaktan başka çareleri kalmayacaktı.

Yaşam hiç yaşlanmayacağını düşünen bazı kendini beğenmişler gibi dudakları kıpkırmızı ve çekici, gözleri ışıl ışıl, üstüne kesimi cafcaflı ve simli şiirsel bir elbise İstanbul’u giyinmiş, düğmeleri masmavi denizden ve kemeri köprülerden işlemeli… Zaman kımıl kımıl yerinde duramazken, yardımcılarının getirisi düşler şırıl şırıl adımlarına akarken yürüyüş yolu cıvıl cıvıldı. Hiç somurtmayacakmış gibi insanlığa gülücükler armağan ederken sanki arzuları hiç kanamayacaktı.

Ölüm, hayattan izole edilmiş insanlığın dışına postalanmıştı.

Bir kez daha yalnız insanın ruhundan geçti bir sülün edasında İstanbul.

Huzursuz davranışlar sergilemeye devam eden sis, kangren olmuş umutsuzluğuna korku verici bir sargı olmuştu. Buhranlarla sarmalanmış anılarının deposundan yükletip düşüncelerine aldığı bir sigara daha yakıp nefesinin eşliğinde görünüşü o dönemde alçak ve kaypak bazı ülke liderlerinin çoğuna benzettiği koyu dumanın yüzüne savurdu.

Acıları hazan mevsiminden hiç çıkmazken, sancıları da kimsesiz kalıntıların dostluğunda bu havayı soluyordu.Kalbinde güller kavrulmuş ve külleri de ruhuna savrulmuştu. Umutsuzluğu, saldırıları süre tanımayan işgal ettikleri yerleri özgürleştirdiğini sananlar gibi bağışıklığını harabeye döndüren virüsü kendinden mamul bir hastalıktı.

Ruhu, mutsuz ağaçlarla çevrili örselenmiş orman olup onların dalları hezeyanla yetişirken yaprakları karamsarlıkla düşüyor ve derileri kurumuş üzerlerini uğursuz böcekler kaplıyordu. Güneş görmez yaprakları yeşerirken de sararırken de aynı havanda su dövüyordu. Hüsranlara bakan yolunda ağaçlar sıra sıra dizilmiş kökleri çalı çırpı misali küçük keçi yollarını istila etmişti.

Bir zamanlar şırıl şırıl arzuları kıpır kıpır nehrine gürül gürül çağlar pür neşe dökülürdü. Güneş gülümserken yüzünde de gelecek ışıltıları yüklüydü. Mutlulukla örülmüş dağlarına gölgeleri düşerken umut sahillerinin koynunda denizin dalgaları halinden memnun sereserpe uzanmış yatarken hınzır bakışları kumlarda kendine yer edinirdi.Kızıllık, bunlarla öpüşmekten kendini alamaz karşı koyamadığı meltemin kokusunu da tenine sürünürdü. Benliğini bu aşkın fısıltıları sarıyor yarınlara da bülbül tadında şakımalarını lütfediyordu.

Dalgalar sahile içinde aşk gemileri yüzen deniz kabukları bırakırken büyülü bir martı süzülür ve onların güvertesinde keyfine keyif katardı. Gökyüzü, sevdiğine resmedilmiş güzelliği gökkuşağından yeryüzüne akıyordu. Tayfın çemberinde yarinin gözleri merkezinde de saçlarına düştükçe enfes bir görüntü sunan günbatımı dokunuyorken rahiyası ise en nadide çiçekti tıpkı Dünya’ nın İncisi İstanbul gibi.Beklenmedik bir anda kuruyacağını nereden bilebilirdi.

Gökyüzünün plasentasında bir şey kımıldıyor, yakın zamana kadar hareketsiz kalan insanlık, kürtaj bekliyordu ancak bazı kendini bilmez ve ukala ülkelerin dünya çapında gerginliği getiren ameliyatıyla gün geldi kara bulutların tekelinde fırtınayı doğurdu. Yaşayanlar bu bebeğin doğmasını engelleyemezken ağlamaları yeryüzüne bombalar yağdırmış ve ilk önce kan demiş ardından da toplu ölümleri diline yerleştirmişti.Onun çığlıkları yalnız insanlığın dalgalarını talan etmiş, martıların kanatlarını kumlara gömmüştü.

Ruhunu ıssız adaya döndürmüş ne gelen gemi vardı ne de giden. Yarınları da kapana kısmış ve kendisini dökük kulübesine kapatmıştı.Sürgün yolunda adımları acımasız savaşın zerk ettiği korkusundan tahta köprüleri çürümüş, ümitlerini taşıyamıyor ve hüsranları uçurumu büyültüyordu.

İçindeki gökyüzü en zifirinden kararmıştı. Bebek, zaman ilerledikçe büyüyordu. Gün geçtikçe gelişen bu zararlı veledin tokadı, kulübesini yakıp kavurmuş ve onu alev alev yanan meşalelere döndürmüştü. Bunu, bazıları karanlığa giden yolda ilerlerken kullanıp ormanını kıraç topraklara gebe bıraktı. İnsanlığın yaşam haritasında kalın çizgileri içten dışa silikleşirken ölçekte umutlar büyük gösterse de küçücüktü yüzölçümleri.

Çarpık çurpuk ellerinde mektup titredi.Parmakları artık tutmuyor tırnakları acısından sökülmüştü.

Kirli kağıttaki satırlar kararmış, ne kadar uğraşsa da ne kadar çabalasa da buruşturmak adına aklından mayınlı satırları çıkmıyordu.Yüzölçümü büyütülmüş sınırlarında Göz yaşı toprakları, arsız velet savaşın sırnaşık gülüşleriyle artıyordu. Sevgi tohumları karartılmış başak verse de anlamı yoktu.

Senaryosu yazılmış bir oyun gibiydi sınırları genişleyen salonda savaş. Utanmazların direktifleriyle bezenmiş replikleri seslendiren zalim aktörler sahneyi talan ediyorlardı.

Adı belli yönetmenlerin ellerinde kalemin bıraktığı izler duygusuzdu. Dekoru ırksal nefretlerden, kinden ve acıdan,göz yaşından örülmüş sahneyi yönetenler, düşünceleri boğulmuş akıl zerrecikleriydi.Saçlarında kemikler bulunan oynak dansözler gibi kıvırırken dilleri ise kokuşmuşluklarını tüm dünyaya kusuyordu. Tarihin dükkanında bunlardan bolca olup raflarda hiç tozlanmıyorlardı zira yüzü benzer nefretin estetiğiyle değiştirilmiş yenileri geliyordu. Küflü beyinlerinde katliam yüklü söylemleri buram buram çürümüşlük kokan ağızlarından salya misali akıyordu.

Savaş, kimliksiz bir garabetti. Ahlaksız biri gibi kim isterse kendisini ona sunuyordu. Kendini pazarlayan bu melanetin hangi ülkeye bedenini ikram ettiği onun için önemli değildi.Çürümüş baştan çıkarıcığıyla kanlı zevklerini insanlığın üzerinden tatmin ediyordu. Barış ise masum ve namusluydu. Herhangi bir ülke onun yakınına yanaşmıyordu çünkü hükmetme güdülerini tatmin edemeyeceklerini biliyorlardı. Bütün çekiciliğiyle savaş, kanlı zevklerinin üzerine feryat figanı giyiyor, kendini pazarladığı ülkelerle arsızca arzı endam edip barış yanlılarının ve insanlığın göz yaşlarını yakıp kavuruyordu.

Suflörlerin ağzında barış içeren sözler ıslanırken hayat değersiz sorunlarla yoluna devam etmekteydi.Sanılmayan asılsız dedikodulardı ancak gündönümünde olanlar olmuştu. Güneşli günleri karartan zamanların ayak sesleri sessiz sessiz geliyordu fakat insanlar pembe kanatları daha revaçta olan peynir gemileriyle mutluydu.Küçük gözlerin hapsinde sanılmayan daha yakınmış sanılandan. Kırık dökük dolaplarda vahşet kolilerce zamanın dükkanındaydı. İnsanlar için aynaya bakmak daha iyiydi. Aslında madalyonun iki yüzü olmasına rağmen bir yüzü görülüyor diğeri unutuluyordu ki bunu çevirenler ortaya çıktı.

Savaş, teknolojik ve ekonomik bakımdan gelişmiş zengin ülkelerin başı çektiği bir konvoydu. İlerledikçe uzuyor ve bunların arkalarına diğerleri takılıyordu. Öndekilerin bıraktıkları vahşet yönünden zengin olan kanlı izlere arkadakiler de basıyordu. Konvoy yürüdükçe öndekilerin bazıları gerilere doğru kayıp katliamın boyutunu arttırıyor ve de çoğaltıyordu. Sırada bulunanların adımlarının bıraktığı kan ve göz yaşı dolu izlere diğerlerininki karışıyordu.

Beynine kazınmış harfler mektup yırtılsa da fark etmiyordu.Hazin dolu kelimeleri bir nevi ellerine alıp parça parça etti.

Feryat yanıkları mahlemeden gelen celp gibiydi. İcabet etmeyenlerin üzerine uğursuz bir gümde ulaşmıştı.

İnsanlığın tepesindeki yargıçlar, balyoz misali indiler. Savcılar dünyayı suçlu bulmuş bomba misali üşüşmüşlerdi.İnsanlığın kalemi kırılmıştı bir kere geri dönüşümü olmayan bir durumdu bu. Hayat, onu kıranların gözetiminde hapisken barış devamlı taşlara takılıyor ve tökezliyordu. Yalpalaya yalpalaya giden adımlarına bir tekme yeterdi. Bu görevi gündönümünde üstlenenler oldu. Kara bulutların tekelinde satıhlar amansızca kavrulurken feryat figan ülkeden ülkeye savrulurken ‘sığınaklara gidin’ sirenleri insanlığı kurtarmak adına yeterli olmuyordu.

Mektubun yırtık parçacıkları tıpkı yarınların düşüşü gibi sisin gölgesinde tepeden aşağıya doğru süzüldü.

Duman, tüm şehri bir diktatör gibi demir yumruklarına almış viraneye dönmüş toprakları parça parça etmişcesine alaycı alaycı sırıtıyordu.

Geçmiş neleri gizliyordu? Bunların izleri geleceği giyiyor muydu?

Gelecek adı konulamayan mezarken geçmiş ise adı konulan mezar taşıydı.İnsanların cesetleri topraklar üzerindeki matem çukurlarında yığın yığındı.

Dünyanın İncisi kederliydi.Yalnız insan misali kolları kırılmış,ayakları köprüleri gibi tutmazken saçları kan kırmızısına dönmüş gözlerinden ölüm pınarları akıyordu. Teni, acıdan açılmış mezarlarla doluydu.

Sivrisinek gibi olan vızıltılar, iki aşık kol kolayken güle oynaya koşarken bir ağacın arkasında ateş kusan canavarlar gibi bomba yüklü uçakların gürültüsüne dönmüştü. Dünya dar ağacındayken ipleri takanlar takılanlardı. Yargıçlar kalemi kırmıştı bir kere son isteğine gerek kalmamıştı.

Tarih neyi saklıyordu içinde? Geleceğe ışık tutuyor muydu? Tekerrürden ibarettir derler ettirenler kimlerdi?

Savaş,içi feryat dolu bir kuyuydu ve buraya çıkrığı koyanlar barış ağzıyla çığırtkanlık yapanlardı.

Geçmişe sırt dönmek geleceğe eyvallah demek mi? Karabasın tohumları geçmişte mi?

Hepsi bir kabustu aslında; hiç olmayacak kahve falları. İstanbul, uyandı kötü rüyasından ve sevgiyle adımladı.

Gelecek kuru boya kalemleri gibi renk renk. Geçmişinle düzle düzle çiz hayatın sayfalarını. Ya kalemin izleri pastelse.

ARALIK 2009

‘Renkli rüyalar oteli’ Teoman’ ın şarkısının ismi