YILDIZ TOZU - Zamanı Göstermek Hünerli Bir İştir!

Merhabalar, ilk yazma deneyimlerine başladığımda her zaman uğradığım Öykü Seçkisinde bir kaç bölüm yayınladığım Yıldız Tozu adlı fantastik, bilimkurgusal ve macera dolu hikayemin uzunca bir kısmını kesintisiz olarak burada sizlerle paylaşmaya karar verdim. Saygılarımla…

ÖNSÖZ

Hakan, İstanbul Teknik Üniversitesi’nde Fizik bölümü okuyan ve kendisini oldukça sıradan gören bir öğrenciyken, büyük dedesinden kalma, onun için manevi değeri paha biçilemeyen cep saatini çalıştırmak için onu işinin ehli, eskilerden bir saat ustasına götürdüğünde, hayatının inanılmaz derecede değişeceğini bilmemektedir.
Ustadan duyduğu hikayeye kendini kaptıran genç Hakan, başına gelen garip olaylardan dolayı, bir asker olan babasını kaybetmenin verdiği acıyla delirdiğini düşünmeye başlayacaktır ama hikayenin sonunu getirmeye kararlıdır. Bu azmi, onu hiç ummadığı bir yolculuğa çıkaracak, başına gelen olaylar sayesinde aslında hiç de sıradan biri olmadığını keşfedecek ve kendini tehlikeyle yüzyüze kalacağı, akıl almaz olayların olduğu bir maceranın içinde bulacaktır.
Aslında yaşadığımız evrenin ne kadar büyük olduğunu ve yalnız olmadığınızı hissedeceğiniz bu hikayede, Hakan’ın yoldaşlarıyla beraber bir çok farklı zamana ve mekana giderek çok farklı uygarlıklarla nasıl uyum sağladığına, mücadele ettiğine, bu arada yaşanan dramlarına, aşklarına ve çekişmelerine şahit olacaksınız. Keyifli okumalar.

ZAMANI GÖSTERMEK HÜNERLİ BİR İŞTİR
1.BÖLÜM

Büyük dedemden kalmaydı bana bırakılan İngiliz saati. B.C Arrivet diye biri yapmıştı ya da en azından ben öyle olduğunu zannediyordum kapağın arkasındaki ismi okuduğum zaman. Büyük dedem Çanakkale savaşında onu, yaralı halde bulduğunda, kanamasını gömleğinden kestiği parçayla sarıp durdurarak, çok az kalmış azığından kalan ekmek ve suyla besleyip hayatta kalmasını sağladığı bir İngiliz askerinden hediye olarak almıştı. Benim için ise manevi değeri paha biçilemezdi. Bu saat, o acı savaşta hala barış için umut olabileceğini vurguluyordu ve yaşanan dramın canlı bir kanıtıydı.
Bundan tam iki yıl önceydi. Dedemden kalan saat yıllardır kitaplığımın çekmecesinde durur, ara sıra tozunu alırdım. O zamana kadar herhangi bir arızası olmamış, her zaman gerektiği gibi çalışmıştı. Yine yapacak bir şey bulamamış ve saati temizlemeye karar vermiştim ama onu elime aldığımda çalışmadığını fark ederek endişelendim. ‘Belki tozdan durmuştur!’ diyerek içimden geçirip, her tarafını sertçe üfledim. Hiç ses yoktu. İçinden bir parçanın yerinden çıktığını düşündüğüm için elime alıp kulağıma yaklaştırarak saati sallayıp tekrar kurdum ama yine çalışmadı. Paniklemiştim. 1890’lardan kalma bir saatti ve zamana meydan okurcasına çalışıyordu şimdiye kadar. Ama iyice dinlediğimde, içinden gelen ufak ‘Tik tak!’ları duyamamak beni çok üzmüştü. Onu bir tamirciye göstermeli miydim?
Ne yapacağıma karar vermem gerekiyordu. Eğer onu herhangi bir saat tamircisine götürürsem bir şey olur, bir parçası eksilir ya da bir daha hiç çalışmayabilirdi. ‘Hayır!’ Bu saati işinin uzmanı olan en iyi saat tamircisine götürmeliydim.
Bunun için araştırmaya koyuldum. İki hafta boyunca aklıma gelen tüm kaynaklardan ciddi bir araştırma içine girmiştim. İstanbul’da gitmediğim yer, sormadığım kişi kalmamıştı. İnternetteki araştırmalarımın ise pek faydası dokunduğu söylenemezdi. Tüm bildiğim eski sokakları arşınlamış ve üstat diye tabir ettiğimiz tüm yol sanatçılarına danışmıştım. Aldığım sonuç hep aynı adresi ve aynı kişiyi gösteriyordu.
Yol sanatçılarının genel yorumu ise ‘Yalnız orası tuhaf bir yer. Herkesi kabul etmiyorlar. Garip şeyler olursa şaşırma! Gidenlerin anlattığına göre yıllar önce ölen Cevdet Usta hala orada görülüyormuş. Şimdilerde ise oğlu ve çırağı Soner Usta var.’ şeklindeydi.
Yıllar önce ölen usta görülüyor muydu? Bu da ne demekti şimdi? Hayaletli bir yerdi demek. Oldum olası fantastik gerçeklerin var olabileceği olgusu büyülemişti beni ama her zaman sağduyu ve mantığa inanmış biri olarak kanıtsız hiçbir şeyin beni ikna edemeyeceğini düşünürdüm. Yine de bu durum merakımı oldukça cezbetmişti.
Bana tarif ettikleri yer, Beyoğlu’nun arka sokaklarında eski bir evdi. Koyu kahverengi, ahşap, işlemeli kapının önüne geldiğimde, kapının üzerinde ‘Zamanı Göstermek Hünerli Bir İştir!’ yazısını gördüm. Çok hoşuma gitmişti bu yazı. Kapı zilini aradım ama bulamadım. Yerine kapıdaki asma tokmağı üç kere vurdum. Zil çalmaya başlayınca, birden irkildim. Tahmin etmediğim bir şeydi bu. Meğerse kapı tokmağının hemen altındaydı kapı zilinin düğmesi. ‘Ah bu eski yapılar!’ diye geçirdim içimden. Ne zaman böyle antika yapıların içinde veya yanında bulunsanız, illa ki garip bir durum ortaya çıkardı ama asıl garip olan bu değildi, hem de hiç!
Kapıyı hafif toplu, ellilerinde, kısa, kıvırcık, kahverengi saçlı, güleç bir bayan açtı. Hemen kendimi tanıtarak durumumu anlattım kendisine.
“Tabii ama beklemeniz gerekiyor! Usta şu an çok meşgul! Eğer yeterince beklerseniz sizi kabul edecektir. Şöyle, bahçedeki sandalyede oturabilirsiniz!” dedi sakince, beni evin bahçesine açılan yola yönlendirerek. Aradan belki on saniye bile geçmeden içeriden tekrar belirdiğinde, elinde bir tabak kurabiye ve çay vardı.
Onları yavaşça masaya bırakırken gülümseyen parlak gözlerle beni süzerek, “Beklerken biraz kurabiye yiyebilirsiniz. Yeni yaptım.” dedi ve hızla gözden kayboldu.
Kenarları sarmaşıklarla dolu bahçede beni evin girişinde bulunan masaya davet ederek, arkasındaki küçük ofise girip form ve kalem getirdi. Hemen doldurmaya başladım.
Bu, kırk sorudan oluşan ve bazıları test sorusu olan ayrıntılı bir formdu. Kendi kendime, ‘İşe başvururken bile bu kadar ayrıntı istemiyorlar!’ dedim.
Soruların üçte biri sağlıkla ilgiliydi ve bu ilgimi çekmişti. Bahsettikleri olaylardan olsa gerek diye düşündüm. Biri kalp krizi geçirmişti herhalde. Eline formu alan bayan ofisin hemen yanındaki ahşap yapıya girerek arkasından kapıyı kapattı.
Etrafa göz gezdirmeye başlamıştım. Yemyeşil sarmaşıklar bahçenin ve evin her yanını sarmış, kuşlar neşeyle ötüyordu sarmaşıkların üstüne konarak. Ortalık kuş sesleri haricinde çok sessizdi ama dikkatimi çeken sadece kuş sesleri değildi. Daha dikkatli dinlediğimde, birbirine karışan tik tak seslerini hemen tanımıştım. Yaşayan zaman göstergeleriydi onlar ama benim ki maalesef yaşamıyordu. Elime saatimi alarak hüzünle bakıyordum. Kafamı kaldırıp sarmaşıkların üzerindeki kuşlara bakarken ‘Keşke tekrar çalışsan!’ diye içimden geçirdiğim sırada evin ikinci katındaki pencerenin aralanmış perdesinin arkasından bir an için birinin bana baktığını fark ettim. Soner usta olmalıydı.
O sırada yanıma gelen bayan, “Usta sizi kabul etti, buyurun!” diyerek bana yol gösterdi. İkinci katta karşıdaki odaya girmemi söyleyen bayan yukarı çıkmadan yanımdan ayrılmıştı.
Kapıya geldiğimde kapıyı tıklattım ama cevap veren olmadı. Kapıyı açarak içeri girdiğimde küçük bir odada asılı onlarca saatin birbirlerine karışan seslerini duyuyordum. Tek gözüne saatçi büyüteci takmış, kırlaşmış, dökülmeye başlamış saçları ve oldukça yaşlı bir çehresi olan ustayı ise elindeki küçük aletiyle bir saati incelerken bulmuştum. Kafasını yavaşça kaldırıp yeşil, yaşlı sol gözüyle bana bakarak,
“Otur bakalım genç, çekinme!” dedi.
“Merhabalar Soner Usta!” dedim kenardaki sandalyeye otururken. Bana gülen gözüyle dikkatlice bakarak yumuşak ses tonuyla konuşmaya başladı yaşlı usta.
“Evlat, ben Cevdet Usta’yım. Soner yeni yaptığım saatleri teslim etmeye gitti. Birazdan gelir. Onunla görüşmek istiyorsan on dakika bekleyeceksin. Burada bekleyebilirsin. Hem beklerken biraz sohbet edebiliriz.” dedi.
‘İşte şimdi kafayı sıyırdım herhalde!’ dedim içimden. Gözüm yavaşça bahçede uçuşan kuşlara, duvardaki saatlere ve sonra tekrar ustaya kaydı. İçime derin bir nefes çekip, “Aa! Bana sizin öldüğünüz söylenmişti!” dedim çekinerek.
Kafasını kaldırdı ve sağ gözündeki büyüteci çıkarıp ciddi yeşil gözlerini bana dikerek beni süzdü. Şaşkın halde ona bakıyordum. Sonrasında bir kahkaha patlattı sonunu öksürükle tamamlayıp. Önündeki içi yarı su dolu cam bardaktan biraz su içip kendini toparlayarak tekrar bana baktı.
“Hangi şapşal söyledi bunu sana?” dedi gülümseyerek.
“Etrafta sorduğum çoğu kişi sizin hakkınızda öyle söylemişti.” dedim.
“Hımm! Bu genel bir kanı demek ki. Bak evlat! Bizim burada yaptığımız iş nesiller boyu sürdürdüğümüz bir hadise. O yüzden her elini kolunu sallayan buraya giremez. Ben ise yıllardır dışarı çıkmadım çünkü işimi burada yapıyorum. Herhalde bunların etkisiyle öldüğümü zannetmişler. Bir ara mahalleye çıkıp kendimi göstersem fena olmayacak!” dedi.
Rahatlamıştım. Demekki asıl usta hayattaydı ve bu benim için çok iyi haberdi.
“Ben buraya aslında büyük dedemin saati için gelmiştim. Benim için dünyadaki her şeyden daha değerli ve herkese gösteremeyecek kadar tedirginim aslında. Bu yüzden iyi bir tamirci ararken tüm işaretler sizi gösterdi.”
“Saati görebilir miyim?” dedi merakla.
Saati ona uzattığımda gözleri parlamıştı.
“Ooo! Nadir bir parça bu! Bakalım nesi varmış?” diyerek arka kapağını eline aldığı küçük aletiyle dikkatlice kaldırdı. Sağ gözüne büyütecini takarak incelemeye başladı. Daha sonra bana dönerek başından geçirdiği o garip hikâyeyi anlatmaya başladı.
“Bu saat bana yıllar önce yaşadığım garip bir olayı hatırlattı. Henüz yirmidört yaşındaydım. Bir yandan saat tamirciliği işini babamdan öğreniyor, diğer yandan onun tamir ettiği saatleri müşterilere teslim etme görevini sürdürüyordum. Yeni evlenmiştim ve bir oğlum olmuştu ama talihsiz bir şekilde severek evlendiğim eşim Leyla’yı doğumda kaybetmiştim. İyice içime kapanmış, kendimi tamamen saat tamirine vermiştim. Acımı hafifletmenin başka bir yolu yoktu o an için.
Bir gün yine babamın tamir ettiği saatleri teslim etmek için yola çıkmış, yürürken bir çöp tenekesinin yanında yere devrilmiş çöplerin arasında, güneşle yansıyan bir obje görmüştüm. Daha yakından baktığımda, onun parçalarına ayrılmış bir cep saati olduğunu fark ettim. Hemen cebimden çıkardığım mendille parçaları toplamış, kapağın arkasına baktığımda onun S.W. Collier marka bir İngiliz saati olduğunu anlamıştım.
İnsanların nasıl olur da böyle değerli bir şeyi tamir ettirmek yerine sokağa atabileceğini aklım almıyordu. Onu sarıp cebime atarak yola koyuldum. Genelde basit saatleri tamir ederdim ama bu eski antika saatlerin tamirini ve inceliklerini yeni yeni öğrenmeye başlıyordum. İşimi bitirdikten sonra saati babama gösterdim. Babam çok eksik parça olduğunu ama vereceği parçalarla saati tamir edebileceğimi, ayrıca bunun benim için çok eğitici olacağını söylemişti.
Tüm parçalarını dağıtıp temizlemek iki günümü almıştı. Şimdi sıra toplamaktaydı. Babamın bana yıllar boyu öğrettiği işçiliği mükemmel bir şekilde sergiliyor, sabırla tek tek tüm parçaları birleştiriyordum. Saati tamamladığımda ikinci günün gecesiydi. Şimdi geriye tek bir şey kalmıştı, o da saati kurmak. Heyecanla saati kurdum. Bir saat tamircisi için dünyanın en büyük mutluluklarından biriydi tamir ettiği saati çalışır halde görmek.
Kurma düğmesini kapattım ve saniyeye baktım. Kurulduktan en geç beş saniye sonra çalışması gerekiyordu ama bir şey olmadı. Tekrar kurdum ama yine bir şey yoktu. Arka kapağını açarak, büyütecimi sağ gözüme takıp dikkatle baktım. Her şey olması gerektiği gibiydi. Gözüme hafif bir parlaklık çarpmış gibi geldi. ‘Acaba bilmediğim ve göremediğim bir şey mi var?’ diye düşünerek elle tutulan diğer büyük büyüteci, açtığım çekmeceden alıp bir daha baktım dikkatlice.
Çok küçük bir parlaklık gözüme çarpıyordu. Sağ gözümdeki büyüteç ve elimdekiyle çok daha güçlü bir görme açısı sağlayıp her ikisini kullanarak tekrar baktığımda, kurma kolunun kuruluktan sonra tekrar yerleştirilirken girmesi gereken yerde, mikroskobik boyutlarda pırlanta benzeri bir taş vardı ve kırmızı, hareket ediyormuş izlenimi veren bir maddenin üzerindeydi. Dikkatle bakarak elimdeki, çok ince maddeleri almak için tasarlanmış cımbızı o araya hareket ettirdim. Eğer onu oradan alabilirsem kurma kolu tam yerine oturacak ve saat çalışacaktı.
Madde çok küçük olduğu için onu alamadım. Daha da kötüsü onu iyice çukura itmiştim. Elimdekileri bırakıp saatin arka kapağını taktım. Şimdi yeniden hepsini sökmem gerekiyordu. Acele etmeyecektim. Nasılsa başarıyla toplamıştım. Tekrar saate bakarak ‘Keşke çalışsaydın!’ diye düşünürken saat masanın üzerindeki ellerimin arasında hafifçe kayar gibi oldu ve saatin kurma kolu masaya hafifçe çarparak yerine oturdu.
Gözlerimi açtığımda bir mağaradaydım. Oraya nasıl geldiğimi ve neler olduğunu hatırlamıyordum ama hatırladığım en son şey tamir ettiğim saatin kurma kolunun yerine ‘Tık!’ diye oturduğuydu. Mağaranın dışarıya doğru genişleyen ağzında, havadan gelen güneş ışınlarını fark etmiştim. Yavaşça ayağa kalktım. O sırada hemen yanımda yüzükoyun yatan cübbeli adama gözlerim takıldı. Yüzü görünmüyor, üzerinde kahverengi uzun bir elbise vardı. Ayakları çıplaktı ve sadece bir terlik giymişti.
Beni asıl şaşırtan ise bu ayakların yeşile yakın mor bir renkte, oldukça iri ve iki parmaklı oluşuydu. Morarma, ölmesinden kaynaklanmış olabilirdi ama bu ayaklar sanki bir adama ait değil de yaratığa aitmiş gibiydi. Kenarda ise ona ait olduğunu düşündüğüm yeşil bir gözlük ve üzerinde tabancaya benzer bir şey olan kemer vardı.
Dışarı doğru çıktım. Bir tepenin yamacındaydım. Aşağıda uzanan bir kilometrelik bir sahili ve arkasındaki ormanları görebiliyordum. Sonu görünmeyen durgun ve engin okyanusun üzerinde martılar oynaşıyordu. Sahil bomboştu. ‘Neredeyim?’ diye düşünürken kafamı gökyüzüne kaldırdığımda hayatımdaki en garip duyguyu yaşadım. Gökyüzünün her iki yanında iki güneş vardı.
‘Nasıl olur bu?’ diye şaşkınca etrafıma bakınırken martı sandığım kuşların aslında martı olmadığını anlamam çok uzun sürmemişti çünkü biri bana doğru hızla inişe geçmişti. Uzaktan küçük bir kuş gibi gördüğüm şey aslında üç dört metrelik dev bir canavar gibiydi. Bembeyaz tüylerinin arasından bana bakan korkunç kırmızı gözleri ve dev pençeleriyle yaklaşıyordu. Aklıma o anda gelen tek şey mağaradan içeri kaçmak olmuştu.
İçeri doğru fırlayıp kemeri kapmamla silaha benzer şeyi alıp içeri girmeye çalışan yaratığa ateşlemem bir oldu. Yuvarlak, kalın, mavi bir ışın silahtan çıkıp kuşu paramparça etmiş ama beni de geride ki duvara yapıştırmaya yetmişti. Yere çökmüş halde elimdeki silaha bakıp nasıl bir şey olduğunu şaşkınlıkla kavramaya başlamıştım. Hemen ayağa kalkıp kemeri belime sardım.
Henüz nerede olduğumu ve başıma gelenlerin ne olduğunu anlayamamıştım ama mutlaka çözecektim. Yerde bulunan ve rüzgâr geçirmez kenarları olan yeşil camlı gözlüğü de alarak mağaradan dışarı çıktıktan sonra küçük çalılıkların arasına saklanarak uçan yaratıklara görünmemeye çalışıp aşağı doğru yöneldim.
Sahile inip gözümü okyanus tarafına çevirdiğimde uçan yaratıkların gittiğini görmüştüm. Biraz rahatlayıp saklandığım çalılığın arasından çıkarak deniz kenarında yürüyüşe başladım. ‘Burada ne işim var?’ diye düşünüyor ve nasıl bu duruma geldiğimi çözmeye çalışıyordum. Gelen güneş ışınları gözlerimi rahatsız etmeye başlamıştı. Arkadan bir lastikle bağlı olan yeşil gözlüğü takmaya karar verdim. Gözlüğü gözüme taktığımda ise şaşkınlığım bir kat daha arttı. Gözlük bir çeşit makine gibiydi. Camda çeşitli koordinatlar, kendi kendine oluşan şekiller ve bilmediğim bir alfabede yazılar, sağ ve sol üst köşelerde ortaya çıkıyordu.
Gözlüğü tekrar çıkarıp kafamın üzerinde durmasını sağlayarak yürüyüşüme devam ettim. Birden denizin kabardığını hissettim. Sanki denizin altından büyük bir şey geliyormuş gibi denizin yüzeyi kabarmıştı. İşte o an yukarı doğru yavaşça çıkan dev, yuvarlak, koyu yeşil kafayı ve siyah renkteki büyükçe tek gözü gördüm. Bu uçan canavarların ortadan yok oluşunu açıklıyordu.
Bana doğru gözlerini dikmiş, denizden yükselmeye devam ediyordu. Etrafındaki kabarıklıktan deniz canavarının devamının geleceğini anlamıştım. Canavarın kenarlarından yavaşça yükselen vantuzlu uzun kolları onun dev bir deniz ahtapotu olduğunu gösteriyordu. Şaşkınlığımdan bir an sıyrılıp hemen arkamı sahile vererek koşmaya başladım ama canavarın kollarından biri çoktan denizden sahile doğru uzanmış, üzerime doğru yönelmişti.
Kafamı çevirip baktığımda dev kolun üzerime doğru geldiğini fark ederek kendimi sağa doğru fırlattım. Yuvarlanarak son anda bu saldırıdan kurtuldum. Fazla vaktim yoktu. Hemen ayağa kalkıp yüz metre ötedeki ağaçlığa sığınmalıydım. Yeterince uzaklaşırsam o, denizden çıkamazdı ve böylece kurtulabilirdim. Bir an arkamı döndüğümde çok fena yanıldığımı anladım. Bu, insanın hayallerinin ötesinde bir durumdu ve hiç tanımadığım bu vahşi yerde garip yaratıklarla mücadelem devam ediyordu. İşin ilginç yanı garipliğin sonu hiç gelmiyordu neredeyse.
Dev ahtapot öndeki iki kolunu vantuzları üste gelecek şekilde yatırmış, vantuzların içinden benim iki katım büyüklüğünde karafatmalara benzeyen siyah böcekler dışarı çıkıyordu. O an gerçekten aklımı yitirecek gibi olmuştum. Ormana neredeyse girmiştim ve arkamdaki sahilde bir böcek ordusu beni yakalamak için peşime düşmüştü. Kurtulma ümidimi yitirmek üzereyken, elimi birinin tuttuğunu fark ederek ona baktım.
Neredeyse bayılacaktım çünkü elimi tutan, yarı çıplak, yerli kıyafetleri içinde, kıvırcık, siyah saçlı, koyu kahverengi gözleri, kalın etli dudaklarıyla bana bakıp aceleyle bir şeyler söyleyen ve tıpatıp ölen eşime benzeyen bir kadındı. Beni çekti ve anlamadığım bir dilde konuşup hızla ormanın içine doğru koşmaya başladı. Hemen peşine takılıp onu takip etmeye başladım. Beni kurtarmaya geldiğini anlamıştım. Bir yandan koşuyor bir yandan da peşimize takılan siyah iğrenç böceklere bakıyordum.”
Cevdet Usta yaşlı gözlerini bana dikti hikayesini anlatmayı durdurarak. “Neden bize birer çay almıyorsun? Boğazım kurudu anlatırken. Hem çayımızı içeriz, hem hikâyeye devam ederiz. Ben de bu arada saatini temizlemeye başlayayım.”
“Tabii!” dedim hemen kalkarak. Gerçek şu ki aklım ya hiç yerinde değildi ya da burada çok tuhaf şeyler oluyordu. Önce ustanın haytta olduğunu öğrenmiştim ki dışarı çıkmama hikayesi pek de yutulacak cinsten değildi. Şimdi de ölmüş olması gereken bu yaşlı adam, durumun tuhaflığından çok daha garip olan bir hikaye anlatıyordu bana. Hem şaşırmış hem de ürkmüştüm ve saatim içeride olmasa orada bir dakika bile durmayacaktım ancak geri dönmem gerekiyordu.
Sözüne devam eden usta, “Aşağıda, Selma Hanım’a söyle! O sana yardımcı olur ve genç, mutlaka geri gel çünkü hikayenin devamını anlatacağım!” dedi gülümseyerek.
Odadan çıkıp aşağı doğru dar, ahşap, gıcırdayan merdivenlerden inerken neden “Mutlaka geri gel!” dediğini düşünmeye başlamıştım. En nihayetinde iki bardak çay alıp geri dönecektim ve öyle demesine gerek yoktu. ‘Gerçekten tuhaf bir adam şu Cevdet Usta!’ diye düşünerek Selma Hanım’ın yanına gittim. Ustanın gönderdiğini ve çay istediğimizi söyledim.
Selma Hanım gülümseyerek çayı yeni demlediğini ve şanslı olduğumuzu söyleyip çayları koyarken bana döndü ve “Biliyor musun? Usta çok nadir çay içer müşterileriyle. Senden hoşlanmış olmalı!” dedi.
Gülümseyip çayları aldıktan sonra yanından ayrılarak elimde çaylarla odaya girdim ve kapıda öylece kalakaldım. Çünkü karşımda o, neredeyse doksan yaşında diyebileceğim kır saçlı adam gitmiş, kafasının ortası kel olan ellilerinde görünen daha genç biri gelmişti. Bir kat daha artmış olan şaşkınlığımı gizleyerek yavaşça çayı koyup oturdum.
“Neredeyse bitti!” dedi genç usta. “Kurma kolunun arasına çok küçük parlak bir cisim, muhtemelen bir cam kırığı girmiş ve kurma kolu yerine oturmuyordu. Almak için hepsini sökmem gerekecekti. Neyse ki çıkarabildim onu oradan!”
Tam durumu açıklayacaktım ki aklıma onun Cevdet Usta’nın oğlu olduğu geldi ve “Soner Usta, babanız ne kadar zaman oldu öleli?” diye sordum. Nefesimi tutup vereceği cevabı bekliyordum. Birçok insan burada olanlardan aklını kaçırabilir ve kaçabilirdi ama ben soğukkanlı olmayı seçip incelemeyi uygun bulmuştum. Ya ben kafayı üşütmüştüm ya da burada gerçekten garip olaylar oluyordu.
“Cevdet Usta, yani babam öleli yirmi beş yıl oluyor.” dedi arkadaki tabloya dönerek.
Gözüm arkadaki tabloya takılmıştı. Yeşil, zeki ve canlı gözlerle bakıp hafifçe gülümsüyordu Cevdet Usta. Ne demişti ben odadan çıkarken? “Mutlaka geri gel!”

1 Beğeni

BİR SANİYE GÜNCESİ
2.BÖLÜM

Aradan iki gün geçmişti ve yaşadığım o garip olay aklımdan çıkmıyordu bir türlü. Sonradan düşündüğümde aklıma takılan sorular beni rahat bırakmamıştı. Vizelere on gün vardı ve derslere odaklanmam gerekiyordu. Kitaplar önümde bana bakıyor, ben ise masamın üstüne koyduğum saatime bakıyordum dalgınca. İstanbul Teknik Üniversitesi’nde okuduğum fizik bölümü çok ağır bir bölümdü ve bir dönem kaybetmiştim. Üçüncü yılımda çok çalışmama rağmen halen alttan derslerimi vermeye uğraşıyordum. Çok sıkı çalışmam gerekiyordu ama bu olay beni çalışmaktan alıkoyuyor, zihnimi meşgul ediyordu.
Saatçinin odasına sonradan girişimi ve karşıma çıkanın Soner Usta oluşunu hatırlıyor, düşündükçe bunun nasıl olduğunu anlamaya çalışıyordum. Hiçbir mantıklı açıklaması yoktu bunun. Bir hayaletle konuşmuştum ya da ben öyle olduğunu zannetmiştim. Aklım bana bir çeşit oyun mu oynuyordu? Soner Usta’nın orada olduğunu ilk durumda nasıl fark etmemiştim? Bir yerde zihnimde bir kopukluk olmuştu ve sanırım bana söylenenlerden çok etkilenip kendimi hayali bir dünyaya sürüklemiştim. Bu olabilir miydi? Acaba aklımı mı yitiyordum? Şimdi oraya gidenlerin başına gelenleri merak etmiştim. Acaba akıl hastanesine yatan var mıydı aralarında? Peki ya o hikâye neydi? Cevdet Usta nasıl bir dünyaya girmişti? Böyle bir şey olabilir miydi? Oradan ayrılırken düşündüğüm tek şey ustanın hikâyesi ve nasıl devam edeceğiydi ama şimdi olayları daha net düşününce aklımı yitirmekten korkmaya başlamıştım.
Böyle sorular sorarak vakit kaybettiğimi biliyordum. Bilinçaltımın bana bir oyun oynadığını kabul etmeye başlamıştım. Aklım beni böyle bir olayın içine sürüklemiş ve gözüm açıkken bir rüya görmemi sağlamıştı. Bunun ne zaman olduğunu hatırlamıyordum ama böyle olmalıydı. Bu şekilde düşünmem beni rahatlatmış ve saatime baktığımda onun çalışır olduğunu görmek beni mutlu etmişti. Aradan geçen on günde iyice derslerime odaklanıp vizelere çalışmış ve iki hafta sürecek maratona hazırlanmıştım.
Vizeler bitmiş ve benim için çok başarılı geçmişti. Bunu kutlamak için bölümden arkadaşlarla eğlenmeye güzel bir bara gitmiştik ve gecemize renk katması için içkilerimizi mideye yuvarlamıştık. Kafam çok güzel olmuş, eve kendimi zor atmış ve elbiselerimle uyuyakalmıştım.
“Neredesin? Yardım et? Neredesin? Kimse yok mu? Yardım et!” diyordu koyu yeşil, yapışkan bir sıvıyla kaplanmış duvarın içindeki bir çift siyah göz bana bakıp fısıldayarak.
“Tik tak tik tak tik tak tik tak tik!”
Bir anda yataktan fırladım. Karanlıktı ve çok korkmuştum. Ellerimle yüzümü ovuşturdum. Çok garip, iğrenç bir kâbustu. O gözler, o gözler aklıma geliyordu hala. Koyu yeşil ve siyaha çalan duvarın içinden çaresizlik ve dehşetle bakan o siyah gözler, beni çağırıyor ve bana fısıldıyordu kısılmış sesiyle ama hiç zaman kalmamıştı. Tik tak seslerini ise nerede olsa tanırdım. Bu benim saatime has inceden gelen bir sesti. Hemen kalkıp odamın ışığını yaktım ve masada duran saatime baktım. Saat gece 04.50’yi gösteriyordu ama bir fark yok muydu? Saatim durmuştu ve ben bunu rüyamda hissetmiştim.
Şaşkınlıktan küçük dilimi yutacaktım neredeyse. Yine başlıyorduk ve bu sefer gerçekten korkmaya başlamıştım. Acaba tekrar gitmeli miydim oraya? Ya yine garip şeyler olursa? Kendimi toplamam gerekiyordu. Elimi yüzümü yıkadıktan sonra bilgisayarımı açarak, psikolojik hastalıklarla ilgili şeyleri okumaya başladım. Aslında hiç yabancısı değildim bu konunun. Bir yandan kendime çok içtiğimi hatırlatıyor, bu yüzden kâbus görmemin normal olduğunu düşünüyordum ama bu saatimin durduğunu rüyamda nasıl hissettiğimi açıklamıyordu.
Sabah çok erken saatte attım kendimi yola. Karar vermiştim ve tekrar gidecektim o saatçiye. Kendime sürekli aklımın yerinde olduğunu ve bir şey olmayacağını hatırlatıyor ve sakin olmam gerektiğini düşünüyordum ama oraya gitmeden önce tekrar o eski üstatları görecektim. ‘Usta hakkında daha fazla bir şey öğrenebilir miyim?’ diye merak ediyordum.
Sabah güneşi yeni göstermişti kendini Beyoğlu’nun karo kaplı yollarında. Kuşlar sessizce uçuşuyordu tıkırtılarla çalışıp yanımdan geçen eski tramvayın üzerinde. Dar sokaklara girmiş ve üstatları gördüğüm sokağı arşınlıyordum ama hiçbiri yoktu ortalıkta. Küçük bir marketin önünde kâğıt helva ve simit satan kır, pala bıyıklı yaşlı amcaya yanaşıp onların nerede olduğunu sorduğumda aldığım cevap beni şok etmeye yetmişti.
“Haa! Onları soruyorsun! Evlat, altmış yıldır bu sokaklardayım. Ben daha çocukken onların burada olduğunu hatırlıyorum. Çoğu ressam ve şairdi. Artık onlar gibi sanatçılar kalmadı. Ne yazık!” diye hayıflanıyordu. Ben ise aklımı oynatmaya az kaldığını düşünmeye başlıyordum.
Yine de yapmam gereken bir şey daha vardı. Eğer bunların hepsini ben uydurduysam nasıl oluyordu da o sanatçıları biliyordum? Saatçiye gitmeliydim. Eğer orası da düşündüğüm gibi değilse kesinlikle bu işi bırakıp hemen bir doktora gidecektim. Henüz hiç kimseyle paylaşmamıştım bu durumu. Zaten paylaşsam bile, daha ben olanlara inanmazken bana kim inanırdı?
Saatçinin evine giden dar sokağa girdim ve evin önüne gelip kapıya bakakaldım. Bayılmama ramak kalmıştı çünkü o eski koyu kahve tonlu kapı yoktu. Yerine cilalanmış açık renkli ahşap bir kapı vardı ve kapının üzerinde yazan yazı yerine büyük bir tabela asılıydı.
‘Bu Ev Asırlık Saatçi Ustası Cevdet Ustanın Anısına Oğlu Soner Usta Tarafından 1955 yılında Restore Edilmiş ve Müze Haline Getirilmiştir. Giriş Serbesttir. Lütfen ustanın anısına hürmeten hiçbir şeye dokunmayınız. Ziyaret günleri!’
Daha fazlasını okumaya gerek yoktu. ‘Zaten olan oldu, artık kafayı yediğim resmileşti!’ dedim kendi kendime. İçimden gülmek gelmişti ve deliliğin başka bir emaresi daha diye düşünmeye başlamıştım. Ne kadar kaçarsam kaçayım deliliğin beni yakalaması bir başkasını yakalamasından çok daha kolaydı ne de olsa.
Yirmi bir yaşında, üçüncü denememden sonra üniversite sınavında iyi bir bölüm kazanarak okumaya başlamıştım. Okuldaki ikinci senemdi ve emekli Pilot Binbaşı olan babam hiç anlamadığımız bir şekilde, hükümete darbe iddialarıyla diğer tüm emekli ve çalışan üst düzey ordu mensupları gibi içeri alınmıştı. Tüm ailemiz ve hayatımız bir anda didik didik edilmişti. Avukat tutmuş ve babamı çıkarmak için çok uğraşmamıza rağmen tüm görüşme kanalları kapanmış ve sadece sorgulanma safhasında olsa bile onu içeride dört aydan fazla tutmuşlardı.
Davası sürüyordu ama babama karşı darbe iddialarını destekleyecek hiçbir delil bulunamamıştı. Bu zaman sonunda kalbi rahatsızlanmış ve ona revir izni alınmıştı. Hastanede tedavisi olduktan sonra tekrar sorgulanma için geri dönerken onu tutuklu tutan ekipten bir ricada bulunmuşlar ve onlar da sadece bir kereliğine böyle bir şeye izin verebileceklerine söylemişlerdi. Babamın yanında olan avukatı beni cep telefonumdan aramış, babamın beni görmek istediğini ve müsait olduğumda okulun hemen dışına çıkmamı söylemişti. Dava sürecinde ailem ve benim onu bir kereliğine bile görmemize izin vermemişlerdi.
Hemen dersten çıkıp okulun çıkışına doğru yöneldim. Kapının önünde, biraz ileride yolda duran polis minibüsünden çıkan iki polis ve avukatın yanında araçtan inen babamı gördüğümde, ilk hissettiğim özlem ve hüzündü.
Babamı hem çok severdim hem de ona hayrandım. Kariyeri başarılarla dolu örnek bir askerdi. Büyük dedem ve dedemden sonra o da asker olmaya karar vermiş ve dedemi örnek alarak pilot olmuştu. Dedem ise babam kadar uzun yaşayamamış, otuz yaşında bir uçak kazasında kullandığı savaş uçağıyla dağa çarparak ölmüştü. Ben de onların izinden gitmek istediğim halde gözlerimdeki ufak rahatsızlıktan dolayı sağlık raporunu alamamış ve üniversiteye girmeye karar vermiştim.
Babam, oldukça uzun boylu ve geniş yapılı bir bünyeye sahipti ve askerlik kariyeri boyunca her olayda dimdik ayakta kalmış, diğerlerine liderlik etmişti ama şu an karşımda sanki o dağ gibi adam gitmiş yerine on yaş daha yaşlanmış ve çökmüş biri gelmişti. Haksız yere içeride geçirdiği o süre boyunca çok yıpranmıştı.
Benim ise onu bu halde gördüğüm için hüznüm bir kat daha artmış ve biraz da sinirlenmiştim. Vatanını canı pahasına koruyan askerleri vatan haini olarak göstermek için o insanların hayatlarını mahvetmelerini anlayamıyordum.
Babam beni görünce biraz heyecanlanmış ve gözleri yaşarmıştı. Ona yaklaşarak sarıldım. Bana sarılıp daha sonrasında alnımda öpen babam hiç konuşmamıştı o ana kadar. Tam bana bir şeyler söylemek için ağzını açtığı an elini kalbine götürdü ve yavaşça yere doğru yığıldı. Ben ve diğer iki polis onu tutmak istemiştik ama vücudunu bırakmıştı artık. Memur hemen telsizle anons edip ambulans çağırmış, babam ise bir eli kalbinde diğer eliyle elimi sıkıca tutmuştu. Bir şey söylemek istiyordu. Bir elimle onu sarıp iyice yaklaştım. Bir yandan ağlıyor diğer yandan onun yaşlı gözlerine bakıyordum. Bana bakarak,
“Seninle gurur duyuyorum oğlum! Annene iyi bak! Vatanını! Koru!” dedi ve son nefesini verdi.
Babam, kahramanım, o tapılası adam, kalp krizi geçirmiş ve ellerimde can vermişti. Acım çok büyüktü ve bir türlü kendime gelemiyordum. Durumu haber alan ailem hemen toplamış ve babamım cenazesini kaldırmışlardı. Ben ise okulumu bir dönem bırakarak ailemin yanına gelmiş ve psikolojik tedavi görmüştüm. Gerçek şu ki babamın ölümü beni derin bir sessizliğe sürüklemiş ve bir süre dış dünyayla bağımı koparmıştı.
Kendime geldiğimde aradan beş ay geçmiş ve tekrar okuluma dönebilmiştim ama kafamda çözümleyemediğim bir sürü soru oluşmuştu. Bazen rüyamda onu görüyor ve çok acı çektiğini hissediyordum. Babamın son sözü aklımdan çıkmıyordu bir türlü ama ne yapacağımı bilmiyordum. Her şeyden önemlisi ise okulumdu ve kendimi sadece eğitime adamıştım.
Şu an başıma gelen olay ise henüz tam olarak kendime gelemediğimin bir işareti olmalıydı. Aklım bana bir çeşit oyun oynuyordu. İlk önceleri bu duruma aldırmamış, hikâyenin devamını merak etmiştim ama şimdi bunun bozulmuş psikolojik halime ne kadar uyduğunu kavramıştım.
‘Ne olacaksa olsun!’ diyerek kapı tokmağını çevirip kapıyı açtım ve bahçeye adımımı attım. Sarmaşıklar her tarafı iyice sarmış, evin bahçesinde kocaman bir gölge oluşturuyor, yapraklarının arasından süzülen güneş ışınları yere küçük birer nokta olarak düşüyordu. Yavaşça ilerleyip açık olan dış kapıya geldim.
İçeriye girdiğimde elindeki çalı süpürgesiyle yerleri süpüren beyaz yemenili genç kadın bana bakarak, “Beyefendi şu an ziyaret saati değil!” dedi sakince.
“Biliyorum. Affedersiniz! Sadece bir göz atıp gideceğim eğer sakıncası yoksa?” dedim.
“Tamam! Ama sadece on dakika. Çünkü kapıyı kapatmam gerekiyor.” dedi.
Zaten çok kalmayacaktım. Alt katta, camekânların içindeki saatleri gördüğümde garip bir his uyanmıştı içimde. ‘Cama hapsedilmiş saatler ya da zamanı hapseden camlar!’ diye düşünmüştüm birden.
Yavaşça yukarı çıkan merdiven basamaklarını geçiyor ve duvardaki resimlere bakıyordum. Cevdet Usta ve diğer ustalar resmedilmişti birer birer. Cevdet Usta’nın ofis kapısı yerinden çıkarılmış ve holün sonundan içerisi görünüyordu. Sırtımdaki tüylerin diken diken olduğunu hissediyor ve içeri girmeye çekiniyordum. Hala aklım biraz yerindeyken hemen oradan uzaklaşmam gerektiğini düşünmeye başlamıştım. Açıkçası bayağı ürküyordum.
İçeri girdiğimde duvardaki saatler aynı yerlerini korumaya devam etmişlerdi. Küçük masanın arkasında Cevdet Usta’nın resmi her zaman ki gibi zeki bakışlarını fırlatıyordu. Sanki bir şey anlatmaya çalışıyordu bana. O an resme bakarken tüm endişelerim ve korkularım gitmiş, yerini meraka bırakmıştı. Yavaşça resme yaklaşıp elimle tabloya dokunarak, “Neler oluyor usta?” diye fısıldamıştım.
Elimle tabloyu biraz ittirmiş olmalıydım çünkü elimi çektiğimde duvarda asılı duran tablo hafifçe sallandı. Yerinden çıkarak düşmeye başladığı an sağ elimle son anda yaptığım bir refleksle tabloyu üzerinden tutmayı başardım. Dengemi korumak için de tüm ağırlığımı duvara dayadığım sol elime vermiştim. Sol elimi duvardan çektiğimde duvarın içeri doğru hafifçe göçmüş olduğunu fark ettim. Sıvalar yere dökülmüştü. Ne kadar zayıf bir duvar örmüşler diyerek tabloyu iki elimle kaldırıp yerine asmaya hazırlanıyordum ki henüz anlayamadığım bir his beni durdurdu.
Yavaşça tabloyu bırakarak göçük kısmın biraz sağına işaret parmağımın dış kısmıyla tıklattım. Ses çok tok ve kalındı. Tekrar göçüğün olduğu yere tıklattığımda çok az sıvı daha dökülmüş ve çok ince bir ses almıştım. Artık içgüdülerim yönetiyordu beni. Sağ elimin ayasıyla göçüğe vücudumun da ağırlığını vererek bastırdığımda, hafifçe içeri doğru bükülmüş olan duvarda ufak bir delik açılmış ve bu beni heyecanlandırmıştı. Diğer elimin yardımıyla deliği zorlayıp kolayca genişlettiğimde karşımda, duvara gömülü ahşap, gizli bir çekmece gördüm.
Resme bakarak ustanın benimle bir şekilde bağı olduğunu hissediyordum ya da akıl sağlığımı çoktan kaybetmiş ve şu an olanları zihnimde yaşıyordum. Çekmeceyi çekerek içinde eski, sarı, işlemeli bir kapakla kaplanmış, sararmış not kâğıtlarını bulmuştum. Kapağın üzerinde ise şimdiye kadar görmediğim güzellikte olan bir el yazısıyla ‘Bir Saniye Güncesi’ yazıyordu.
Kapağı açıp baktığımda, ilk not sayfasının üzerinde Cevdet Usta’nın ilk sözleri yazılıydı.
‘Benim esbâb’ı ekdârnım, rüyamda vuku bulan!’
“Beyefendiii!”
O an hizmetçiyi tamamen unutmuştum. Sesini duyduğumda hemen toparlandım. Güncenin kapağını kapattıktan sonra kemerimi genişleterek günceyi pantolonumun arasına sıkıştırıp kemerimi daralttım. Üzerimde olan siyah rüzgârlığımın önünü kapatarak fark edilmemesini sağlayacaktım. Aceleyle Cevdet Usta’nın resmini astıktan sonra merdiven basamaklarından çıkan ahşap gıcırtılarını duyarak hizmetçinin yukarı çıktığını anlayıp odadan çıktım.
Genç kadını merdivenin başında görünce, “Çok teşekkür ederim! Biraz beklettim sizi! Okulda bir tez için ustanın hayatını araştırıyorum da! Daha sonra açık saatlerde geleceğim!” dedim soğukkanlılığımı korumaya çalışarak. Yanından yavaşça geçerek merdivenlerden inip kendimi dışarı, Beyoğlu sokaklarına attım.
Sokakta hızla yürüyüp biraz uzaklaşınca günceyi çıkardım ve kapağına bakarak düşünmeye başladım. Bu günce de neyin nesiydi? Saatle ve benim başıma gelen olayla bir ilgisi var mıydı? Eğer burada o hikâyeyi ve olayları bulursam bu benim ustayı gerçekten gördüğüm anlamına mı geliyordu? Aklıma gelen sorular bitmek bilmiyordu. Üst üste gelen onlarca düşünce ve soru zihnimin altüst olmasına neden olmuştu.
Bir süre düşünmemeye karar verdim. Sadece günceye ve bundan sonra olacaklara odaklanacaktım. Çok korkup, şaşırdığım halde sürekli karşıma çıkan yeni olaylar merakımı kaşıyor ve beni içine sürüklüyordu. Günceyi okumak için sakin bir yere ve Osmanlıca bir sözlüğe ihtiyacım vardı. Bunu yapabileceğim tek yer olan okul kütüphanesine gitmeye karar verdim.
Kütüphaneye gittiğimde görevli haricinde çok az kişi vardı içeride. Görevliye kaydımı yaptırdıktan sonra sözlük bölümüne gitmek istediğimi söyleyip oradan ayrıldım ve görevlinin bana tarif ettiği, kütüphanenin ikinci katındaki soldan üçüncü koridora gidip sözlüklerin olduğu geniş rafa bakmaya başladım. Biraz bakındıktan sonra aradığım Latince’ye çevrilmiş ‘Yeni Osmanlıca Türkçe Sözlüğü’nü bulmuş, sakin bir okuma bölmesine oturup çeviri yaparak okumaya başlamıştım.

1 Beğeni

DEHŞET DUVARI
3.BÖLÜM

Kederimin sebebi, rüyamda, beni geçmişte yaşadığım o acı olaya götüren durumu tekrar yaşamış olmamdı. Bu satırları o saati tekrar gördüğüm anda hissettiğim duygularla yazıyorum.
Acı, keder ve pişmanlık tüm ömrüm boyunca içime hapsettiğim hisler ve buna sebep olan, yıllarca sakladığım sırrımın, içimde büyüyüp kocaman bir yara haline getirdiği acaba sorusuna yanıt bulamamış olmam. Acaba tekrar dönebilir miydim o garip dünyaya? Tekrar dönüp onu kurtarabilir miydim?
Yaşadığım acıyla hareket edip hemen kurtulmak istemiştim, gece gündüz, tüm zorluklara rağmen tüm parçalarını temizleyip birleştirdiğim o saatten. Beni farklı bir diyara gönderdiğine inanmayıp, beni acı bir kâbusa sürüklediğini sanmıştım. Hayatım boyunca kullanamayacağım o dili tekrar tekrar konuşup bunun bir kâbus olmadığını anladığım an ise, oraya dönmek istemiş ama bunu başaramamıştım.
Kendimi dışarı kapattığım tüm ömrüm boyunca bu sırrımı ilk kez, gözlerinde sevdiği birini kaybetmenin acısını ve kederini gördüğüm o genç delikanlıyla rüyamda paylaşıyordum.
Bu yazıları okuyan olursa, yaşadığım ve beni ömrüm boyunca etkileyen bu durumun senin de başına gelmiş ya da gelecek olmasıdır. En azından ben öyle olmasını umuyorum. Çünkü eğer bu olursa benim başıma gelmiş olan şey gerçekten yaşanmış ve sorumun cevabı bulunmuş olacak. Artık sırrımı paylaşmaktan korkmuyorum.
Cevdet Usta’nın öyküsünün devamı;
Bir yandan koşuyor bir yandan da peşimize takılan siyah iğrenç böceklere bakıyordum. Sık ağaçların arasından, üzerimize çarpan dal parçaları ve dev yapraklara aldırmadan hızla koşuyorduk. Böcekler inanılmaz hızla hareket ediyor ve gitgide bize yetişiyorlardı. Yerli kız önce bana baktı, sonra anlamadığım dilde bir şey söyleyip koşmaya devam etti. Ağaçların arasından ufak bir açıklığa gelmiştik. Arkama baktığımda böceklerin ağız kısmından dışarı doğru uzanan üçgen kıskaçlarını ve ağızlarından yere doğru damlayan, insanı tiksindiren koyu kahverengi salyalarını görüyor, kıskaçlarının birbirlerine vuruşlarını duyabiliyordum.
“Tıkıçak! Tıkıçak! Tıkıçak!”
Açıklığa girdiğimizde büyük bir ağaç dalına bağlanmış, aşağı sarkan, uzun, dört beş halatı gördüğümde onun bana söylemeye çalıştığı şeyi fark etmiştim. Bulunduğumuz yer hafif bir tepeydi ve aşağıdan on metre yukarıda kalmıştık. Halata tutunup aşağı doğru atlamamız gerekiyordu. Bana halatı gösterip tutmamı işaret ettikten sonra halatı sıkıca bileğine dolayıp kendini aşağı doğru bırakmış ve yaklaşık on beş metre süzüldükten sonra yuvarlanarak yerdeki çalılığa atlamıştı. Sıra bendeydi. Hayatımda şimdiye kadar hiç bu denli hareket etmemiştim. İpi onun tuttuğu gibi tutmaya çalıştım. Arkama baktığımda en öndeki böceğin çok yaklaştığını fark etmiştim. Artık korkacak bir şey yoktu. Ya atlayacak ya da böceğe canlı bir yem olacaktım. Gözlerimi kapatıp ipe sıkıca tutunarak kendimi bıraktım.
Gözlerimi açıp kendimi yere bırakarak dizlerimin üzerine düşmüştüm ve canım çok yanmıştı ama yerdeki çalılığın yumuşaklığı bir yerimi kırmama engel olmuştu. Yerli kız kolumdan tutarak beni kaldırıp kolumdan çekti ve koşmaya başladı. Arkama tekrar baktığımda en öndeki böceklerden bir kaçının yeri boyladığını ve can çekiştiğini görebiliyordum. Diğerleri tepenin başında durmuş, kıskaçlarını birbirlerine vurmayı bırakmışlardı. Hızla ağaçların arasından yolumuza devam ettik.
Sık çalıların arasından ufak bir açıklığa gelmiştik. Karşımızda, dağ eteğinin altında hafifçe oyulmuş, iki metre uzunluğunda bir kaya parçası vardı. Kayanın sağ üst köşesinde oyulmuş bir el şekli dikkat çekiyordu. Yerli kız sağ elini kaldırarak şeklin üzerine elini koydu ve şeklin içinden yeşil bir ışık yandı. Bir anda önümüzdeki kayanın hızla sağa doğru açıldığını gördüm. Elimden beni içeri çekerek dağ içinde oyulmuş ve kenarlarında ufak sarı lambalarla aydınlatılmış bir yola girmişti. Bir saniye sonra kayadan yapılmış kapı kendi kendine kapanmıştı. Burası bir sığınak olmalı diye düşünüyordum ama girişteki el basma olay çok garipti. Nasıl bir teknolojiydi bu? Aklım almamıştı.
Girdiğimiz tünelin sonunda metal bir kapı ve hemen yanında yine bir el işareti vardı. Elini oraya basarak kapının ortadan iki yana açılmasını bekledikten sonra küçük, kapalı bir odaya girdik. Bu bir asansör olmalıydı. Adını duymuş ama şimdiye kadar hiç asansöre binmemiştim. İçeri girdikten sonra kapının kenarındaki aşağı yönü gösteren ok işaretine basmıştı yerli kız. Hafifçe hareket ettiğimizi hissetmiştim.
Nereye gittiğimiz ve ne olacağı hakkında hiçbir fikrim yoktu ve korkmaya başlamıştım. Şimdi ne olacaktı? Bu, eşimin tıpatıp benzeri olan kız kimdi ve neden bana yardım ediyordu? En önemlisi ben neredeydim? Buraya nasıl geldiğimi hatırlıyordum. Birden saat aklıma gelmişti ve elimi fark etmeden cebime götürmüştüm. Saat oradaydı. Nasıl oluyordu bütün bunlar? Ya delirmeye başlamıştım ya da bu bir kâbustu ve ben ne zaman uyanacağımı bilmiyordum.
Yerli kız arkasını asansörün duvarına yaslayarak derin bir nefes aldı ve bana gülümseyen gözlerle bakarak tebessüm etti. Kıvır kıvır olan bukleleri yüzünün yarısını kapatmış ve alnında oluşan terler gözüne düşüyordu. Eliyle alnının silerek bana bir şeyler söyledi ama anlayamıyordum. Ürkekliğimi fark etmiş olacak ki iki eliyle elimi tuttu ve gözlerimin içine bakarak bir şeyler söyledi. Sanırım sakin olmamı ve korkmamamı söylüyordu. Onun gözlerine bakınca ölen eşimi ne kadar sevdiğimi ve özlediğimi hatırlamıştım. Moralim bozuk olduğum zaman o da aynen bu şekilde elimi tutarak beni sakinleştirir ve her şeye beraber göğüs gereceğimizi söyleyerek bana destek çıkardı.
Yerli kızın sıcaklığı beni çok etkilemiş ve o an için endişelerimden uzaklaşmıştım. Asansör durdu ve kapı açıldı. Yine bir koridora girmiştik ama bu sefer ışıklar çok daha canlı, beyaz renkteydi ve kayalık alan gitmiş, yerini bembeyaz bir duvar almıştı. On metrelik koridorun sonundaki oval kapı biz önüne geldiğimizde kendiliğinden açılmış ve ben şaşkınlıktan kalakalmıştım. Daha neler görecektik acaba?
Kapıdan içeri girdiğimde ise küçük dilimi çoktan yutmuştum. Yerin kaç metre altında olduğumuzu bilmiyordum ama gördüğüm şey tüm insanlığın hayal gücünün ötesindeydi. Şimdiye kadar bir rüyada olduğuma inanıyordum ama karşıma çıkan garip teknolojik kapılar ve şimdi de bu yer altı dünyası, bunun bir rüya olmadığının apaçık bir kanıtıydı.
Devasa bir yerdi burası. Çıktığımız kapının yanında, sağında ve solunda yüzlerce kapı girişi vardı. Farklı kıyafetlerde binlerce insan girip çıkıyordu bu kapılardan. Yukarı baktığımda ise yükseklik, zeminden yaklaşık elli metreydi ve tepede çerçeveli dev camlardan içeri süzülen güneş ışıkları kayalardaki uzun lambaların da yardımıyla ortalığı aydınlatıyordu. Ortada, üzerinde kırmızı artı işareti olan uzun, ufak bir bina vardı ve sağlıkla ilgili bir yer olmalıydı. Yaklaşık iki kilometre olduğunu tahmin ettiğim bölgede, kenarlardan yukarıya doğru çıkan yaklaşık otuz kadar hareketli merdiven vardı ve dağların içine oyulduğunu tahmin ettiğim yüzlerce kapısı olan küçük evlere gidiyordu. Tam olarak sayamamıştım ancak burada neredeyse yirmi kat bulunuyordu.
Sağlık evinin yanında, şeritle çevrilmiş oyun alanında yaşları beş ile on arası değişen çocuk grupları ve başlarında duran şey dikkatimi çekmişti. İlk bakışta anlamamıştım ne olduğunu ama dikkatlice bakınca bunun yetmiş santim boyunda beyaz metalden yapılan bir robot olduğunu fark ettim. Gözlerinin olduğu yerden çıkan ışıklardan bir şeyler gösteriyordu çocuklara.
Bir yandan yerli kızı takip ediyor bir yandan şaşkınlıkla gözlemliyordum ortamı. Sağda, bir bara benzeyen yerde insanlar oturmuşlar ve kendilerine servis yapan uzun boylu ve uzun kollu mavi robotu bekliyorlardı. Barın önündeki sandalyelere oturanlara ise kafasının üzerinde tepsi olan elli santimlik, kolsuz diğer robotlar servis yapıyordu. Biraz ileride, önünde gümüş rengi zırhlı robotlara benzeyen iki metrelik dört muhafızın bulunduğu bir bina vardı. Ellerindeki silahlar büyük ve uzundu. Robotlardan ayırt ettiğim tek yanları ise kasksız kafalarını görmemdi.
Binaya doğru gittik ve muhafızların bize yol vermesiyle kendi kendine açılan kapıdan içeri, uzun bir hole girdik. İlerideki geniş kapıdan girdiğimizde kafasının ortası hafifçe kel olan, zayıf, uzun boylu, simsiyah vücuduna yapışan kıyafetleri içinde olan biri vardı ve ayakta durmuş karşısındaki camlı bölmelerden bazı görüntüleri izliyordu. Bunun ne olduğunu bilmiyordum ama görüntüler de yeşil ağaçlık bölgeler ve bazı hareketli cisimler vardı. Yerli kız içeri girdiğinde ona beni gösterip bir şeyler anlatmaya başladı.
Uzun boylu adam önce ona kızdığını belli eden hafif yükse ses tonuyla konuştu. Sonrasında ise bana bakarak bir şeyler sordu.
“Ben, ne dediğinizi anlamıyorum! Benim dilimi biliyor musunuz?” dedim çaresizce.
Yerli kız, adama dönerek eliyle belime taktığım silahı ve kafamdaki gözlüğü işaret edip bir şeyler söyledi. Adam da kafasını olumsuz olduğunu işaret eder şekilde sağa sola sallayarak elini çenesine dayayıp bana araştırır gözlerle bakmaya başladı. Neden olduğunu bilmiyorum ama gözlüğüm çok dikkatini çekmişti. Adam bana bakıp gözlüğü göstererek takmamı işaret edercesine ellerini gözüne götürdü. Onu anlayarak gözlüğü takıp onlara baktığımda gözlüğün camında yine bir sürü şekiller ve yazılar çıkmıştı. Kız bana bir şeyler söyledi ve gözlükteki şekiller yazıya döküldü. Görüntülerde bir şey yazıyor ve noktalar gelip gidiyordu. Sanki bir ayar yapıyordu gözlük kendine. Birkaç saniye içinde yazılar tekrar gelmişti ama ben yazanlardan hiçbir şey anlamıyordum.
“Anlamıyorum nasıl?” dedim şaşkın bir şekilde ellerimi açarak. O an gözlüğün köşelerinden çıkan küçük vantuzlar şakaklarıma yapıştı ve kısa bir süre için kör olduğumu zannettim. Her yer bembeyazdı. Biraz sonra kendime geldim ve görmeye başladım. Orta yaşlı adam bana bir şey söyledi ve gözlüğün camındaki yazıyı okuyabildiğimi fark ettim. Çok ilginç bir deneyimdi bu benim için. Önce endişelenmiştim ama şimdi merak ediyordum.
Ekranda, ‘Dil Araştırılıyor!’ yazıyordu. Bir süre sonra, ‘Araştırma tamamlandı! Konuşulan Dil Semanca!’ yazdı.
İnanılmaz bir şeydi bu benim için. Bu gözlük her dili anlamamı sağlıyordu. Ayrıca benim dilimi de çözmüştü kısa süre içinde. Yerli kız, “Merhaba, beni anlayabiliyor musun?” dedi.
“Anlıyorum!” dedim ekrandaki yazıyı okuduktan sonra. Bu sefer onlar bana garip garip bakmışlardı. Onları anlayabiliyordum ama onlar beni anlayamayacaklardı. Aklıma o an gelen şeyi söyleyip belki olur diye umut ederek, “Seman dilini konuşmak istiyorum!” dedim gözlüğün ekranına bakarak. Yine aynı şey olmuş ve şakaklarıma dayanan vantuzlar benim kısa süre kör olmama neden olmuştu ama bu seferki öncekinden daha uzun sürmüştü. Gözlerimi açtığımda başımın döndüğünü ve acı hissettiğimi fark ettim.
Gözlerimi yavaşça açtım ve buğulu gelen görüntüler netleşmeye başladı. Bayılmış olmalıydım çünkü beni bir yere oturtmuşlardı ve ikisi de başımda bekliyordu. Onlara bakarak, “Ne oldu? Ben neredeyim?” diye sordum. Kendi dilimi düşünerek konuşuyordum ama ağzımdan dökülen sözler kulağıma anlamsız geliyordu. Olmuştu. Artık onların dilini konuşabildiğimi fark etmiştim.
“Beni anlayabiliyor musun?” dedi yerli kız. Sözleri zihnimde tekrar etmiştim. Önce anlayamadığımı zannetmiştim ama biraz düşününce anlayabildiğimi fark ettim.
“Evet!” dedim onların dilinde. Gözlüğü kafamın üzerine çıkarıp doğrularak “Evet! Sizi anlayabiliyorum! Neredeyim ben? Burası nasıl bir dünya? Siz kimsiniz? Bu garip şeyler, tüm bu olaylar da nedir? Ben rüya mı görüyorum? Ve sen, sen kimsin? Beni tanıyor musun?” dedim.
Heyecanlanmış ve aklıma gelen tüm soruları bir anda sıralamıştım.
Orta yaşlı olan, “Tamam! Biraz sakin ol! Çünkü biz de senin kim olduğunu ve dost veya düşman olup olmadığını henüz bilmiyoruz. Neden ne olduğunu baştan anlatmıyorsun?” dedi sakince.
Söylenenleri yavaş yavaş kavrıyordum ama artık rahatlıkla anlayabiliyordum. Onlara, saatin elimden kaydıktan sonra başıma gelenleri anlatıp hislerimi ve bu dünyanın bana ne kadar garip geldiğini belirtmiştim. Ne olduğunu anlayamadığımı ve burada ne işim olduğunu bilmediğimi de eklemiştim sonuna.
“Bu arada benim adım Cevdet!” dedim çekinerek.
“Kendimizi tanıtmayı unuttum! Affedersiniz! Benim adım da Perak! Amitap Galaksisi, Seman Uygarlığı, dokuzuncu Galaksi Savunma gezegeni elçisiyim. Bu da kızım Lena! Buraya nasıl geldiğinizi bilmiyorum ama bu sizi şok etmiş anlaşılan. Sakıncası yoksa şu saat dediğiniz cihazı görebilir miyim? Bu konuda bazı bilgiler olabilir elimde. Ayrıca ben bu durumu incelerken siz isterseniz biraz dinlenin. Sizin ve benim dünyamla ilgili konuşacak ve paylaşacak çok şeyimiz olacak.”
Elimi cebime atıp saati ona verecektim ama tereddütte kalmıştım. Onlara güvenebilir miydim? Eğer bu saat sayesinde buraya geldiysem onun sayesinde geri dönebilirdim.
“Bence ben biraz dinleneyim sonra saatle beraber gelirim. Şu an kime güvenebileceğimi bilmiyorum. Umarım beni anlarsınız.” dedim sakince. Tüm düşüncem Lena’yla konuşmaktı ve nedense bu adama güvenmemiştim.
“Nasıl isterseniz! Lena! Cevdet’e dinlenebileceği bir yer göster. Ben durumu değerlendireyim.” dedi Perak düşünceli bir tavırla.
‘Nereye geldim ben böyle!’ diye düşünüyordum Lena’yla dışarı çıkarken. Seman Uygarlığı da neydi? Galaksi Savunma elçisi? Amitap Galaksisi mi? Uzayın başka bir gezegeninde kaybolmuştum bir anda ve bu garip gezegene düşmüştüm. Aklım almıyordu bu olanları.
Dışarı çıkıp korumaları geçtikten sonra saati çıkardım ve Lena’ya dönerek, “İşte bu saat beni buraya getirdi!” diyerek ona gösterdim. Saati eline alarak ona baktı ve arkasını çevirip S.W.Collier yazısının altındaki ‘T’ harfine benzeyen işareti parmağıyla göstererek, “Bu cihazı nereden buldun bilmiyorum ama bu bir Ari cihazı. Ayrıca gözündeki alet de bir Ari iletişim cihazı olmalı. Sen bir Ari misin?” dedi. Gözleri açılmış ve bana şüpheyle bakmaya başlamıştı.
Şaşırmıştım. “Ari de ne? Ben bir İnsan’ım ve gezegenimin adı Dünya. Ne dediğini bilmiyorum ve ben kesinlikle o dediğin şey değilim!” dedim inatla.
Bana tekrar dikkatle baktı ama doğruyu söylüyordum ve o bunu başından beri biliyor gibiydi. Saati bana verdi ve, “Bu cihazın ne işe yaradığını bilmiyorum ama onların çok güçlü cihazları var ve bunları diğer uygarlıkları yıkmak için kullanıyorlar. Ayrıca acımasız biyonik canlılar yaratıp, kötü huylu uygarlıkları kendilerine ordu kurmak için kandırıyorlar. Özellikle zayıf karakterli ırkların içlerine sızıp önce fikirleriyle onları asıl inançlarından soğutuyorlar. Ayrıca ticaret kanallarına girerek hayatlarına devam etmeleri için gerekli kaynakların akışını önleyip tüm alışveriş ağını kendilerine çekiyor ve bu ağı yönetiyorlar. Böylece diğerlerini kendi alternatif kaynaklarına mecbur bırakıyorlar.
Kendilerini geliştirmesinler diye yarattıkları sanal alemlerde onları oyalayıp basit zevklere yöneltiyorlar. Yeni yetişen, daha genç olanlarına sadece kendi fikirlerinin doğruluğunu, diğer tüm şeylerin yanlış olduğunu öğretiyorlar. En önemli nokta ise bu canlıları ticaret kanalları ve diğer yöntemlerle fakirleştirip, cahilleştirerek körü körüne inanan varlıklar haline getiriyorlar. Bu olduğunda ise o canlıların benliklerine sızıp onları birer Ari kölesi yapıyorlar. İşte bu sayede benliğini yitirmiş bu canlılardan bir ordu yaratıyorlar. Bu ordu o kadar acımasız ve saplantılı ki Arilere karşı gelen hiçbir canlıya tahammülleri yok.
Şu an onların yarattığı kötülüğü defetmek için uğraşıyoruz. Yaşadığımız yer bizim sığınağımız çünkü bu gezegeni de diğer sekiz gezegenle beraber işgal ettiler. Biz Telmalarla beraber yüzyıllarca bu galaksiyi çeşitli tehlikelere karşı savunduk ama şimdi ki düşman hepsinden daha sinsi ve tehlikeli. Yeraltına girdiğimizden beri her gün bizi avlamak veya dönüştürmek için çeşitli yaratıklarını salıyorlar gezegene. Senin gördüklerin bunlardan sadece bir kaçıydı. Çok daha tehlikelileri var. Bu canlıları yaratmak için bizi canlı olarak avlayıp vücudumuzu kullanıyorlar. En kötüsü ise aramızdan bazılarının beyninin içine girerek onları birer caniye dönüştürüyorlar. ” dedi içini çekerek.
Susmuş ve gözleri yaşarmıştı. Anlattıklarından bir şeyler çıkarmaya çalışıyor ama anlayamıyordum bir türlü. Bu saat bir Ari cihazıydı ve onlar çok kötü bir ulustu ama saatin bende ne işi vardı? Bana sorsalar, bunun klasik bir İngiliz saati olduğunu söylerdim. Her parçasını ayırmış ve sonra tekrar birleştirmiştim. Beni bir yerden bir yere gönderebilecek kadar güçlü bir mekanizmasının olması imkânsızdı. Bu nasıl olmuştu?
Canlı olarak avlanan, vücutları kullanılan, caniye dönüştürülen Semanlar! Nasıl bir şeydi bu kötü yaratıklar? Gerçi dev ahtapotu, martı benzeri vahşi kuşları ve iki insan büyüklüğündeki böcekleri görünce ne demek istediğini anlamaya başlamıştım ama yine de nasıl olduğu konusunda hiçbir fikrim yoktu.
Lena, bana ayrılan odaya beni bıraktı ve sessizce oradan ayrıldı. Ben ise yaşadığım kâbus ve şaşkınlık dolu anları düşünerek rahatsız bir uykuya daldım. Uyandığımda oda, kulağıma gelen bir ses dışında çok sessizdi. Sesin saatimden geldiğini hemen anlamıştım. Yavaşça yataktan kalktım ve pantolonuma uzanıp cebimden saati çıkardım. Çalışıyordu ama takılmıştı. Saniye sürekli atıyordu ama ilerlemiyordu. Bu saatin sırrı neydi ve beni geri götürecek miydi?
Kapının açılmasıyla muhafızların içeri girmesi bir oldu. İçlerinden biri, “Hemen toparlanın! Elçi sizinle görüşecek!” dedi sertçe.
İki dakika içinde toparlanmış ve muhafızlarla beraber kendimi elçinin yanında bulmuştum. Uzun siyah bir elbise giymişti. Ellerini arkadan birbirine tutarak konuşmaya başladı.
“Maalesef sizi burada tutacak kadar bilgiye sahip değiliz. Üzerinizde bulunan cihazlara bakılırsa, siz bir şekilde bir Ari’yle bağlantı kurmuşsunuz. Bu bağlantıyı ve Arilerin zayıf yanlarını bulmak için size ihtiyacımız var. Eğer onlar sizle bağlantıya geçtilerse yine geçeceklerdir. Şu an içinde bulunduğumuz durumu anlamadığınızı biliyorum ama halkım tehlike içinde ve benim, onları korumak için ne gerekiyorsa yapmam gerekiyor. O yüzden sizden bu cihazı tekrar kullanmadan önce geldiğiniz mağaraya dönmenizi istiyorum. Tekrar kendi dünyanıza cihazınızı kullanarak belki dönebilirsiniz ama bizim orada yatan ölüyü incelememiz ve sizin onlarla olan bağınızı bulmamız gerekiyor. Araştırmak için gönderdiğim muhafızlar maalesef sağ dönemediler. Bu yüzden sizinle beraber üst tarafı çok iyi bilen en iyi iz sürücümü göndereceğim. Lena, hazırlan ve Cevdet’le beraber onu bulduğun yere gidin bakalım bir şey bulabilecek misin?”
Muhafızla ben asansöre doğru giderken, Lena odasına gitmiş ve giyinmişti. Aşağı geldiğinde onun giydiği siyah dar kıyafet ve üzerine aldığı uzun namlulu silahla tam bir asker gibi olduğunu fark ettim. Belindeki parlak metal, içi oyuk, yuvarlak nesnenin ne olduğunu anlayamamıştım ama öğrenecektim. Lena, bana ilk geldiğim yere, ölü adamın yanına farklı bir yoldan gideceğimizi söyledi. Çünkü diğer yolun üzerinde atladığımız tepe vardı ve o tepeyi tırmanamazdık.
Yukarı çıktığımızda geldiğimiz yerden çok daha farklı bir bölgede gün ışığına kavuşmuştuk. Burası uzun, bir buçuk metrelik sazların olduğu bir bölgeydi ve biz tedirgin bir şekilde ilerliyorduk. Lena, bana dikkat etmemi ve uçan, yuvarlak siyah bir nesne görürsem hemen vurmamı söylemişti.
“Uçan, yuvarlak bir nesne de ne? Ve ne tehlikesi var?” diye sordum endişeyle.
“O bir Kleps ve Arilerin en tehlikeli oyuncaklarından biri. Onlar bizi gördükleri yerde birbirlerine ve avcılara haber veriyorlar. Ayrıca tuzak kurup üzerimize sıktıkları zehirli gazla bizi bayıltıyorlar. Sonra Klentorlar, yani avcılar Semanları toplayıp eritme duvarına atıyor. O yüzden havada gezen yuvarlak, siyah bir cisim görürsen sakın tereddüt etme! Hemen vur!”
İşte şimdi gerçekten korkmuştum. ‘Burada ne işim var?’ diye sorgulamaya başlamıştım kendimi. Sırf eşime benziyor diye yerli bir kıza âşık olmuş, şimdi de kendini kurtaramayan bir uygarlığın umutsuz savaşında yem olacaktım. Diğer yandan ise ona bakıp ne kadar cesur olduğunu düşünüyor ve mücadelesini takdir ediyordum. Bu özelliği çok hoştu ama bana bir faydası olmayacaktı. Acaba saati nasıl kullanacağımı ortaya çıkarsam, benimle gelir miydi? Tüm bu olanları geride bırakabilir miydi?
Ben tam bu düşüncelerle boğuşurken sazlıktan dışarı çıktığımız yerin karşısında, ağaçların altında bir şeyin güneş ışığıyla parladığını fark ettim. Aklıma gözlük gelmişti. Belki gözlük sayesinde daha net görebilirdim. Lena başka yere bakıyordu ve ben gözlüğümü taktığım an nesneyi daha yakından görmek istediğimi içimden geçirdiğim sırada, gözlük bunu direk olarak uygulamış ve görüntüyü çok daha büyük hale getirmişti. Ağaçların arasında, havada, futbol topu büyüklüğünde siyah bir cisim, ortasından uzanan dürbün misali şeyi bize doğru uzatmış, sazlıklara doğru yaklaşmaya başlamıştı.
“Lena, bahsettiğin, şu yaklaşan şey mi?” dedim işaret parmağımla göstererek.
Aynı anda, sadece “Vısıvısıvısı!” şeklinde bir ses duydum ve metal bir cismin havadaki topu ortadan ikiye ayırdığını ve topun kıvılcımlar saçarak yere düştüğünü gördüm. Yuvarlak cisim havada düz gitmiyor tur atıp geri bize yaklaşıyordu. Gözlüğümü çıkarıp baktığımda gördüğüm şey ise Lena’nın cismi yakaladığıydı. Şimdi anlamıştım ne olduğunu. Bu bir saldırı silahıydı ve anlaşılan o ki çok da işe yarıyordu.
Tekrar ağaçlıkların arasına dalıp yönümüzü kayalık arazide aşağıya doğru çevirmiştik. Ağaç dallarına ve çalılara saklanarak dikkatle ilerliyorduk. Kendi kendime tekrar tekrar ne işim var burada? diye soruyordum. Biraz daha aşağı indiğimizde ufak bir tepenin eteğine gelmiştik. Tepe ortadan ikiye ayrılmış ve arada, yalnız bir kişinin geçebileceği kadar bir yol oluşturmuştu. Tam yola girmek üzereyken tepenin üzerinden çıkan iki Kleps bizi görmüş ve kendi etraflarında hızla dönerek kulakları sağır eden bir siren sesi çalmaya başlayıp üzerimize doğru atağa geçmişlerdi.
Lena metal saldırı silahını kullanmak için çok geç kaldığını anlamış olacaktı ki bana dönerek, “Silahlar!” diye bağırdı. Silahımı iki elimle tutarak ateşlemiştim. Lena da aynı anda kısa kısa ateş eden uzun namlulu silahıyla onları vurmaya çalışıyordu. Çok seri olan klepsler, geriye, sağa ve sola hareket ederek bu saldırıdan rahatlıkla kurtulmuşlar ve tekrar aşağı doğru atağa başlamışlardı.
O an aklıma gelen şey yine kafamdaki gözlüktü. Ne zaman sıkışsam hep benim için yeni bir şeyler buluyordu. Gözlük, ekranından yaklaşan siyah topları hedef olarak gösteriyor ve çeşitli çizgilerin orta noktada buluşmasını sağlayıp onları netleştiriyordu. Nasıl olacağını kavramıştım. Dört köşeden gelen çizgiler orta noktada buluşunca ateş etmem gerekiyordu.
Çok yaklaşan ilk klepse odaklanıp, nefesimi kontrol etmiş ve çizgiler buluşunca silahımı o hedefe doğru ateşlemiştim. Kleps ateş ettiğim yerin yarım metre sağında olmasına rağmen hızla hedeflediğim yere hareket etmişti ve parçalarına ayrılmıştı. Lena da diğer gelenin işini bitirmişti ve şimdilik kurtulmuştuk.
Lena, “Çabuk! Klentorlar gelmeden gitmemiz gerek!” diyerek yarığa koştu.
Arkasından gözlüklerimi gözüme indirerek koşmaya başlamıştım. On beş metrelik bir mesafeydi ve hızla burayı geçtikten sonra sağa dönüp ormanlık alandan yukarı tırmanacaktık ama sağa döndüğümüzde diğer yaratıklar sinyalleri almış, o taraftan geliyorlardı.
Yaklaşık on beş klentor ellerindeki metal halatları havada çevirip yaylanarak bize doğru koşuyorlardı. Klentorları ilk defa gördüğüm o an ne kadar acayip bir yerde olduğumu bir kere daha anlamıştım. Karşımda, bana doğru gelen, insan kemikleri ile metal parçalarının birleşiminden oluşan kırmızı gözlü ve kafataslarının içinde gümüş devreleri bulunan bir iskelet ordusu vardı.
Sol tarafa döndüğümüzde o tarafı da kapattıklarını anlamıştık. Tek çaremiz önümüzdeki açıklık bayırda aşağı doğru kaçmaktı. Her iki tarafta ormanlık alan aşağı doğru genişliyor ve sol tarafta orman bitiyordu. Sağ taraf ise iki metrelik siyah, yeşil ve kırmızı tonlu garip bir duvarla kapatılmıştı. Duvar sol tarafa doğru devam ediyordu. Gerisini ağaçlardan göremiyordum.
Lena, on metre önümde hızla aşağı doğru koşuyor ve “İleride! Sazlıklarda bizi bulamazlar!” diye bağırıyordu ama aşağıda sazlıklar yoktu ve benim gördüğüm garip şekilli çalılardan oluşan bir duvardı. O an aklıma gelen Lena’nın daha önce bahsettiği eritme duvarı olmalıydı bu. Gözlükler sayesinde orada gerçekte ne olduğunu görebiliyordum ve onu hemen uyarmalıydım. Sol taraftaki ağaçlıklara gidersek kurtulma şansımız daha fazlaydı. Ona yetişmeye çalışarak avazım çıktığım kadar bağırmaya başladım.
“Lena! Dur! Oraya gitme! Sola dön! Orada duvar var! Duuuur!”
Lena’yla çalılık arasında üç metre vardı ve beni duyabilmişti. Aramızda altı yedi metre kalmıştı ve klentorlar peşimdeydi. Arkasını döndü ve “Ne duvarı? Burası sa!”
Çok geçti. Duvardan uzanan koyu yeşil, kalın ipler onu bacaklarından, kollarından, belinden ve boynundan sarmış, kendine çekmeye başlamıştı. Çığlık atmaya başlamış, kurtardığı sol koluyla belindeki metal nesneyi alıp ipleri kesmeye çalışıyordu. Ben ise hızla canlı çalılara ateş etmeye başlamıştım. Dallar parçalanıyor ama sonra hemen parçalanan yerler kapanıyor ve eski haline geliyordu.
Birden dallar hızla Lena’yı içine çekti ve onun çalılığa çığlık atarak gömülüşünü izledim. Delirmiştim ve silahımı ardı ardına ateşliyordum. Lena kurtardığı sol kolunu dışarı uzatmıştı. Bir elimle silahı ateşlemeye devam edip diğer elimle onu tuttum ve çekmeye çalıştım. O an duvardan çıkan yeşil dallar beni de sarmaya başlamıştı. Çaresizlik içinde duvarın içinde artık çığlıkları kesilmeye başlayan Lena’nın yardım istercesine bana bakan gözlerini görmüştüm.
İğrenç duvarın içinden gelen leş kokusunu hissedebiliyordum. Orada dallarla mücadele ederken koyu yeşil ve kırmızıya çalan çalıların içinden akan kanları gördüm. Kanlar zeminde, duvarın bittiği yerdeki kanallara akıyor ve kan doğruca sola, aşağı doğru gidiyordu. Duvarın bittiği yerde ise gökyüzüne uzanan kocaman kara bir kule görünüyordu.
Dallarla mücadele ederken silahımı ve gözlüğümü düşürmüştüm. Onlar beni iyice sarmış, kollarımı vücudumla birleştirip beni hareketsiz bırakmıştı. O sırada gördüğüm şey ve duyduğum o sesler ise korkunçluğun ötesindeydi. Dehşet vericiydi. Duvarın içi yavaş yavaş kaynayan bir kazan gibiydi ve çalılar, kulenin olduğu taraftan kabarcıklar çıkarmaya, dalgalanmaya başlamıştı. Onun içinden bana korkudan delirmiş gibi bakan gözleri görmüştüm. Birer birer açılıyordu bu gözler. İniltilerini duyabiliyordum. Hayır, bunlar inilti değildi. Aslında bunlar birer acı çığlığıydı ama sessizdi. Acı içinde kıvranıp çığlık atamadan ölmek! Bu, ancak dehşet duvarının eseri olmalıydı.
Dallar beni hareketsiz bıraktıktan sonra hızla içeri çekilmişti. Hiçbir şey göremiyordum ancak duyabiliyordum. Bu, Lena’nın sesi olmalıydı.
“Neredesin? Yardım et? Neredesin? Kimse yok mu? Yardım et!”
Sonrasında duyduğum ses ise hiç yabancı değildi.
“Tik tak tik tak tik tak tik tak tik! ”
Elim vücuduma yapışıktı ve elimi hareket ettirebilirdim. Cebimdeki saate ulaşabilirsem belki bir şekilde kurtulabilirdim. Belki onu da kurtarabilirdim. Elimi cebime soktum ve saatimi tutarak olanca gücümle sıktım. ‘Tık!’
Gözlerimi açtığımda kendimi tamir masamın başında elimde saatle bulmuştum. Daha önce saati on ikiye kurmuştum ve çalışmamıştı. Döndüğümde ise saniye bir kademe ilerlemişti. Tüm bu olanlar sanki bir saniyeye sığmıştı. İlginç olan diğer durum ise saatin tekrar çalışmaya başlamasıydı.
Korkmuş ve üzülmüştüm ama elimden bir şey gelmeyeceğini de anlamıştım. O yüzden bu saatten kurtulmalıydım. O gün gelen genç bir İngiliz subayı saatlere bakıyor ve kendine uygun bir şey bulmaya çalışıyordu. Saati ona neredeyse bedava bir fiyata vereceğimi duyunca hemen ilgilenip saati aldı. Ben de bu saatten ve acımdan uzaklaşacağımı zannettim. Şimdi ne kadar yanıldığımı anlıyorum.

GERÇEĞİN PEŞİNDE
4.BÖLÜM

Delilik Sınırı, Hakan;
Kütüphanenin loş ışığı altında, sessizce otururken güncedeki son sözleri okumuş ve günceyi kapatmıştım. Aklıma gelen ilk şey ise bir asır önce yaşamış bu insanın kendi rüyasında benim gördüğüm rüyanın aynısını görmesi, benim de ustayı hayalimde canlandırmam ve bunun nasıl olduğuydu. İmkânsız bir şeydi bu. Yine de güncede yazdığına göre olmuştu. Bir şekilde ben ve usta birbirimize bağlanmış, aynı şeyi farklı zamanlarda olmamıza rağmen yaşamıştık.
Aklıma gelen ikinci durum ise ustanın saati bir İngiliz subayına vermesiydi. Büyük dedemden kalma bu saat onun subaydan aldığı saat olmalıydı. Peki, neydi bu saatin sırrı? Usta her tarafını açmış ve baştan yapmıştı saati ama yine de içinde normal bir saatten farklı bir mekanizma yoktu. Saati çevirip yazının altındaki işarete baktım. Gerçekten de sonradan kazınmış olduğu belli olan çok küçük ‘T’ harfine benzeyen bir işaret vardı ve devam etmeye çalışan saniye takılmış, ilerlemeye çalışıyordu.
Ve o rüya, tıpkı rüyamda gördüğüm gibiydi Lena’nın yardım çağrısı. Sanki bana sesleniyordu duvarın içinden boş gözlerle bakarak.
“Acaba?” dedim içimden. “Acaba şu an kurma koluna sertçe basarsam beni de oraya götürür mü?”
Bir an bu düşüncenin etkisine kapılmıştım ama hemen topladım kendimi. Zaten kafam yeterince meşgul olmuş ve yapmadığım şeyleri yaparmış gibi görmeye başlamıştım. Bu da onlardan biri olabilirdi. Bir süre sonra artık gerçekle hayali ayırt edemez hale geleceğimi düşünmeye başladım ve bu düşünce beni çok korkuttu. Aklımı yitirmek istemiyor, bu garipliğe bir son vermek istiyordum. O an kararımı verdim. Eve gidecek, yarın ilk otobüsle İzmir’e ailemin, annemin yanına dönecek ve bu olaydan hiç kimseye bahsetmeyecektim. Günceyi ve saati yanıma alarak kütüphaneden çıkıp evin yolunu tuttum.
“Oğlum, vatanını koru! İnsanlarını koru! Seninle gurur duyuyorum!”
“Yardım et! Neredesin? Yardım et! Acı çekiyorum! Hepimiz acı çekiyoruz! Bize yardım et!” diyordu rüyamdaki simsiyah gözler eritme duvarının içinden boş boş bakarak.
Yataktan bir anda fırlamış ve ne olduğunu anlamaya çalışıyordum. Hava yavaş yavaş ağarmaya başlamış ve soluk gün ışığı perdenin arasından yatağıma doğru süzülüyordu. Yanı başımda duran masadaki saatime baktım. Saat 06:50’yi gösteriyordu. Öğlen vakti İzmir’e giden otobüste yerimi ayırtmıştım ve hazırlanmak için çok zamanım vardı.
Yine bir kâbus görmüştüm. Rüyamda önce babamın acı çektiğini ve bana seslendiğini, sonrasında ise güncede bahsedilen eritme duvarındaki acı çeken insanları izlemiştim yeniden. Bu seferki çok daha korkutucuydu. Yavaşça kalkıp kendime gelmeye çalışarak hazırlanmaya başladım.
Bir saat sonra çantamı hazırlamış, bir yandan zamanın gelmesini bekliyor, bir yandan da oyalanmak için bilgisayarımı açmış, karşısında düşünceli şekilde oturuyordum. Sanki bir şeyi unuttuğumu hissediyordum. Her şeyi almış mıydım? Ceplerimi karıştırdım. Anahtarlar, telefon, cüzdan, hepsi tamamdı ama her zaman yanıma aldığım, babamın hediyesi olan tespih yoktu. Kitaplığımın çekmecesine koyduğumu hatırlıyordum hayal meyal.
Yerimden kalkarak çekmeceyi çektim. Tespih oradaydı. Tam alacakken gözüm hala saniyesi tıklayan saate ve günceye takıldı. Aklıma rüyam gelmiş, birilerinin bana ihtiyacı olduğunu ve yapmam gereken bir şey olduğunu hissetmiştim. Çok garip bir histi ama çok güçlüydü. Günceyi alarak masaya oturdum ve tekrar okumaya başladım.
Baştan sona tekrar okumuş ve aklıma gelen sorulara yanıt aramaya başlamıştım. Her şey saatin durmasıyla başlamıştı. Saati yaptırmak için yaptığım araştırma sırasında bir yerde bir kopukluk olmuş ve bu durum, beni ustanın anısına bağlamıştı. Bunun nasıl olduğunu anlamaya çalışıyordum ama cevabını henüz bilmiyordum. O gün ne yaptığımı iyice düşünmeye başladığımda bu kopma olayının nerede olabileceği aklıma geldi.
Çok susamış ve bir şişe su almak için bir büfeye uğramıştım. Büfenin önündeki küçük taburelerin birine oturduğumda arkasındaki iki katlı binanın yan duvarına resmedilmiş eski yol sanatçılarının, üstatların resmi dikkatimi çekmişti. Ondan sonra ne olmuştu? Hatırlamaya başlıyordum. Saatime bakıp onun hareketsiz haline üzülmüştüm ve o anda saatin saniyesi hareket etmemiş miydi? Sonra yeniden durmuştu. Her şey bir saniyede olmuştu. Şimdi daha net hatırlamaya başladım. Elimdeki saate bakmış ve kucağımda bir saniye içinde can veren babamı hatırlamıştım. Sonra gözlerimi kapatmış ve bayılmıştım yada ben öyle olduğunu düşünüyordum.
Şimdi anlıyordum. Bu olayın hayal görmemden önce mi yoksa sonra mı olduğunu hatırlamıyordum. Çünkü saat, ben kendime gelince çalışmaya başlamış, bu kafamı karıştırmış ve olayları sanki o an yaşıyormuşum gibi hissettirmişti. Demek ki o zaman ne olduysa ustaya bağlanmış ve şu an bulunduğum duruma gelmiştim. Bu durumun ise bir şekilde babamı kaybetmenin acısıyla bir alakası vardı.
Günceye göz atarak, oradaki insanları ve acılarını düşündüm. Acı içinde sindirilip yok edilmeye çalışılan bir uygarlıktan bahsediliyor ama kurtuluşu aramaktan vazgeçmiyorlardı. Düşünceleri değiştirilen ve hatta vücutları bile yedek parça olarak kullanılan bir halk vardı ama direnişlerine her şeye rağmen devam ediyorlardı. Onları ve diğer halkları kendi amaçları uğruna kullanmaya, ezmeye çalışan diğerleri ise kendilerine bu halklardan ordu kurmuştu.
Lena’nın cesareti beni de etkilemiş ve uğruna canını feda edecek kadar ülkesini seven yürekli babamı hatırlatmıştı bana. Büyük dedemi hatırlamış, Çanakkale’de yiğitçe savaşan ve vatan topraklarını korumak için canlarını severek feda eden binlerce Türk askeri aklıma gelmişti.
Vatan toprakları, her zaman tehlikeye açık ve dikkatle savunulması gereken bir unsurdu ve ben de vatanımın, belki askeri yolla değil ama halkı sindirilip toprakları satılmaya çalışılarak ele geçirilmesine hiçbir zaman müsaade etmeyecektim. Vatanseverlerin, eğitmenlerin, doktorların yaşama hakkının elinden alındığı, halkın fakirleştirilmeye çalışıldığı ve fikirlerinden dolayı baskı gördüğü, gençlerin fikirlerini değiştirip, içlerindeki vatan sevgisinin yok edilmesi için uğraşılan, hatta beyinlerini yıkamak için okuduğu eğitim kitapları bile değiştirilen çocukların olduğu bir döneme giriliyordu.
Gözüm büyük dedemden kalma, ustayı farklı diyara götüren saate takıldı. O an artık ne yapmam gerektiğini anlamaya başlıyordum. Bu saat benim anahtarımdı ve bu saatin sırrını ne olursa olsun çözmeye karar vermiştim. Bu sayede bazı cevaplara ulaşabileceğimi anlamıştım ve babamın bana öğütlediği şeyi nasıl yapacağımı çözecektim.
“Cevdet ustanın göremediği şey neydi acaba?”
İyice düşünmeye başlamıştım. Gözden kaçırdığım bir nokta olmalıydı. Ustanın hatıralarını anlatırken saati tamir edişini hatırladım. Bir yerde çok zorlanmıştı usta. Tekrar günceyi açarak ilk sayfalarına göz attım. İşte oradaydı.
“Her şey olması gerektiği gibiydi. Gözüme hafif bir parlaklık çarpmış gibi geldi. ‘Acaba bilmediğim ve göremediğim bir şey mi var?’ diye düşünerek diğer büyük büyüteci alıp bir daha baktım dikkatlice. Çok küçük bir parlaklık gözüme çarpıyordu. Sağ gözümdeki büyüteci ve elimdekini beraber kullanarak çok daha güçlü bir görme açısı sağlayıp tekrar baktığımda, kurma kolunun kuruluktan sonra tekrar yerleştirilirken girmesi gereken yerde, mikroskobik boyutlarda pırlanta benzeri bir taşın olduğunu fark ettim ve kırmızı, hareket ediyormuş izlenimi veren bir maddenin üzerindeydi.”
Usta o parçayı alamamıştı. Sonrasında ise saat harekete geçmiş ve usta başka bir diyara gitmişti. Bir daha düşününce, hayalimde canlandırdığım Cevdet Usta’nın oğlunun da böyle bir şeyden bahsettiğini hatırlıyordum. Bu bir tesadüf değildi. Saatin kurma koluna yerleşmiş veya yerleştirilmiş bir şey olmalıydı. Mutlaka görmem gerekiyordu ama bu kadar küçük bir parçayı görebilmem için bir mikroskoba ihtiyacım vardı.
O an yolculuğu ve diğer şeyleri tamamen aklımdan silip çekmecemde duran, uzun süredir kullanmadığım bel çantasının içine saatimi, cüzdanımı, anahtarlığımı günceyi ve tespihimi yerleştirerek çantayı belime taktım ve evden çıkıp doğru okulun içinde bulunan fizik laboratuarının yolunu tuttum.
Okula girip fizik laboratuarına doğru yöneldiğimde sabah saatleri geçmiş, gün kendini öğle vaktine hazırlıyordu. Şanslı günümdü çünkü eğitim dönemi sona ermiş, dersler iyice hafiflemişti.
Laboratuara girdiğimde içeride kimse yoktu. Hemen arka odadaki araştırma bölümüne geçerek masada duran mikroskobun yanına geldim. Ne keşfedeceğimi bilmemenin verdiği merak ve kafamdaki sorular heyecanlanmama yetiyordu. Saati dikkatlice çantadan çıkararak arka kapağını açıp nesne tablasına yerleştirdim. Mikroskobun aydınlatmasını bastıktan sonra, laboratuar derslerinde daha önce de yaptığım gibi, elimi ayar düğmesinde tutup saatin kurma kolunun içeri giden bölümünü incelemeye başladım. Arada ufak bir boşluk vardı ama tam olarak aradaki çukur olan kısma bakmam gerekiyordu. Saatin altına masanın kenarında duran metal yuvarlak mikroskop parçasını koyarak açıyı ayarladım ve tekrar baktım.
Aydınlatma kısmı aşağıda olduğu için karanlık bir görüntü vardı. Bu şekilde hiçbir şey göremeyeceğimi anlamıştım. Diğer masada duran, küçük bir ışığı bulunan masa lambasını taşıdım ve tam olarak saatin arka kısmına doğru eğerek görüntünün netleşmesini sağladım.
Tek gözümü kapatıp, elimi ayar düğmesinde tutarak tekrar mikroskoptan baktığımda, kurma kolunun saatin mekanizmasıyla birleşeceği yerde bir parlaklık fark ettim. Heyecanlanmış ama aynı zamanda iyice odaklanmıştım. Ayar düğmesini yavaşça çevirerek görüntüyü iyice büyüttüğümde, kırmızı, jöleye benzeyen, yuvarlak ve zeminle temas ettiği yerde hafifçe uzayan bir nesnenin üzerine yapışmış gibi duran, küp şeklinde saydam bir parça gördüm. Elimi ince ayar düğmesine götürdüm ve görüntüyü biraz daha netleştirdim.
“Sen de nesin?” diye sayıkladım. Oysa ne dediğimin farkında bile değildim.
Küpün içinde yuvarlak bir şekil vardı ve sanki gözleri ve ağzı mı vardı? Kafamı kaldırdım ve derin bir nefes alıp elimle gözümü ovuşturduktan sonra bir kez daha elimi ayar düğmesine götürerek daha yakından bakmak istedim. Artık görüntü iyice netleşmişti ve işte oradaydı. Küpün içinde, pembe, top şeklinde, gözleri ve ağzı olan bir canlı bana parlayan canlı, gökkuşağı renkli bakışlarını atıyor ve gülümsüyordu. Yanlış görmemiştim. Bana gülümseyen bir canlı vardı ve işte oradaydı.
Tek gözüm kapalı halde, şaşkınca ona bakıyor ve onunla nasıl iletişime geçeceğimi düşünüyordum. Bakışlarından onun bilinçli bir canlı olduğunu hissetmiştim. Demek ki ustayı ve Arileri bir yerden bir yere götüren bu canlıydı. Bir şekilde bu saatin içine girmiş ya da biri onu oraya yerleştirmişti.
Sesimin titrediğini fark etmeden, “Merhaba, ufaklık!” dedim.
Küçük yaratık gözlerini ve ağzını bir an kapattı ve şimdi sadece pembe renkli ufak bir top gibi göründü. Bir saniye sonra tekrar gözlerini açmıştı. ‘Beni anlıyor!’ diye düşündüm.
Küçük canlı hareket etmeye çalıştı. Ağzının ve gözlerinin ifadesinden kolayca anlaşılabiliyordu. Küpü ve atındaki jölemsi maddeyi hareket ettirmeye çalışıyordu ama çok zorlanıyordu. Biraz hareket edebilmişti ama çok küçük bir mesafeydi bu. Sanki saydam küpe hapsedilmiş ve hareket etmesin diye yapışkan bir sıvı ile tutturulmuştu. O an, daha önce kendi kendime söylediğim sözün aklıma gelmesi beni şok etmeye yetti.
“Cama hapsedilmiş saatler ya da zamanı hapseden camlar!”
Bu sözü camekânlarla kaplanan saatleri gördüğümde farkında olmadan söylediğimi hatırlıyor, neden söylediğimi ise bilmiyordum. Şimdi ise saydam cam benzeri bir küpe kapatılan, kişileri başka zaman dilimine veya başka boyutlara gönderen bir canlıyı hapseden bu küpü görmüştüm ve aklıma gelen tek söz bu olmuştu.
Onu oradan çıkarmalı, özgür olmasını sağlamalıydım. Bunun için ihtiyacım olan şey bir mikro cımbızdı. Bu alet çok küçük parçaları almak için tasarlanmıştı ve laboratuardaki dolapların içinde olmalıydı. Daha önce asistanların onu kullanarak çalışma yaptıklarını defalarca görmüştüm. Hemen yerimden kalkarak laboratuarın camlı dolaplarının içinde cımbızı aramaya başladım. Bir süre sonra onu kapalı çekmecelerin birinde, ufak bir kutuda bulmuş ve geri yerime geçmiştim. Şimdi sırada zorlu kısım vardı. Onu incitmeden saatin içinden almalı ve bunu yaparken çok dikkat etmeliydim.
Dikkatle mikroskoptan baktığımda bir şey göremediğimi fark ettim. Kendi kendime, ‘Acaba ayarını mı bozdum?’ diyerek bir elimle ayar vidasını çevirirken gözlemlemeye devam ediyordum ancak bir şey yoktu. Onu göremiyordum. Dikkatimi toplayıp nefesimi tutarak bir kere daha baktım ve birden sertçe geriye yaslandım. Sinirlerim gerilmiş, kendime iyice kızmaya başlamıştım. Aklımdan geçen bin tane düşünce sanki birbirinin üstüne binmiş saman balyaları gibi beynimi ağırlaştırıyordu.
Yine halisülasyonlar görmeye başlamıştım. Böyle olmalıydı çünkü o kadar çok odaklanmıştım ki orada bir şey olduğu düşüncesine, en sonunda aklım bana bu oyunu oynamıştı. Bu kadar yeterliydi benim için. İlk aldığım kararı uygulamalı, acilen yola çıkarak İzmir’e, ailemin yanına dönmeliydim. Bu saçma sapan hikaye, zihnimin beni etkilemesi ve aslında olmayan şeyleri hayal etmem bir son bulmalıydı.
Saatin kapağını yerine yerleştirip eve geçtiğimde güneş devrilmeye yeni başlamıştı. Hızla çantamı topladıktan sonra bir şey unutup unutmadığımı kontrol etmek için etrafa bakındım. Bütün fişleri sökmüş, muslukları kontrol etmiş, pencereleri kapatmıştım. Bir an gözüm masaya, oraya bıraktığım dede yadigarına takıldı. Onu çekmeceye, aldığım yere koymalıydım ama içimden bir ses yanıma almamı söylüyordu.
Saatin saniyesine baktığımda hala çalışmadığını ancak titrediğini fark etmiş, sandalyeye oturarak onu elime almıştım. Beynimde yankılanan sesleri bastırmaya, kendime soru sormamaya çalışıyordum ama olmuyor, sesleri susturamıyordum bir türlü. İşaret parmağımla saatin arkasını okşarken hissettiğim şey anılarımı harekete geçirmiş, beni çok geriye küçüklüğüme ve babamla geçirdiğim zamanlara götürmüştü.
Her zaman dediği bir şey vardı babamın ve hiç aklımdan çıkmamıştı bu zamana kadar. ‘Başladığın işi bitirmelisin ve bunu en iyi şekilde olmasa bile doğru şekilde yapmalısın oğlum!’ diyordu bana evimizin arka bahçesinde yakın döğüş eğitimi verdiği zaman. Bana bildiklerini her fırsatta öğretir, her şeyden önce kendimi ve sevdiklerimi nasıl savunmam gerektiğini anlamam gerektiğini söylerdi.
Saate dokunup onun takılı saniyesine bakarken bunu hatırlamış, başladığım işi bitirmemiş olduğumu hissetmiştim.

5.BÖLÜM

On altı yaşımda başıma gelen bir olay ise babamın beni ne kadar iyi eğittiğini anlamamı sağlamıştı. Bir yandan yakın döğüş kurslarına gidiyor, diğer yandan atletizim ve futbolla ilgileniyordum. Çok hızlı olduğumu fark eden eğitmenlerim beni okulun koşu takımına almışlardı ama bu hızım sadece koşuya değil yaptığım her harekete yansıyordu. Bunu fark eden babam ise bana çok daha etkili yöntemleri öğretmeye kafasına takmış ve bahçede yeni bir hareket üzerinde çalışıyorduk.
“Eğer biri arkandan yakalayıp seni omuzundan çekmeye kalkarsa böyle yapacaksın!” diyerek benim onu arkadan yakalamama izin vermiş, sonra elimi kaparak kolumu ters çevirip yere çökmemi sağlamıştı. Ardından gelen ise elinin kılıç gibi düz halde boynuma inmesi olmuştu. Bir an gözlerim kararmış, kendime ancak bir iki dakika sonra gelebilmiştim.
“Bu hareketteki amacın karşındakini etkisiz hale getirmekse, şakağına, kışkırtmaksa, burnuna vuracaksın!” demişti.
O an içimden ‘Bu ne işime yarayacak? Zaten bir sürü hareket biliyorum!’ diyerek önemsememiştim ancak sonrasında çok yanıldığımı ve daha öğrenmem gereken çok daha fazla şey olduğunu fark edecektim.
Lisedeydik ve büyük sınıfların olduğu bir kafe partisine gitmiştim sınıftaki arkadaşlarımla. Kendi başıma oyalanırken üst sınıflardan bir kızın bana baktığını fark etmiş ve ondan çok hoşlanmıştım. Belki de karşı cinsten birini bu kadar çekici hissettiğim ilk anlardan biriydi ve henüz kendimi yeni keşfediyordum. O da bunu anlamış olacak ki yanıma gelmiş ve adımı sormuştu.
“Merhaba! Adın ne senin?”
“Ben Hakan! Senin adın ne?”
“Ayça! Sen yeni geldin bu okula değil mi? Daha önce görmemiştim seni!”
“Evet! Yeni taşındık ama burasının bu kadar güzel bir yer olduğunu bilmiyordum. Yani sen, sen çok güzelsin demek istemiştim. Of!”
“Benden hoşlandın demek! Belki bi ara sinemaya falan gideriz! Olur mu?
“Çok isterim tabii! Sinema harika olur!”
O sırada araya giren, benden on santim daha uzun ve cüsseli çocuk bütün büyüsünü bozmuştu o anın.
“Hayırdır, kız arkadaşıma mı yazıyorsun sen ufaklık?”
“Ben, hayır, sadece konuşuyorduk. Ayrıca üzerinde yazmıyor ki senin kız arkadaşın olduğu!”
“Sen ne biçim konuşuyorsun benimle? Ağzını düz ederim, bir daha zor konuşursun ona göre!”
Arkada biriken arkadaşlarını görünce alttan almaya karar vermiştim. Babam böyle durumlarda her zaman aklımı kullanmamı tembihlerdi ve bu da boş bir durumdu benim için. Gereksiz bir sürtüşmedense oradan ayrılmak daha iyi olacaktı.
“Tamam, edersin! Pardon! Ben de gidiyordum zaten!” diyerek arkamı dönmüş yürümeye başlamıştım ki, “Seni kendini beğenmiş P.ç!” diyen çocuğun omuzumu tutarak sertçe çektiğini fark ettim.
Gerisini reflekslerim halletmiş, onun kolunu bükmüş, yere çökmesini sağlayarak şakağına indirmiştim. Zemine uzanışını görmüş, ardından gelen diğer üçünü de tekme ve yumruk darbeleriyle kolayca yere indirmiştim.
Ondan sonra hatırladığım tek şey ise beynimde çakan şimşekti. Gözlerimi açtığımda hastenedeydim ve annemin endişeli bakışlarını görebiliyordum. Bir yandan benim yanağımı okşuyor diğer yandan arkada, ayakta duran babama sert sözler söylüyordu.
“Hep senin yüzünden bu olanlar! Kaç defa diyeceğim oğlumu bu kadar döğüş meraklısı haline getirme diye!”
Babam ise hiçbir şey söylemeden bana bakıyor sanki annemin orada olduğunu fark etmiyor veya ona aldırmıyor gibiydi. O sırada kapıda beliren doktorun yanına giden annem onunla koridorda konuşmaya başladığında yanıma yaklaşan babamın parlayan gözleriyle bana bakarak söylediği sözler sadece gururumu okşamakla kalmamış, kendime ve ona olan güvenimin bir kat daha artmasına sebep olmuştu.
“Kendinden iri dört genci yere sermişsin. Şimdiden efsane oldun ama yapmamız gereken en önemli eğitime başlayacağız yakında o da dış etkenlere karşı hazırlıklı olmak. Bu da sana her yere dikkat etme özelliği sağlayacak ki bir daha böyle bir şey olmasın.”
“Baba, bir şeyi daha iyi anladım ki tanımadığın kızlara hiç güven olmuyor çünkü kafama su şişesini atan benimle konuşan kızdı!”
“Hah! Şimdi anlaşıldı asıl mesele! Bu konuda da yakında bir şeyler yapamamız gerekiyor. Belli oldu! Dinlen şimdi!”
Anılarımdan bir an kurtulup saate tekrar dikkatle baktım ve baş parmağımla yerine tam oturmamış kurma koluna bastırdım. Bu sefer çalışacağına inanmıştım içten içe. O anda içimde yükselen heyecan ve sevinç beni bile şaşırtmıştı. Olmuş, saniye atmıştı ama henüz sakinliğimi koruyamadan kendimi bir anda rengarenk bulutlarla kaplanmış, sürekli dönen bir girdabın içinde buldum. Bir süre sürüklendikten sonra gözlerimi kamaştıran bir beyazlığı gördüğümde kendimden geçtim.
Ne kadar baygın kaldığımı bilmiyorum ancak uyandığımda yaşadığım şokun tarifi mümkün değildi. Yüzüme doğru akan yeşil bir sıvının yanağıma dokunduğunu görmüş, ılıklığını hissederek şaşırmıştım. Tam gözümün hizzasında ise sarımsı yeşil kafası olan, uzun sivri kulaklı bir canlıyı görmüş, kanın onun çatlamış kafatasından geldiğini fark etmiştim.
Birden ayağa fırlayıp kendimi arkada bulunan kayalığa dayadım ama sırtım fena acımıştı çünkü bir çıkıntıya çarpmıştım. Etrafıma hızla bakındım. Nerede olduğumu anlamaya çalışıyordum. Burası bir mağaraydı ve yerde yatan canlının üzerinde uzun, kirli beyaz, rahiplerin elbisesine benzeyen kapişonlu bir kıyafet vardı. Aklım yeni yeni yerine gelmeye başlamıştı çünkü burasını biliyordum. Burası, bir saniye güncesinde anlatılan yer olmalıydı. O halde ben de tıpkı Cevdet Usta’nın yaptığı gibi bir yolculuk yapıp buraya gelmiştim.
Hemen elimi cebime attım endişeyle çünkü bir an saatin bende olmadığını hissederek korkmuştum. Buraya onun sayesinde gelebildiysem yine onunla geri gidebilirdim. Neyse ki saat cebimdeydi. Onu çıkarıp dikkatle baktığımda yine saniyesinin takılmış olduğunu anladım ancak kurma kolu içindeydi yani ona basamazdım. Herhalde zamanla yerinden çıkacaktı ve ben geri gidebilecektim. Sanırım bu şekilde işliyordu yolculuk.
Tam da olaylara olan tüm inancımı kaybetmiş, her şeyi kendimin uydurduğunu düşünürken buraya gelmem tesadüf olamazdı. Bir anda dışarıdan gelen yırtıcı kuşların çıkardığı seslere benzeyen ama çok daha ürkütücü olan bir ses benim yerimden sıçramama ve kendime gelmeme neden oldu. Düşünecek çok zaman yoktu. Yerde yatan bir Ari’ydi ve Cevdet Usta’nın geldiği zamanın hemen sonrasına geldiğimi düşünmekteydim çünkü güncede yazana göre bir silah ve gözlük olmalıydı yerde ancak onlardan eser yoktu.
Dikkatle ve biraz da ürkerek Ari’yi çevirdim. Eğer burası Seman gezegeni ise dışarıda iki güneş ve yüzlerce acaip yaratık olmalıydı. İşime yarayan bir şeyler bulmam gerekiyordu. O an aklıma gelen şey ise çılgınca olsa bile işe yarayabilirdi. Bir Ari kılığına girip Lena’nın yakalandığı yere ilerlemeli ve geç kalmamışsam onu kurtarmalıydım çünkü bu gezegeni ve her yeri en iyi bilen oydu.
Yaratığı soymaya başladığımda; yaratık diyorum çünkü karın kısmında solungaçlara benzeyen katları olan, uzun bir kuyruğa sahip, yeşilimsi kahverengi derisi kaygan bir maddeyle kaplı, çok kötü kokan bir canlıydı bu; bileğinden kolunun üzerine doğru bir cep telefonu büyüklüğünde ancak kolunun şeklini almış, üzerinde çok çeşitli parlak yeşil işaretler ve yazılar bulunan bir alet fark ettim. İşime yarayabilir düşüncesiyle onu çıkarmaya çalıştığımda onlarca kıl gibi kablonun onun sinirlerine bağlandığını gördüm. Yine de biraz asıldığımda kolaylıkla gelmiş ancak üzerindeki ışıklar sönmüştü.
O sırada dışardan gelen ses beni iyice korkutmuş, acele etmem gerektiğini bir kez daha hatırlatmıştı bana. Hızla elbiseyi üzerime geçirip sağ kolumu sıyırdım. Tamamen reflekslerime ve içgüdülerime güvenerek aleti kolumun üst kısmına koydum. Tahminim kıl gibi olan kabloların kendi kendine harekete geçip sinirlerimle bağlantı kurmasıydı fakat olmadı. Aletin sağına soluna bakarken tam uç kısmında çok zor görülen ufak bir çıkıntı fark edip ona bastım. Şimdi kıllar canlanmış ve oldukları yerde sallanmaya başlamışlar, aletin üst kısmı da komple kırmızı olmuştu.
Onu yavaşça koluma yaklaştırdım. Alet son derece güçlü bir şekilde, sanki bir sülüğün avına yapışması ve onu semirmeye başlaması gibi kolumu ele geçirdi. Çok kısa süre kolum hareketsiz kalmış, onu hissedememiştim. Ardından korktuğum şey başıma geldi çünkü beynim karıncalanıyor, gözüm kararıyordu. Saat ise sağ cebimde olduğundan uyuşmuş kolumla ona ulaşamadan kendimden geçtim.
Garip sesler algılıyor fakat bir türlü gözlerimi açamıyordum kendime gelmeye başladığım zaman. Ardından sanki güncedeki gözlükte olduğu gibi her yerinde anlamadığım yazılar ve şekiller olan görüntüler gözümün önünden geçmeye başladı. O sırada asıl görmem gereken şeyi sonradan fark etmiştim çünkü bir pelikana benzeyen, dört metre uzunluğundaki kırmızı gözlü, kısa kanatlı bir yaratık gagasıyla yerdeki Ari’yi ortadan ikiye bölmüş onu yemekle meşkuldü. Gözlerim aniden faltaşı gibi açılmış, bir an dehşete düşmüştüm. Ari’nin kafası ve gövdesini çiğnemeyi bitiren yaratık birden sertçe her yeri kıpkırmızı olan kocaman gözlerini bana çevirdi.
Yavaşça doğrulup gerilemiş, hızla koşmaya hazırlanıyordum ki üç metre bacağa sahip bu yaratığın attığı adım sonrası ne kadar hızlı olursam olayım ondan kaçamayacağımı anlamıştım. Şimdi iki bacağının arasındaydım ve bana doğru bakıyordu. Sağ elimi yavaşça kaldırıp kafamı siper ederken iki şeyi aynı anda fark ettim. Birincisi sağ kolum hareket edebiliyordu. İkincisi ise kolumdaki aletin ışıkları yeşil renkte yanmaya başlamıştı ve üzerinde kuşun resmi dönüyor, hemen yanında bir çarpı işareti yanıp sönüyordu.
Sakinliğimi korumaya çalışarak gagasından hala Ari’nin yeşil kanı süzülen yaratığın damarlı, kırmızı gözlerine bakıp, dikkatle sol kolumu aletin üzerine getirdim ve yanıp sönen işarete bastım ama bir şey olmamıştı. O sırada yaratık da iğrenç sesiyle bir çığlık atmış ve dev, beyaz kancaları olan üç parmaklı ayağını kaldırmış, beni ezmek üzereydi.
Gözlerimi kapadım çünkü artık sonumun geldiğini hissetmiştim ancak göz kapaklarım kapanır kapanmaz o çarpı işaretini zihnimde gördüm ve ona bastığımı hayal ettim o an. Bir saatli bombanın geriye sayma sesi gibi ancak daha dipten ve hızlı gelen bir ses duydum. Gözlerimi açtığımda yaratığın sallanarak üzerime düşmekte olduğunu görerek, son derece hızlı bir refleksle kendimi mağaranın diğer tarafına attım. Dev kuşun kafası bir balon gibi patlamış, et ve gagasını oluşturan kemik parçaları sağa sola saçılmıştı.
Gözlerimi alete çevirerek şaşkınlıkla bakakaldım. Ne işe yaradığını anlamaya başlıyordum şimdi. Ari’ler bu gezegen içindeki yaratıkları yakalayıp her birini kontrol edecek parçalar takmış olmalıydılar. Bu sayede onları düşmanlarına karşı kullanabileceklerdi. Bu aletin bununla sınırlı olmadığını fark edebiliyordum. Bunu da zamanla çözecektim ama şimdi acele etmeli ve dehşet duvarı denen yere gitmeliydim. Artık dışarıdaki yaratıkları kontrol edebilecektim ve endişe etmeme gerek kalmamıştı.
Hızla dışarı fırladım. Bir an durup hem sağımda hem de solumda bulunan güneşlere bakarak, ne kadar ilginç göründüklerini düşündüm. Farklı bir yerdi burası ama denizi ve doğası aynı Dünya’dakine benziyordu. Semanlar belki de İnsan ırkının bir yansıması veya akrabası olabilirlerdi. Bu düşünce beni rahatlatmıştı biraz az önce gördüklerimi düşündüğümde.
Tepeden aşağı doğru inerken sahile ve denize gözüm takılmıştı. Acaba güncede yazan, vantuzlarından dev böcekler çıkaran ahtapot ortaya çıkacak mıydı? Oraya geldiğimde henüz bir tehlike söz konusu değildi. Yeşil çalılıkların arasına dalarak yolumu bulmaya çalışıyordum ama yön güncede tam belirtilmemişti. Nereye gittiğimi bilmeden bir süre ilerleyip açıklık bir alana geldim. O zamana kadar her şey yolunda görünüyor, herhangi bir sıkıntı yaşamamıştım ancak bir his beni sürekli uyarıyor gibiydi. Ensemin tüyleri sürekli dikleşiyor, bir tehlike olabileceğini söylemeye çalışıyorlardı sanki.
Birden durarak etrafı dinlemeye başladım. Ne bir kuş, ne bir esinti ne de başka bir ses vardı ve bu çok tuhafıma gitmişti. Bir iki adım atıp tekrar durduğumda son anda bir ses duyar gibi oldum. Dikkatimi çevreme verdiğimde çok hafif bir vızıltı alıyordum ama nereden geldiğini anlayamamıştım. Sanki havada bir şey vardı beni etkileyen. Kafamı kaldırıp yukarı baktığımda beni neyin takip ettiğini gördüm. Bu güncede bahsedilen, uçan, siyah yuvarlak dairelerdi ve Kleps deniyordu onlara. Tam ortasındaki ışık yeşil yanıyordu ki bu iyiye işaret olmalıydı çünkü güncedekiler kırmızı yanıyordu.
Gözlerimi kapatarak kolumdaki cihaza ulaşmaya çalıştım. Yine şekiller ve anlamadığım yazılar karşıma çıkmıştı. ‘Acaba bu sistemin dil fonksiyonu var mı?’ diye düşündüm o an. Yazılanlara göre Ari gözlüğünde vardı ve bunda da olması gerekiyordu. Kendi kendime dile odaklanıp, ‘Dil, Türkçe!’ diyerek içimden birkaç kere tekrarladım ancak olmamıştı. Gözlerimi açıp sağ kolumu kaldırarak cihaza baktım. İyice koluma gömülmüş sanki benim bir parçam gibi olmuştu ama hala öndeki düğmeyi görebiliyordum. ‘Acaba buna mı bassam?’ diyerek elimi uzatıp düğmeye dokundum ama yine anlamadığım bir şekilde gözlerim karardı ve bayıldım.
Aradan ne kadar zaman geçtiğini bilmiyorum ancak gözümü açtığımda güneşlerin yeri çok değişmemiş gibiydi ya da bana öyle geliyordu. Sonuçta kuralları bambaşka, farklı sistemin parçası olan bir gezegendeydim. Belki de burada güneş hiç batmıyordu. Kafamı kaldırıp doğrulduğumda klepslerin iki adet olduğunu ve birbirlerine yeşil bir ışıkla bağlandıklarını gördüm. Bu ışığın o an ne işe yaradığını anlayamamıştım ama bir çeşit veri transferi olabilirdi yada sadece şarj ediyorlardı birbirlerini. Ayağa kalkarak sağıma, soluma bakındım. Az ilerde ağaçların arasında kırmızı gözlü metalik iskelet askerler, klentorlardan bir kaçı bana doğru bakıyordu.
Hemen aklıma kolumdaki cihaz geldi ve gözlerimi kapatıp ona bağlandım. Artık yazılanları rahatlıkla okuyor ve bu cihazın ne işe yaradığını anlıyordum. Eğer Cevdet Usta gözlük ve silah yerine ilk buna sahip olsaydı şimdi bu gezegende durum çok farklı olabilirdi.
Cihaz gezegende bulunan her yerin bir haritasına sahipti. Ayrıca nerede ne tür canlıların olduğunu kategorilere ayırmış, her birini kontrol edebiliyordu. Benim zihnimde gördüğüm çarpı işareti ise kendi kendini yok etme tuşu olarak gösteriliyordu. Denizdeki yaratıklardan, Semanların içindeki casuslara kadar neredeyse hepsi benim kontrolümdeydi.
Bunun ne büyük bir güç olduğunu anladığımda ise ‘Arileri daha yakından tanımalıyım!’ dedim içimden. Bu ırk sadece zalim ve sömürgeci değil aynı zamanda kontrolü elinde tutmak için diğer canlıların iradelerini ele geçirecek kadar ileri gitmişti. Bu gezegen onlar için sadece başka bir adım olmalıydı.
Zihnimde onların araştırmasını yaparken bilgilerin bu gezegenle sınırlı kaldığını fark ettim ancak bir merkez iletişim istasyonu vardı. Aynı zamanda içinde sağlık ünitesi olduğunu görünce güncede dehşet duvarı denilen yere baktım. Oldukça uzun bir çizgideydi ve adına ‘Acılar Tüneli’ denmişti. Sonunda da enerji kulesi vardı. Bu kule, Cevdet Usta’nın bahsettiği kara kule olmalıydı. Önce dehşet duvarına gidip Lena’yı kurtararak sağlık evine ilerlemek için planımı yaptım.
Bu arada gözümü açtığımda, kafamın üzerinde iki kleps kırmızılaşmış halde dönüyor, klentorlar ise parlayan kamçılarını yere vurup benim etrafımı sarmışlardı. Bir terslik vardı ama ne olduğunu anlayamamıştım. Birden beynimin üst kısmında bir sancı hissettim ve acıyla gözlerimi kapadım. O an etrafımdaki yaratıkların bana gönderdiği mesajları algıladım.
Biraz geç de olsa kolumdaki alete uyum sağlayabilmiş ve etrafımdakileri yönetebileceğimi fark etmiştim. Hemen onlara geri cevap vererek klentorları sahili kontrol etmeye gönderip, klepslere de beni takip etmelerini söyledim. Beni asıl şaşırtan şey ise bunu sadece düşüncelerimi yönlendirerek yapmam oldu. Hemen sağımda yukarı doğru çıkan küçük bir patikadan tırmanırken kafamın üzerindeki iki kleps, üzerimdeki elbise ile tıpkı bir Ari gibi olduğumu düşünüyordum.

6.BÖLÜM

Tepeyi aşıp ağaçlık bir bölgeden aşağı doğru ilerledim. Duvar hemen vadinin altında iki tepe arasından iki kilometre boyunca uzanıyor ve sonunda alt tarafı sisten görünmeyen kuleye bağlanıyordu. Kulenin tepesi ise bir füzenin başını andırıyor, ucundaki borudan çıkan siyah duman sanki yolunu biliyormuşçasına gökyüzüne doğru uzayıp gözden kayboluyordu.
Klepsleri, yapacağım şeyi görmemeleri için kuleyi kontrol etmeye gönderdikten sonra duvara iyice yaklaştım. Benim geldiğim yönün hemen sağında kısa sazlıklar ve arkasında küçük tepelik bir alan vardı. Her iki yanında ağaçlık alan uzanan bu ara yol, Cevdet Usta’nın güncede bahsettiği, klentorlardan kaçtıkları yer olmalıydı.
Bir an için o zamanı tekrar yaşadım zihnimde. Cevdet Usta avazı çıktığı kadar bağırıp Lena’yı uyarmaya çalışıyordu ama çok geç kalmış, sonra kendisi de Lena gibi duvarın kanlı dallarına yakalanmıştı. Tam o alana geldiğimde yerde duran iki parça harekete geçmemi sağladı. Bunlar ustanın bahsettiği silah ve gözlük olmalıydı. Onları alarak silahı belime sıkıştırıp gözlüğü kafama geçirdim.
Onu takarsam beni kısa süre bayıltacağını düşündüğümden onun kafamın üzerinde durmasını sağladıktan sonra yavaşça duvara yaklaştım. Etrafa yayılan kötü kokuyu alabiliyordum. Bu, erimeye başlayan cesetlerin ve akan kanın kokusuydu. Sesleri de almaya başlamıştım artık. Boğuk boğuk inleme sesleri kurbanların ağızlarının tıkanmış olduğunu gösteriyordu.
İyice yanaştığımda dallar bana doğru uzandı ancak bunu fark ederek hemen onlara açılmalarını emrettim. Dallar, ben ilerledikçe yavaşça sağa, sola kıvrıldılar ve baygın haldeki Lena bir anda üzerime doğru düştü. Onu kavrayıp yere yatırarak hemen elimle boynundaki nabzına baktım. Çok zayıf olsa da atıyordu ve henüz geç kalmış sayılmazdım. Siyah deri elbisesi her yerinden delinmiş, vücudu yavaş yavaş kanıyordu zavallı kızın. Belindeki yuvarlak, bumerang tarzı silahı hala yerindeydi. Her yeri ıslanmış, saçları nemden soluk yüzüne yapışıyordu. Onu taşımalı ve Ari merkezi denen küçük klübeye götürmeliydim.
Onu dallardan iyice uzaklaştırıp kucakladıktan sonra dallara kapanma emri verdim ve hemen solumdaki küçük çalılıkların arasından tepeye, evin olduğu yere doğru ilerlemeye başladım. O sırada kıpkırmızı halde dört kleps bana doğru hızla ilerlemeye başlamıştı. Niyetimi anlamış olacaklardı. Hemen gözümü kapatıp onları haritada seçtim ve her birine kendini imha etme yetkisi verdim. Gözümü açtığımda bize beş metre kala havada titremeye başlayıp teker teker patlayarak yok olmuşlardı. Bu iş çok hoşuma gitmeye başlasa da daha ileri gidersem çok daha fazlasının saldırıya geçeceğinden emindim. Bunu sonra düşünecektim.
Hızla yukarı, her tarafı bembeyaz olan yapının yanına yaklaştım. Tuhaf bir şekilde hiçbir yerinde giriş yoktu. Gözümü kapadım ve evi seçerek giriş kısmını bulup açılmasını emrettim ancak karşıma bir kod çıkmıştı ve bu kodu bilmiyordum. Sonra birden aklıma gelen ilk şeyi, saatimin arkasını çıkardım ve içeride bulunan dört haneli seri numarasını girdim. Tutmuş ve kapı açılmıştı. İçimden ‘Şanslı günümdeyim anlaşılan!’ diyerek hemen Lena’yı orada bulunan, üstü camdan oluşan, uzun bir tüp misali yatağa yatırdıktan sonra kapağını kapattım.
Hemen solunda, duvarda çeşitli bölümleri olan büyük bir kumanda paneli vardı ve üzerindeki yazıları anlamıyordum. Yine gözlerimi kapatıp ona zihnimde ulaştım. Gözlerimi açtığımda artık onu okuyabiliyordum. ‘Tam Tedavi’ yazan kısıma gelerek nasıl yapılacağına dair talimatı okuduktan sonra her şeyi düzgün yaptığımı anlayıp onu düşünerek başlat emri verdim.
Tüpün içi önce hafif bir dumanla kaplanmış ardından bir ışık süzmesi Lena’yı taramıştı. Alttan çıkan kolların ucuna bağlanmış çok küçük iğneler onun çeşitli yerlerine girdiler ve bir çok kez bu işlemi tekrarladılar. Ne olduğu konusunda hiçbir fikrim yoktu ama onun iyi olacağını ummaktan başka bir şey yapamazdım artık. Ben de bu sırada diğer odaya geçerek üzerinde bir kaç ekran olan kontrol paneline göz gezdirdim.
Ekranın birinin üzerinde ‘Gelen Çağrı’, altında ise kırmızı ‘Acil’ yazısı yanıp sönüyor, belli ki diğer Arilerden biri, muhtemelen burada olanın bir üst rütbelisi, kontrol için arıyordu. Eğer onaylarsam beni görebilir ve durumu anlayabilirdi. Hiç dokunmamaya karar vererek kafamdaki gözlüğe odaklandım. Lena, hala baygın halde iyileştirme tüpünün içindeydi ancak kanamaları durmuş, yaraları iyileşmiş, yüzünün rengi pembeleşmiş ve kendine gelmeye başlamıştı. Bu iyiye işaretti.
Gözlüğü kafamdan alıp incelemeye başladım. Kenarlarından bir lastikle kafaya geçiriliyordu. Yeşil renkli, geniş, kayak ve güneş gözlüğü karışımı bir şeydi. Normal bir gözlükten bir farkı olmadığını düşünüyordum ama öyle olmadığı güncede yazıyordu. Hemen bel çantamı açarak günceyi çıkardım ve gözlükle ilgili kısmı okumaya başladım.
Cevdet Usta gözlüğü kafasına geçirip gözüne taktığında alnının yanından uzanan vantuzlar yapışarak beyinle iletişim sağlıyordu. Gözlüğün iç kısmında böyle bir parça veya vantuz görünmüyordu ancak denemeden bilemeyecektim. Onu kafama tekrar geçirip gözlükleri taktığımda alnımın yanında hafif bir karıncalanma hissettim. Ardından daha önce kolumdaki cihazda olduğu gibi kendimden geçtim.
Yerde, duvara dayanmış halde gözlerimi açtığımda ilk olarak gördüğüm şey Lena’nın kendine gelip yatağın üzerindeki beyaz camı aralaması olmuştu. Bana sertçe bakarak yere fırladığında bir terslik olacağını hissetmiş, hemen ayağa kalkmıştım. Belindeki demir bumerangı bana doğru savurduğunu gördüğüm an gözlüklerin tam olarak ne işe yaradığını da keşfettim. Bana nereye gitmem gerektiğini kırmızı bir okla işaret ediyordu gözlük camının içindeki ekran. Hemen oraya doğru hamle yaparak diskten kurtuldum. Aynı anda aklıma gelen ilk şey, ‘Dur! Ben düşmanın değilim!’ demek oldu.
Bu arada bumerang Lena’nın eline geri dönmüştü ama durmaya niyeti olmadığını anlayarak hızla atağa geçtim. Amacım onu tutarak etkisiz hale getirip konuşmaktı ama ben onu yakalayamadan karnıma ve ardından kafama yediğim tekmelerle yere serildim. Bu arada anlamadığım bir çok şey söylemeye devam ediyordu. Böyle olmayacaktı. Hemen toparlanarak bana atacağı yumruktan kendimi kurtarıp, belimdeki silahı ona doğrulttum ve “Dur!” diye bağırdım. O an silahı görmüş ve duraklamıştı ama ayakları sabit değildi ve hala bir şeyler söylemeye devam ediyordu.
Gözlükleri kafamın üzerine alıp gözlerinin içine bakarak diğer elimle ona dur işareti yaptım ve “Sakin ol! Ben düşmanın değilim!” dedim daha yumuşak bir sesle ama bu onu yatıştırmamıştı.
Aklıma gelen ilk şey onun güvenini kazanmaktı. Gözlerimi ondan ayırmadan yavaşça silahı yere koyduktan sonra elimi sağ cebime atarak saati çıkarıp ona uzattım. Ona şaşkınlıkla bakıp korkarak uzandı ve onu eline aldığında artık yerinde durmaya başlamış biraz daha sakinleşmişti. Bumerangını arkasına takıp saatin arkasını çevirerek inceledikten sonra tekrar bana baktı ama bu sefer kızgınlık değildi bakışlarından okunan. Beni incelemeye başlamış, meraklanmıştı.
Bana kafamdaki gözlüğü işaret ederek onu takmamı işaret ettiğinde günceyi hatırlamış ve ne yapmam gerektiğini anlamıştım. Gözlüğü takdım ve dil seçeneğini bularak ‘Seman Dili Yükle’yi seçtim. Kısa bir kararma anından sonra gözlerimi açarak Lena’ya baktım dikkatle. Bir şey söylemeden önce onun konuşmasını ve onu anlayıp anlamayacağımı tartmak istemiştim. O da bunu fark etmiş olacak ki,
“Beni anlıyor musun?” diye sordu.
“Evet, evet seni anlıyorum!” dedim. Konuşmaya devam edecektim ancak söylediklerim henüz kulağıma yabancı olduğu için garipsemiştim durumu. Buna aldırmayarak ne söyleyeceğime odaklandıktan sonra, “Bak, o saati tanıyorsun değil mi? O Cevdet Usta’ya ait olan, yani Cevdet’in yanındaki saat. Şimdi anlatacaklarım çok garip gelecek ama bana inanmalısın! Her şeyden önce ben düşmanın değilim! Bir Ari gibi giyindim çünkü seni kurtarabilmek için onları kandırmam gerekiyordu. Ben tıpkı Cevdet gibi bir insanım ve Dünya gezegeninden geliyorum. Bak!”
O sırada bel antamı açıp günceyi çıkararak ona uzattım.
“Bu günce Cevdet tarafından bizim zamanımıza göre yüz yıl önce yazılmış. Beni bu günceyi bulmaya iten ise o elindeki, yani büyükbabamın bana verdiği saat. Ona da saati, savaş sırasında bir İngiliz subayı vermiş. Çünkü dedem onun, yani düşmanının hayatını kurtarmış. Bu subay da saati Cevdet Usta’dan almış. Cevdet saati satmış ama burada yaşadıklarını hiç unutmamış. Saat yanındayken buraya gelişi, senin onu buluşun ve dehşet duvarına kadar geçen maceranızın hepsi burada yazıyor. Seni orada o ölüm çalılarının arasında bıraktığı için ne kadar pişman olduğu yazılı. Saatin bir görevi var. Aslında içinde bir canlı olduğundan da şüpheleniyorum. Çünkü bu saat beni buraya getirdi. Hikayeyi bildiğim için de mağarada uyandığımda ilk aklıma gelen şey seni kurtarmak oldu. Belki sen neler olduğunu benden daha iyi biliyorsundur.”
Bir an duraksadım. Daha anlatacak çok şey vardı ama onun ne tepki vereceğini merak ediyordum doğrusu. Biraz da soluklanmak iyi gelecekti. O an bana farklı bakmaya başlamış meraktan ilgiye dönmüştü bakışlarındaki ifade.
“Beni kurtarmaya mı geldin yani? Başka bir gezegenden, belki de evrende yerini asla bilemeyeceğim bir yerden! Hem de yüz yıl öncesinde yazılan bir hikayeye inanarak!”
Birden gülmeye başladı ve bana bakarak, “Yani sen ciddisin söylediklerinde öyle mi?” dedi.
“Bana inanmayacağını tahmin etmeliydim. Haklısın! Peki o zaman gözlüğü al ve güncedeki dili kendine yükleyerek onu oku. Ondan sonra konuşalım. Kendi ismini orada görünce de böyle mi diyeceksin bakalım?” dedim kendimden emin halde.
Gözlüğü ona uzattım. O da, “Pekala, okuyacağım ama silah ve saat ben de kalacak. Sen de benim görebileceğim uzaklıkta olacaksın!”
“Tamam! Ne dersen o!”
O günceyi okurken ben de bir kenara oturmuş bunun nasıl olabildiğini düşünmekteydim. Buraya geldiğimden beri sürekli gelişen olaylar durumu adamakıllı değerlendirmeme izin vermemişti ancak şu an buna vaktim vardı ve ben ne yapacağımı bilmez haldeydim.
Buraya nasıl geldiğimi hayal etmeye çalıştım bir an. Bir gökkuşağı girdabının içinde sürüklendiğimi hatırlıyordum. Bu bir çeşit zaman yolculuğuydu ama sadece zamanda değil mekanda da yolculuk yapmıştım. Nasıl bir güçtü beni buraya getiren? Peki koluma bağladığım şeye ne demeliydi? Bir Ari teknolojisiydi bu ve her şeyi sadece zihnimle kontrol edebiliyordum bu sayede. O kadar bilimkurgu hikayesi arasında hala böyle bir şeye rastlamamış olmak da ilginç geldi bunları düşünürken.
Gözlerimi Lena’ya çevirip onun nasıl biri olduğunu hissetmeye çalışıyordum. Gür, siyah, kıvır kıvır uzun saçlarını arkadan bağlamış, yuvarlak bir yüzü ve sert hatları vardı ancak duygusal bir kişiliğe sahip olduğuna şüphem yoktu neredeyse. Tıpkı İnsan gibi. Tıpkı İnsan gibi mi? Evet! Kimbilir hangi galaksinin hangi sarmalının kaçıncı gezegenindeydim ve kalkıp yeni bir tür görmeyi beklerken bize tıpatıp benzeyen Semanları görmek benim için biraz hayal kırıklığıydı açıkcası. Ancak Ari’ler beni şaşırtmıştı çünkü o garip fiziksel yapının altında bu kadar zeki ama bir o kadar da acımasız bir ırk beklenemezdi bana kalırsa. Yine de içimden bir ses onların o kadar zeki olmadığını olsa olsa bu teknolojiyi çaldıklarını söylüyordu.
Saatin sırrı ise hala çözülememişti ama beni yönlendirdiğine neredeyse emindim. Bir şekilde benimle bağlantıdaydı ve biz henüz yolun başındaydık. Ben bu düşüncelerle boğuşmaktayken Lena da okumayı bitirmiş ve bana hafifçe ıslanmış olan gözlerle bakmaya başlamıştı.
Kendini toplayarak, “Bu olanlar benim için çok yeni ama burada çok eski bir olaydan bahsediliyor gibi. O kadar zaman geçmiş olamaz! Cevdet iyi biriydi. Tüm istediği şey bana yardımcı olmaktı. Bu saat, onun bana gösterdiği saat. Yani sence bu saat zamanda ve gezegenler arası yolculuk yapmayı mı sağlıyor? Eğer tüm Ari’lerde böyle bir şey varsa nasıl onlarla savaşacağız. Bu mümkün değil!” dedi umutsuzca.
Bu arada ben de ayağa kalkıp onun yanına gitmiştim. Bana dikkatle bakarak, “Al! Gözlük, saat ve silahın! Söylediklerine tam olmasa da inanıyorum. Şimdi ne olacak? Daha önemlisi bu yerin bir kapısı yok. Buraya nasıl girdik? Yoksa burada esir mi alındık? Bana söylemediğin bir şey mi var?” dedi duvarlara dikkatle bakarak.
“Ben bile hala olanlara inanamıyorum. Gözümü kapadım ve burada açtım. Neyse şimdi sana asıl söylemek istediğim, onlarla nasıl savaşacağımız konusu; bir de bu var tabii!”
Elbisenin kolunu sıvazlayıp ona vücuduma yapışık halde olan aleti göstererek konuşmama devam ettim.
“Bu alet benim sinir uçlarıma yapıştı ve bana Ari’lerin tüm gezegeni nasıl kontrol ettiklerini gösterdi. Dışarıda gördüğün klepsler, klentorlar, esir alınmış Semanlar, gezegende bulunan hayvanlar ve diğer tüm şeyler bununla kontrol ediliyor. Sanırım buraya bıraktıkları Ari, onların bir elçisi yada yöneticisi ve her işgal ettikleri gezegende onlardan bir tane bırakıyorlar. Buraya girerken kapıyı ben sadece zihnimde canlandırarak oluşturdum. Bak, şöyle!”
Hemen yandaki boş duvara bakarak çizgilerin oluşmasını sağlamış ve kapıyı oluşturmuştum. Yavaşça araladım ve “İşte, bu şekilde oluyor.” dedim. Sonra devam ederek, “Buradan ayrılmadan önce şurada gördüğün ekranlarda acil çağrı uyarısı aldım. Sanırım diğerleri buradaki Ari’den haber alamayınca onu aramaya başladılar. Şimdi sana verilen görev o Ari’nin ölüsünü bulmaktı, doğru mu?”
“Evet! Sığınaktan ayrıldığımızda araştırma yapmaya gidiyorduk!”
“Eh! Artık araştırma yapmana gerek kalmadı çünkü dev bir kuş onu parça parça yapıp yedi! Ben zor kurtuldum elinden. Sonrasında bu aletle onun kafasını uçurdum. Sanırım buradaki her canlıya bir şey takmışlar ve istedikleri zaman yok edebiliyorlar. Her neyse! Şimdi sana söylemek istediğim asıl konu çok önemli çünkü o zaman durumu net olarak anlayabileceksin. Daha doğrusu gösterebilirim sanırım.”
Gözlerimi kapatıp hemen boş olan ekranlardan birine yanaştım ve benim bakış açımdan çekilen görüntüleri ekrana aktardım. Ari, biriyle konuşuyordu ve konuşmanın tamamı kaydedilmişti. Bunu, ‘Bize Bağlı İç Güç’ adlı bir dosyadan çıkarmıştım kolumdaki aleti incelerken ve bir isim çok dikkatimi çekmişti. İlk sırada bir resim vardı ve altında ‘Amitap Galaksisi, S9, Elçi Perak’ yazıyordu.
O an için hatırlayamamıştım bu ismi nereden bildiğimi ama Lena’ya günceden bahsederken birden hatırlamıştım her nasılsa. Bu dosyanın içinde daha bir çok resim vardı ama o önemliydi benim için çünkü güncede adı geçen, Lena’nın amcası Perak’tı o ve gezegende ele geçirilmemiş olanların hayatını kurtarmak için Ari’lerle bir anlaşma yapmış olmalıydı ancak yine de bu, Lena’yı böyle tehlikeli bir göreve neden gönderdiğini açıklamıyordu.
Ekranda görüntüler gelmiş ve beraberce izlemeye başlamıştık. Perak, siyah, uzun, yakası dik bir tünik giymiş, karşısındakine karşı diz çökerek ezik bir şekilde konuşuyordu.
“Sana yalvarıyorum yüce Ari! Beni ve geride kalan halkımı sağ bırakırsan gezegendeki tüm zengin yeraltı kaynaklarının, düşmanlarımıza karşı hazırlanmış tüm silah gücünün yerlerini sana söyleyeceğim ama bizim yaşamamıza izin verin!”
Genizden gelen boğuk ve tiz bir sese sahip olan Ari, “Dağın altındaki sığınaktan dışarı çıkmazsanız izin vereceğim ancak çıkan olursa sonuçlarına katlanır ve Ari ordusunun bir kölesi olur! Beni iyice anladın mı elçi?”
“Anladım efendim! Sağ olun! Sağ olun!”
Burada görüntü bitmiş, Lena sinirinden kıpkırmızı olmuş halde bana bakmaya başlamıştı. “Bu kadar yeter! Ben biraz hava alacağım!” diyerek hızla dışarı çıktı.
Ardından ben de çıkıp, kapıyı mühürlemiştim. Artık kapının olduğu yer düz bir duvara dönüşmüş, yapı eski haline dönmüştü. Lena’yı o halde bırakmamak için hızla yanına gittim.
“Halkının ihanete uğradığını düşünüyorsun. Bunu anlayabilirim ama sen kendi gözlerinle gördün. Ariler zamana bile hükmedebilen çok güçlü bir ırk. Perak onları durduramayacağını çok önce anlamıştı ve halkını korumak istemesi çok normal.” dedim durumu biraz daha yumuşatmaya çalışarak.
“Hayır! Konu o değil! Bana hiçbir şey söylemedi ve beni hep dışarı gönderdi. Şurada konuşulanın tam tersi bir durum bu. Beni asıl kızdıran, onun benden kurtulmak istemesi ama bunu anlayabilirim çünkü direniş için her zaman bir çalışmam vardı ve halkı tehlikeye düşürdüğümü düşünmüş olmalı. Yine de ben onun öz kızı gibiydim. Benden bu kadar kolay vazgeçmemeliydi!”
“Bak, ben babamı yeni kaybettim ve buraya gelmeden önce aklımı kaçırdığımı, böyle bir şeyin mümkün olmayacağını düşünüyordum ama şu an buradayım ve hayatta ummadığımız her şey olabiliyor. Önemli olan sen bunlara hazırlıklı mısın? Kendine bunu sormalısın bence! Şu an gezegenin tamamını diğer Ariler gelmeden kontrol etme şansına sahibiz. Esirleri kurtarıp onları yanımıza alarak bir şeyleri düzeltmeye başlayabiliriz! Ne dersin?”
“Senin adın ne? Sen beni tanıyor gibisin ama ben daha adını bile bilmiyorum!” dedi bir an bana gülen gözlerle bakarak. Bu bakışlarda onun içine bir umut ışığı saçıldığını hissedebiliyordum.
“Hakan! Büyük dedem, dedem ve babam askerdi. Ben fizik okumayı seçtim fakat seçimim ne olursa olsun sanki kaderimde onlar gibi olma durumu var sanırım.”
“Hakan! Ben, amcamı görüp onunla konuşmalıyım! Gözümün içine bakıp bana gerçeği anlatmasını istiyorum. Benimle gelir misin? Orada, arkada bıraktığım bazı kişiler var bize yardım edebileceğine inandığım. Sığınaktan ayrılacaksak bile avantajlı ayrılalım bence!”
“Tabii ama daha önce şu önümüzden gelen ekibi geçmemiz gerekecek!”
“Nerede? Ben göremiyorum!” dedi Lena etrafına bakınarak.
İşaret parmağımla kafamı işaret ederek, “Henüz buradalar ama çok yakında şu tepenin altında olacaklar ve orası sığınağa giden en kısa yol gördüğüm kadarıyla.”
“Onları istersen durdurabilirsin değil mi?”
“Tabii ki! Hepsini aynı anda patlatabilirim ama zaten buraya gelirken bazılarını yok ettim ancak daha fazla bu şekilde hareket dikkat çekecektir çünkü onlar bana bağlı oldukları kadar ana merkeze bağlılar ve yoğun hareketleri çok rahat tespit edebileceklerini biliyorum.”
Kolumu kaldırıp aleti göstererek, “Hepsi burada bu bilgilerin!” dedim.
“O zaman senin kafandaki haritanın göstermediği çok daha farklı bir yoldan gideceğiz demek ki!” dedi kendinden emin bir halde gülümseyerek.
“Gel! Bu taraftan!” diyerek hemen olduğumuz tepenin sol tarafındaki ağaçlık tarafa doğru ilerlemeye başladı. Ben de hemen peşine takıldım.


7.BÖLÜM

Sık ağaçları geçtikten sonra ufak bir su göletinin yanına gelmiştik. Arkamızda ve etrafımızda bir hareketlilik yoktu ve bu da beni oldukça rahatlatmıştı. Henüz çözemediğim bir çok özelliği vardı kolumdaki panelle gözümdeki gözlüğün ve işime yarayacakları kesindi. Suyu görünce birden ne kadar susadığımı fark edip göle eğildim ancak Lena hemen omuzumdan tutup beni geri çekti.
“Dur! Su zehirli! Semanların bir çoğunu böyle yakaladılar. Onları zehirleyip bayılmalarını sağladılar. Sonra bir çöplükmüş gibi onları toplayarak kuleye götürdüler!” dedi beni uyararak.
Ardından hemen önümüzde devrilmiş bir ağacın dallarının arasına gizlenmiş, yeraltına açılan demir kapağı göstererek onu açmamız gerektiğini söyledi. Beraber kapağı açarak merdivenlerden aşağı indiğimizde zemin, göz gözü göremeyecek kadar karanlık, hafif balçık gibiydi ancak yürünebilecek durumdaydı. Bu arada zihnimden burayı kontrol etmiş ama bulamamıştım. Bu da beni tahminlerimde yanıltmamış, Lena’nın Arilerden gizli kalmış yerleri iyi bildiğini gösteriyordu.
Lena bana dönerek, “Yolu biliyorum ama bir şey göremiyorum. Bir süre böyle gideceğiz artık!” dedi.
Bu arada benim aklıma bir fikir gelmiş, “Belki ben yardımcı olabilirim!” diyerek gözlüğü takmıştım. Gözlük bir termal kamera gibi etrafı yeşil olarak algılıyor ve net görmemi sağlıyordu. İlerlediğimiz tünelin tavanından tane tane damlalar akıyordu. İçerisi bir insanın rahatça yürüyebileceği kadar genişti ancak böyle yerlerde hiç ummadığımız yaratıklar karşımıza çıkabilirdi.
“Lena, burada hiç canlı var mıdır? Yani bu tüneller tehlikeli mi?” diye sordum merakla.
“Hayır! Aslında bir zamanlar Torpamlar burada yaşardı ve çok vahşi oldukları bilinirdi. Bu tünel Büyük Seman ülkesinin havalandırmasını sağlamak için yapılmıştı ancak bu çok uzun zaman önceydi. Bu tünelleri kullanmayı bıraktığımız zamandan çok sonraları torpamlar burayı evleri yapıp ara sıra doğaya çıkarak avlanırlardı. Semanlar da dahil her şeyi yiyebilecek kadar vahşiydiler.”
“Torpam dediğin nasıl bir hayvan?”
“Hayvan?”
“Ha! Yani bizim gibi bilince sahip olmayan diğer canlılara hayvan diyoruz biz!”
“Hımm! O zaman torpamların hayvan olmadığı kesindi çünkü bir bilince sahiptiler. Her neyse; onlar üç ayaklı, iki kollu ama kolları çok uzun, büyük ve uzun ağızlı olurlar. Önde tek gözleri, kafalarının arkasında da daire şeklinde halkalardan oluşmuş bir kulakları vardır. Biz onların ne kadar çoğaldığını ancak işgalden sonra anlayabildik çünkü Ariler onları kontrol etmeye başladıklarında bize karşı kullandılar. Sayıları yüzbinlerceydi. Ariler tüm torpamları buradan toplayıp kullandıktan sonra onları, enerjilerini sömürmek için tutsak olarak tuttuklarını biliyorum. O yüzden bu tüneller artık boş.”
“Bu iyi haber! Al, gözlüğü tak! Etrafı rahat göreceksin! Ne de olsa rehber sensin şu an!” dedim ona gözlüğü uzatıp.
Lena gözlüğü taktıktan sonra uzun bir süre karanlıkta yürümüştük. Yol ara sıra sağa sola kıvrılıyordu ama çoğunukla düzdü. Aklımda bu gezegenle ve öncesinde ne olduğuyla ilgili çok soru vardı ancak hem Lena’nın acılarını deşmek istemediğimden, hem de olası bir tehlikede etrafı iyi duymak için bir süre konuşmamayı tercih etmiştim. Hemen arkasından onu takip ediyor, sadece ayak seslerini duyabiliyor, hiçbir şey göremiyordum. Bir süre sonra elimi tuttu ve benim bir demire tutunmamı sağladı.
“Burada bir merdiven var. Hemen arkamdan tırmanmanı istiyorum. Bu çıkış yolu direk olarak sığınağın üst katlarındaki havalandırma borularına açılıyor. Oradan sonra uzun bir süre sürünerek ilerleyeceğiz çünkü geçit çok dar. Oradan da amcamın ofisinin olduğu yere geçeceğiz.” dedikten sonra harekete geçen Lena tırmanışını bitirip içinden geçeceğimiz dar kapağı aralamış ve dar boruların olduğu yere girmişti. Ben de hemen arkasından onu takipteydim.
Sürünme faslı bittiğinde artık öndeki aralıklı kapaktan gelen ışık sayesinde etrafımı rahatça görebiliyordum. Lena birden durarak gözlüğü bana uzattı ve işaret parmağını dudaklarının ortasında tutup sessiz olmamı istediğini belirtti. Olduğum yerde ona bakıp ne yapacağını beklemekteydim. Yavaşça kapaktan içeriye bakıp orada biri olup olmadığını kontrol etmiş, kimse olmadığını anlayınca kapağı söküp bana gel işareti yaparak aşağı atlamıştı.
Aşağı indiğimde onun, geniş ekran bir duvar projektöründen bazı dosyaları incelediğini görebiliyordum. Eliyle ekranı hareket ettirirken kendisinin resmini bulunca duraksamıştı. Gözlüklerimi taktım ve ekranda onların diliyle yazılan yazıları okumaya başladım. Ekranda, gizli dosyalar içindeki bazı Semanların kişisel bilgilerini görmekteydim. Tüm hayat hikayeleri, karakterleri ve altlarında Perak’ın özel notu vardı.
Lena için ‘İsyankar, tehdit oluşturuyor!” yazıyordu. Hemen altındaki kişilere göz attığında üç kişi daha görünüyordu. Talon, Harkim ve Zerta’ydı isimleri. Hepsinin altındaki yorum Lena’nınkiyle aynıydı. Anlaşılan Perak onları kara listeye eklemiş ve yok edilmeleri gerektiğine inanmıştı.
Dosyanın başına gelen Lena ‘Tüm Dosyayı Tamamen Sil’ komutuna dokundu. Artık onlar verilerden silinmişler ve haklarında hiçbir şey bulunamayacaktı. Bana dönüp, “Artık sana tamamen inanıyorum! Buraya gelip kendi gözlerimle görmek istemiştim. Gel! Amcam gelmeden buradan çıkıp diğerlerini bulmamız gerek. Onlarla bir karar verme aşamasında ayrılmıştık. Kuleyi nasıl yok edebileceğimizi tartışıyorduk ancak bir sonuca varamamıştık. Sanırım bu konuda bize en çok senin yardımın dokunur!” dedi.
Kapıyı yavaşça araladı ancak kapının önünden geçen nöbetçileri görünce kapatıp onların geçmesini bekledikten sonra sağ tarafı sığınağın içini tamamen gösteren koridordan ilerlemeye başladık. Neredeyse yirmi katlı bir yapıydı ve biz en üstteydik. Biraz sonra siyah renkli bir kapıya geldik ve içerideki odadan başka bir odaya geçip bir gardolabı andıran büyük iki kapıyı açarak içine girdik. Bu büyük bir asansördü ve aşağı doğru ilerlemeye başlamıştık. Orayı sadece Perak ve bazı özel kişler kullanıyor olmalıydı.
Asansör durduğunda odadan çıkarak, dağın altında sarı ışıklarla kaplanmış mağara gibi bir yere gelmiştik. Hemen sol tarafımızda büyük bir siyah kapı, yanında ise küçük bir heykel vardı. Lena heykeli ittirip hemen zeminde bulunan kırmızı düğmeye bastı ve duvarda bir el işareti belirdi. Heykeli yerine ittirip oraya elini koyarak duvardan bir kişi geçecek kadar aralanmasını sağlamış, biz içere girince duvar arkamızdan kapanmıştı.
Aralığın sonunda yine eliyle duvara bastı ve duvar açıldığında çok daha aydınlık olan bir odaya girdik. Sağımda, saçlarının kenarı olmayan ama tam ortadan sanki roma komutanlarının kafalarına geçirdikleri miğferin tüyleri gibi kırmızı saçlarını arkaya doğru dikmiş, kısa kollu, önden düğmeli deri siyah bir kıyafet içerisindeki kızı görmüştüm. Önünde üç büyük ekran açılmış, bir yandan gezegenin iç yüzeyindeki kameraları kontrol ediyor öbür yandan bazı hesaplamalar yapıyor gibiydi. Aynı görüntüleri Perak’ın odasında da görmüştüm. Dışarıda olan biteni bu kameralardan takip ediyorlardı ancak bu bana biraz tuhaf gelmişti çünkü klepslerin bu kameraları fark edip yok etmeleri gerekmiyor muydu?
Kızın hemen arkasında, bir sıraya uzanmış, kafasında saç olmayan bir diğeri ellerine bağlı bowling topuna benzeyen topları kaldırıp indiriyordu. İdman yaptığı her halinden belliydi çünkü onları kaldırırken oldukça zorlanıyor, yüzü geriliyor, ağzından tıslama sesi çıkıyordu.
“Selam! Zerta, Talon, bu Hakan! Buraya çok uzak bir yerden, adına Dünya dedikleri bir gezegenden geliyor ve bize yardım edecek diye umuyorum. Harkim nerede?”
Zerta önce bana dikkatle bakıp beni baştan aşağı süzdükten sonra, Lena’ya dönerek, “Arkada, gemiyle uğraşıyor. Takmış kafayı ona sanki bizi buradan kurtaracakmış gibi!” dedikten sonra bana dönüp, “Pek işimize yarayabilecek birine benzemiyorsun. Başka bir gezegende yaşıyorsan neden tüm Seman ırkı gibi görünüyorsun? Lena’yı bilmem ama ben yutmam bunları!” dedi sertçe.
O sırada ağırlıkları bırakıp yanıma yaklaşan Talon dev cüssesiyle bana tepeden bakarak, “Bu bücür mü işe yarayacak? Onu da şu ezdiğim kemik torbaları gibi şuracıkta ezebilirim!” dedi bana acımasızca bakarak.
Babamdan ve bana verdiği eğitimden kalan en önemli şeylerden biri ilk anda hiçbir zaman dişini göstermemekti ancak buradakilerle berabersem onlara güvenmeli ve beni tanımalarına izin vermeliydim. O yüzden ben de onun gözlerine dik dik bakarak,
“Öyle mi koca oğlan? Nasıl yapacaksın bir görelim! Ama önce beni yakalaman lazım! Bu arada unutmadan beni tutmaya çalışırken çok fazla yorma kendini! Çünkü o zaman canına okuyacağım andır!” demiştim.
Lena araya girerek, “Tamam! Bu kadar yeter! Benim hayatımı kurtaran birini böyle karşılamamanız gerekiyor.” dedi sertçe.
Talon çirkin, kare şeklindeki kafasını geriye çekerek yüzüne hiç yakışmayan bir halde gülümseyip, “Sende cesaret var oğlum! İşimize yararsın belki, kimbilir?” dedi.
O sırada onları arkada bulunan dört basamağın hemen üzerindeki aralıktan seyreden uzun saçlı, esmer, uzun boylu Harkim, elini sildiği kirlenmiş bez parçasını yere fırlatıp araya girerek, “Lena! Ne geldi başına?” dedi hafif endişeli bir halde.
“Anlatacağım! Ama önce hepiniz oturun! Sizinle konuşmak istediğim çok önemli bilgiler var!” diyerek salonun dibindeki masada bulunan sürahiden bir bardak su doldurup bana uzattı.
“Unutmamışsın!” dedim ona ilgiyle bakıp. Ne kadar kafası karışık olursa olsun yanındakine dikkat etmesi onun en iyi özelliklerinden biri olsa gerekti.
Hepsi masanın etrafına geçip oturduklarında Lena onlara ilk olarak Cevdet’i bulduğu sahildeki olaylardan şu ana kadar geçen her şeyi ayrıntısıyla anlatmış, bu arada Zerta hem onu masanın kenarına kurduğu düzenekle kaydetmiş hem de söylediği şeylerden bazılarını tablete benzeyen bir alete not almıştı. Daha sonra bu söyleşi ve notlardan çıkarımlar yapacakları belli oluyordu.
Ben ise bir yandan onları dinliyor bir yandan onlara buraya gelişimi nasıl anlatacağımı düşünüyordum çünkü bana inanmayacakları neredeyse kesin gibiydi. Aynı zamanda aklımda bu gezegen, hatta sistemleriyle ilgili oldukça fazla soru vardı. Sabırla Lena’nın lafını bitirmesini ve durumu tartışmaya başlamalarını beklemekten başka çarem yoktu. Lena, benim onu nasıl kurtardığımı anlatmaya başlayınca sorular art arda gelmiş ama o bunları benim açıklamamı umduğunu söyleyerek yanıtsız bırakmıştı.
Konuşma bitmiş, Zerta notlarını kontrol ederek bana dönüp, “En önemli kısımlar sana kaldı anlaşılan birden ortaya çıkan esrarengiz adam! Sen de anlat da olayı kafamızda netleştirelim ne dersin? Senin hikayen nedir?” demişti.
Başıma gelen olayları ayrıntılarıyla onlara anlattıktan sonra, Zerta’nın not almayı bitirmesini bekleyip kafamdakileri onlara aktarmaya başladım.
“Dünya gezegeni, bizimle beraber milyonlarca gezegenin olduğu Samanyolu dediğimiz galaksinin içinde. Ancak bu konuda çok bilgim yok açıkcası ama merak ettiğim çok şey var. Mesela siz evrende neredesiniz? Bir sisteminiz var mı? İki güneşe sahipsiniz. Bu nasıl mümkün olabilir?”
Zerta tam yanıtlayacakken onun sözünü kesen Harkim, “Müsaade edersen bunu ben cevaplayayım! Ne de olsa bu benim konum sonuçta!” diyerek anlatmaya başladı.
“Gezegenimiz henüz işgal edilmemişken çok barışçıl bir sistemimiz vardı ve biz hep başka gezegenleri ve evreni keşfetmek için gereken tüm işlemleri yapmıştık. Ben bir keşif gemisinde kaptan yardımcısı rütbesine kadar yükselmiştim. Gemimiz Seman Kaşifleri 5.Tempina idi. Kendi sistemimizden çok daha uzaklara gidip çok farklı ırklarla karşılaşma şansına sahip oldum. Şimdi anladığım kadarıyla Dünya daha bu seviyeye gelememiş ama onlar da yakında gelecektir. Bizim gezegenimiz Amitap Galaksisi dediğimiz, yine binlerce gezegenin olduğu bir yerde. Aslında sınırlarını belirledikten sonra Seman sisteminin galaksinin tam ortalarında bir yerde olduğunu söyleyebilirim. Sistemimiz şu şekilde!”
Harkim önüne düşen saçlarını arkaya doğru atıp hemen yanındaki metal kutuların üzerine konmuş, birbirine yapışık iki çubuk gibi olan nesneyi alarak onu ayırdı ve çubukların ortasında bir ekran belirdi. Onu masaya koyarak eliyle şekli ayarladı ve çubuğun başındaki düğmeye basarak görüntünün üç boyutlu olarak masanın üzerine çıkmasını sağladı.
Yüzlerce turuncu küçük nokta belirmiş, aralarında mavi çizgilerle bağlanmış olanlar vardı. Onlardan bir tanesine havada dokunarak büyümesini sağladığında sistem gezegenlerini ve şekillerini rahatlıkla görebiliyordum artık. Bu, yan yatmış bir sekize benzeyen şeklin tam ortasında iki sarı nokta vardı. Hareketli olan şekilden gezegenlerin nasıl kendi etrafında ve birbiri ardına döndüğünü de anlayabiliyordum.
Harkim sözüne devam etti kaldığı yerden. “Buradan uzaklaştığımızda gördüğün gibi bizim yakınımızda, bizim gibi şekli olan dört sistem daha var ancak ikisinin güneşleri sönmüş olduğundan oralarda yaşayan çok az canlı var ama üstteki şu sistem, Bizden çok daha üstün bir ırk olan Telma’lara ait. Onlar aynı zamanda ileri uçlardaki gezegenlerde konuşlanıp bu bölgenin korumasını da sağlıyorlardı. Bizim gezegenlerimizin hepsinde Seman’lar yaşıyordu ancak dışardan gelenlere her zaman yer vermişizdir.
Telma’lar aslen su gibi olan ancak jölemsi vücutlarıyla dış gezegenlerde bir koruma olmadan hareket edebiliyorlar, topladıkları her türlü maddeyi silaha, makineye veya bir alete dönüştürebiliyorlardı. Onları da içlerine girip oradan kontrol ederlerdi. Çok uzun süre beraberce bu bölgede yaşadık. Onlardan çok şey öğrendik. Gelişmemizin çoğunu onlara borçluyuz. Hiçbir zaman onların yenilebileceğini düşünmemiştim ama bu Ari’ler yılan gibi. Çok sabırlı ve planlılar. Yenebileceklerini düşünmeden veya saldıracakları ırkların en zayıf yerlerini keşfetmeden kesinlikle gizli kalıp belki de yüz yıllarca bilgi topluyorlar. Sonra yeterince bilgiyi elde edince gözlerine kestirdikleri ırkı kolayca ele geçiriyorlar.
Biz,Telma’lara çok güvendiğimiz için hep gardımız düşük haldeydik. O yüzden onlar düşünce bizim düşmemiz çok daha kolay oldu. Şimdi ise bir birlik bile olamıyoruz. Şuna bak! En güvendiğimiz kişi, elçimiz bile bizi gözden çıkarmış durumda!”
Zerta bana dikkatle bakarak, “Neyi merak ediyorum biliyor musun? Nasıl oluyor da bir çok farklı şekle sahip ırkla karşılaşırken sen bize çok benziyorsun?”
“İnan ben de aynı soruyu soruyorum kendime ama bunun cevabını bilmiyorum. Dünyadakilerden farklı bir ırkla karşılaşan herhalde çok az insan vardır. Olsa bile hükümetler bu tür şeyleri gizli tutuyorlar. Orada böyle bir şey olduğu zaman ancak deney malzemesi olurlar herhalde.”
“Peki bu Ari aletlerinin tüm özelliklerini biliyor musun? Bize avantaj sağlayabilecek mi?”
“Öyle olacağını umuyorum.”
“Orada dur bakalım Zerta!” diye söze karıştı Lena. “Henüz Hakan’ın, beni kurtarsa bile davamıza yardımcı olacağını bilmiyoruz. Bu tamamen ona kalmış. Hakan! Eğer istersen bu cihazları bırakıp geri gidebilirsin saati kullanarak. Bunu biliyorsun değil mi? Çünkü başına her şey gelebilir ve biz gelmemesini garanti edemeyiz.”
O an gözüm elime aldığım saate takılmış, sanki onu izlerken gözlerim açık halde bir rüyaya dalmıştım. Saatin saniyesi on ikiden bire gelmiş ve yine takılmış, ilerlemeye çalışıyordu. Kurma kolu da tam olarak ortaya çıkmış basmamı bekliyor gibiydi. Ama daha önce bastığımda hep onikide takılmış durumdaydı. Şimdi ise beş saniye ilerlemişti. Bunun ne demek olduğunu bilmiyordum ama geri dönebileceğimden emin olamamıştım o an. Herhangi bir yere ve zamana da gidebilirdim buradan çünkü saniye farklı yerdeydi artık. Bekleyip bunu takip etmeye karar vererek onlara yardım edebileceğimi anlamıştım. Bunu istiyordum da çünkü onların başına gelen bizim başımıza da gelebilirdi.
“Koca oğlan sen ne dersin? Bir rakip hoşuna giderdi herhalde!” dedim Talon’a çarpık bir gülümseme atarak.
“Senin gibi yüz tanesi gelse yine tırnağım olamazsın bücür ama yardım etmen hoşuma gider doğrusu. Bir fazla, hiç olmamasından daha iyidir şu ara.”
Lena’ya döndüm ve “Bence bu saatin bana yaşattıkları ve onunla oluşan bağımızın bir anlamı var. Buraya gelmem ve sizinle tanışmam tesadüf değil. Günceyi bulmam, senin durumunu bilmem ve şu Ari cihazlarının bana uyum sağlaması sanki bir kurgunun düzeni gibi. Buna inanıyorum ve sizinle kalıp ne gerekiyorsa yapacağım ama hayatım tehlikeye girerse saati kullanmaktan kaçınmam! Şimdiden söyleyeyim. Eğer siz de onaylarsanız bazı fikirlerim de var Arilerle ilgili ama öncesinde siz hiç acıkmaz mısınız? Açlıktan ölüyorum! Burada ne ile besleniyorsunuz?”
“Ahh! İşte şimdi seni sevmeye başladım ufaklık!” diyen Talon hemen arkasında bulunan iki kapılı siyah renkli dolabı açarak içinden ilginç kablar ve değişik yiyecekler çıkarmaya başlamıştı bile.

1 Beğeni

SON YAŞAM ÜSSÜ
8.BÖLÜM

Bir süre dinlendikten sonra Lena ve ekibinin planlarını dinlemeye başlamıştım ancak çok dar bir açıdan bakıyorlardı bana göre. Müdahale etmem gerekecekti ama onları kırmadan ve kibarca yapmalıydım. Bunu da yapabileceğim en iyi nokta, iyi bir tartışma ortamına zemin hazırlamaktı. Bunun için uygun zamanı bekleyip harekete geçtim.
“Yani seni kurtardığım gibi diğerlerini de dehşet duvarından çıkarabileceğimi düşünüyorsunuz! Ha, bir de zihinleri değiştirilen ve kule içinde köle olarak çalışanlar vardı değil mi?” dedim konuya girerek.
“Evet! Aynen öyle!” diyerek beni onayladı Lena.
Ona dönerek, “Diyelim ki bu dediklerinizi başardık ve Semanların çoğunu kurtardık. Peki, sonra?”
Zerta söze girerek, “Sonra onları örgütleyip diğer gezegenlere geçerek aynı şekilde kurtaracağız. Ardından yeterince güçlenince onları sistemimizden atabiliriz.” dedi inançla.
“Sadece sizin sisteminizden çıkacaklar tabii! Sonra ne olacak?”
“Hakan! Bir şey mi ima ediyorsun?” diye sordu kaşları çatılmış haldeki Lena.
“Hayır! Sizi bir noktaya getirmeye çalışıyorum daha ileriyi görebilelim diye çünkü siz de olmayan ve benim çok net gördüğüm bilgiler var kolumdaki cihazın içinde. Her şeyden önce dehşet duvarından seni kurtarabilmem tamamen zamanlamayla alakalıydı. Şunu anlamalısınız; ben, sizin yakalanmanızdan hemen sonra buraya geldim. Diğerleri maalesef bu kadar şanslı değildi. Şu an o duvarın içindeki herkes ölmüş ve erimeye başlamış durumda. Diğer konu ise kölelerle ilgili. Onları da kurtaramayız çünkü beyinlerinin yarısı yanmış halde.”
Konuşurken onlara bakmıyor, gözümü hafifçe yukarı kaldırmış, bakış hizzamın önünde açılan bilgileri kontrol ediyordum durumu özetlerken.
“Şu an dosyaları inceliyorum ve en son planladığınız kuleyi yıkma işi de hiç o kadar kolay bir iş değil. Kulenin iç yüzü ile dış yüzü arasında geniş bir boşluk var. Orası kleps ve klentorlarla dolu. Sayıları bin kadar var. Hepsini birden yok etmeye kalksam bile bu onların bize saldırmasını engellemeyecektir çünkü sayıları çok fazla ve benim zamana ihtiyacım olacak. Ayrıca bu hareket, emin olun, diğer gezegenlerdekileri başımıza toplamaya yetecektir.” diyerek tepki ve yorumlarını beklemeye başladım.
Lena, ve Zerta kafaları öne düşmüş halde kalmışlar, Talon sinirlenmiş ve ayağa kalkarak yürümeye başlamış, Harkim ise bana dikkatle bakarak, “Sen bizdeki silah gücünü bilmiyorsun ama!” demişti.
Lena gözleri yaşarmış halde Harkim’e dönüp, “Ne fark eder! Hepsini öldürüp kullanmaya başlamışlar! Ne için savaşacağız onları kurtaramadıktan sonra!” dedi.
Zerta bana bakarak, “Peki nedir senin önerin, yada bizi getirmek istediğin nokta?” dedi umutsuzca.
Onlara ciddiyetle bakarak, “Bence kaynaklarına gitmeliyiz!” dedim. Ardından devam ederek, “Anladığım kadarıyla duvar Semanları yavaş yavaş eritiyor ve onlardan arta kalanlar kuleye gidiyor. Orada ne olduğunu bilmiyorum ama kulenin tepesinde gökyüzüne uzanıp kaybolan bir geçit veya siyah bir sis gördüm. Tüm gezegenlerde durum aynı ise bunlar bir noktada birleşiyor demektir. Bir saniye!”
Gözümü kapatarak zihnimde kuleyi tarayıp bulmuş ve içindeki işlemlere göz atmıştım o ara. Bir dakika sonra gözümü heyecanla sonuna kadar açıp hızla nefes almaya başladım. Gördüğüm manzara çok kötüydü.
“Ne oldu? Ne gördün?” dedi Lena merakla.
Kafamı sağa sola sallayıp toplamaya çalışarak, “Kazan! Devasa bir kazanda kemik ve kanı kaynatıyorlar. Ahh! Midem! Sanki kokuyu alıyor gibiyim. Yukarı çıkan duman değil, bir çeşit yağ ve onu enerjiye çeviriyorlar. Makinaları için kullanıyor olmalılar bunu. Kaynağa gidip o ne ise yok etmeliyiz! Silah gücünüzü bilmiyorum ama bunu tek başımıza yapamayacağımızı düşünüyorum.”
O an Harkim ayağa kalkarak, “Gel sana silah gücümüzü göstereyim. Sonra bir daha düşünürüz.” dedi.
Arkasından diğerleri ile beraber onu takip ettikten sonra büyük, hangara benzeyen bir yere girdik. Ortada gümüş, neredeyse yirmi metre çapında, yukarı doğru kalkan iki kuyruğu olan, ufo benzeri bir gemi duruyordu. Hemen altında sekizli füze başlıkları göze çarpıyor, yere zikzak yaparak uzanmış dev iki konsolun üzerinde havalanacakmış gibi değil de sanki zıplayacakmış gibi bir görüntüsü vardı. Hemen altına girdiğimizde, kolundaki saat benzeri alete dokunarak bir kapağı açtı ve aşağı doğru yavaşça yuvarlak, geniş bir platform indi. Bu bir asansördü ve geminin içine girmemizi sağlayacaktı.
Hayatım boyunca bu tür bir gemiyi sadece bilimkurgu filmlerinde gördüğümden olsa gerek, dilim tutulmuşçasına onu izliyordum. Bu bir uzay gemisiydi ve Harkim’in ilk söylediği sözlerin gerçek olduğunu kanıtlıyordu. Şimdiye kadar başıma gelenler çok acayip olsa da bu onun da ötesinde, nefes kesici bir duyguydu.
Harkim’e dönüp heyecanımı bastırmaya çalışarak, “Bu gemi işlevsel mi? Yani bununla diğer gezegenlere veya Ari kaynağına gidebilir miyiz?” dedim.
“Tabii, bunu buraya son anda gizledim. Burası sığınağın en gizli bölgelerinden biri. Diğer gemiler ve savaş üssü Seman şehri ile beraber yok oldu. Elimizde kalan bir tek bu. Zerta ile beraber uzun süredir üzerinde çalışıyoruz. Silahlarını güçlendirdik. Hızını arttırmak için bir çok yeni parça ilave ettik. Deposu da dolu ve harekete hazır hale geldi.”
Bu arada asansörle yukarı çıkmış ve geniş kumanda merkezine girmiştik. Bir sürü bilgisayar paneli ve geniş bir penceresi vardı bu odanın. Bir koltuğa oturup şaşkınca etrafıma bakındıktan sonra aklıma gelen ilk şeyi söyledim.
“Eğer bu gemi ile kaynağı havaya uçurursak, kara kuleler ve eritme duvarları yok olur ancak sonrasında diğer gezegenlerdeki Ari’ler eminim ana üslerine haber vereceklerdir ve bu da bizi tam bir hedef haline getirecek. Diğer gezegenlerle bağlantı kurabildiniz mi hiç?”
“Maalesef! İşgal çok çabuk oldu ve tüm bağlantılarımızı kopardı diğerleriyle. Burada kapana kısılıp kaldık.” diye beni cevapladı Lena.
“Eğer diğerlerini kurtarma şansımız olacaksa hedef haline gelmekte bir sakınca yok bana kalırsa!” dedi Harkim.
Bir yandan Harkim’e dikkatle bakmış, öte yandan düşünmeye başlamıştım. Buradaki ekip sanki özenle seçilmiş gibiydi. Lena grubun lideri konumunda, Zerta teknik konularda uzman, Talon işin güç kısmını hallediyor, Harkim de grubun cesaretini temsil ediyordu ama gözü kara bir cesaret, deneyim, zeka ve bilgiye karşı hiçbir şey ifade etmeyecekti. Bu gemi her ne kadar bizi kaynağa götürse de kaynak dediğimiz şeyin ne olduğunu, nasıl çalıştığını ve savunmasının nasıl olduğunu bilmediğimiz sürece bu hareketimiz bir işe yaramayacaktı. Savaşacak olsak bile yok olmamız çok kolay olabilirdi.
“Bu planın pek işleyeceğini düşünmüyorum çünkü kaynak dediğimiz şeyin ne olduğunu çözmeden körü körüne gitmek olur bu bence!” dedim düşüncelerimi belirterek.
Zerta da beni onaylayarak, “Bu konuda seninle aynı fikirdeyim. Önce yeterince araştırmamız gerekiyor. On günde tüm gezegenlerimizi işgal eden bir uygarlıktan bahsediyoruz.” dedi.
Ona bakarak, “Şimdi beni anlamaya ve sizi getirmek istediğim noktayı görmeye başladın!” dedim.
Lena söze girerek, “Diğer gezegenlerden destek bulabilir miyiz? Ne dersiniz?” dedi düşüncelerinden bir an sıyrılırcasına.
“Ben de tam oraya geliyordum. Semanların ana gezegeni hangisi? Arilerin bu gezegenlerin birinde ana üssü olmalı. Oraya sızabilirsek bir çok konuda bilgi alabiliriz. Bir de destek konusunda merak ettiğim bir şey var aslında. Bu sistemin koruyucuları olan Telmalardan hiç yaşayan var mıdır? Çok daha üstün bir ırk olduklarına göre onlara danışabiliriz!” dedim.
Artık kafamda bir şekil oluşmaya başlıyordu ancak yine de çok tehlikeliydi çünkü buradan başka bir gezegene gittiğimizde gezegende yaşayan neredeyse tüm canlılar bizim düşmanımız olacak ve savunmasız kalacaktık ama bunu düşünmek için erkendi şimdilik.
Talon uzun süreli sessizliğini bozarak, “Hah! Koruyucuymuş! O kadar çaresiz kaldılar ki onlar olmasa belki daha fazla şansımız olacaktı! Hepsi tuzla buz oldu! Onlardan arta kalanları gemilerle toplayıp götürdüler. Geride kalanlar ise çok tuhaflaştılar ve işe yaramayan atıklara döndüler. Sağlam olanı bulabileceğimizi sanmam!” dedi gür sesiyle.
“Bizim ana gezegenimiz, hemen arkamızda kalan gezegen. O, aynı zamanda en büyüğü.” dedi Zerta oturduğu koltuğun hemen arkasındaki panele dönüp. Bir iki düğmeye basmış ve geminin tüm hareket konsolunun ışıkları yanmıştı. Ardından hemen dış camların olduğu yer bir ekrana dönüşmüş, orada bir gezegen şekli belirmişti.
“İşte! Seman1 gezegeni. Diğerlerinin aksine gezegenin tamamı yerleşim yeri dolu. Dokuz parçaya bölünmüş bu yerleşim yerlerinin her birinde ayrı kentler kurulu ama yönetimleri tek elden yapılıyor. Her bölümden seçilen senato üyeleri merkezde toplanıp önemli kararları beraber alırlardı. Şurası merkez dediğim yer.”
“Zerta, bana bu ana merkezlere uzak ıssız alanları seçebilir misin buradan?” dedim söze girip.
“Tabii! Yaklaşık merkezlere uzaklığı yüz ‘ter’ (1 ter = 0,7 km.) olan yerleri arıyorum. Evet! Toplamda dört adetmiş zaten.”
“Peki en yüksekte olanı hangisi?”
“İşte, şurada!”
“Bence Ariler üslerini oraya kurmuş olmalılar!” dedim tahmin yürüterek. Bu tahminde kafamdaki bu gezegenin ve Arilerin kuruluş şekline dikkat etmiştim daha çok. Strateji oyunlarından öğrendiğim en önemli şeylerden biri de buydu. Düşmanın gücünü ve teknolojisini iyi analiz edip ona göre hareket etmek gerkiyordu. O yüzden oraya gitmeli ve daha çok bilgi almalıydık. Sabır ise bu işin anahtarı olacaktı.
“O zaman ilk oraya mı gidelim?” dedi Lena diğerlerine bakarak.
Talon, kafasını sallayarak onaylamış, Zerta, “İyi Fikir!” demiş, Harkim ise “Orada nerede saklanacağımızı iyi biliyorum!” demişti.
Lena bana dönerek, “Harkim aslen Seman1’de doğmuş ve geçici görevle buraya gelmişti ama bizden vazgeçemedi!” dedi gülümseyerek. Aynı anda Harkim’in koluna taktığı saat benzeri alet kırmızı renkte yanıp sönmeye başlamış, aynı zamanda kesik kesik uyarı sesi veriyordu.
“Biri geliyor! Burayı sadece Perak biliyor! Çabuk! Gemiden çıkıp hangarı mühürlememiz lazım!” dedi endişeyle.
Zerta o sırada gemiden sığınağın kameralarına bağlanmış, Perak’ı yanında iki korumayla asansörden çıkarken görmüştü.
“Zaman yok!” dedi onları uyararak.
“O halde onları yakalayıp, esir alacağız! Artık buradan geri dönüşümüz olmayacak!” dedi Lena hızla platforma ilerleyip.
Diğerleri de platforma binmişler ve gemiden inerek hızla ilk odaya girmişlerdi. Lena ve Talon giriş duvarının sağ tarafına, Zerta ve Harkim de sol tarafına geçmişti. O an aklıma gelen plan ise hiçbirinin düşündüğü cinsten değildi çünkü bir şaşırtmaca gerekiyordu ve bunu ben yapacaktım.
Lena yere çökmüş bana bakarak “Gelsene, seni görecekler!” dedi eliyle beni çağırıp.
Onlara bakarak kapüşonumu geçirip gözlüğümü gözüme indirdim ve “Merak etmeyin! Beni görünce Perak küçük dilini yutacaktır!” diyerek sırtımı onlara döndüm.
Nefesler tutulmuş duvarın açılmasını bekliyorlardı. Ardından önce Perak, arkasında, ellerinde silahlarla iki koruma içeri daldı. Bir anda duraksayan elçinin gözleri faltaşı gibi açılmış, donmuştu adeta. Görüntülerde Ari’nin nasıl konuştuğunu duymuş, onu taklit edebileceğimi anlamıştım.
Hırıltılı ve genizden gelen bir sesle, “Hoş geldin elçi, ben de seni bekliyordum!” dedim sırtım ona dönük halde.
Kendine gelen elçi hemen yere diz çökmüş, askerler de onu izlemişti. Konuşmaya başlayan Perak, “Efendimiz, buraya neden geldiğinizi tahmin edebiliyorum ama emin olun Lena ve ekibi artık bize sorun olmayacaklar. Lena, acılar tüneline çoktan girdi. Ben de diğerlerini onu kurtarması için gönderip size teslim edecektim.” demişti acıklı bir ses tonuyla.
Arkadan çıkan ekipten Talon sağdaki korumanın tam kafasının üstüne çivi çakarmışçasına bir yumruk indirmiş, sol tarafta ise Harkim diğer korumanın boynunu kavrayıp çevirerek kırmıştı.
Perak şaşkınca sağa sola bakıp önüme döndüğümde beni görünce nasıl bir hata yaptığını anlamış ve kafasını önüne eğmişti. Ona yaklaşan Lena, “Bana bak!” dedi yaşarmış gözlerle. Perak hiç sesini çıkarmadan kafası önde durmaya devam ediyordu. Lena tekrar, “Bana bak dedim!” diye bağırdı ona sertçe.
Kafasını kaldıran Perak’a nefretle bakan kız, “Seni babam gibi sevmiştim amca! Oysa sen ne kanı bozuk biriymişsin! Değil burada hiçbir gezegende elçilik yapamazsın sen çünkü sende onur denen şeyden eser yok! Seni bir Seman olarak bile kabul etmiyorum aşağılık herif!” deyip Talon’a dönerek, “Onu bağlayın! Ağzını da iyice kapatın ki bir daha konuşamasın! İğrenç nefesini hissetmek istemiyorum! O da bizimle gelecek! Onu yem olarak kullanabiliriz bence!” dedi acımasızca. Şimdi gözlerindeki yaşlar geçmiş yerine nefret ve hiddet vardı Lena’nın.
Benim için inanılmaz olan bir diğer yolculuk ise başlamak üzereydi. Uzay gemisine binip yıldızlar arasında seyahat edebilecektik. İçimden ‘Keşke bunu başka bir amaç için yapabilseydim!’ diyordum. Oysa amacımız savaştı ve bundan kaçış olmayacaktı anlaşılan.
Tüm ışıkları yanan geminin içi tıpkı yıldız savaşları filmindeki gemiler gibi olmuş, bembeyaz koridorları ve geniş bir kumanda merkezi vardı. Herkes yerini almış, Harkim ön taraftaki koltuğa geçerek pilot görevini üstlenmişti. Kolundaki nesneye dokunup hemen üzerimizde, yuvarlak bir kapak şeklindeki dev geçit kapısını açmıştı. Dağın içinde yukarı doğru uzanan geniş bir delik vardı ancak geminin geçebilmesi için yeterli boşluğa sahip gibi durmuyordu.
Harkim, Zerta’ya dönerek, “Ne dersin, buradan çıkarabilecek miyiz bu bebeği?” dedi.
Zerta ise önündeki ekranda geminin pozisyonunu deliğe göre ayarlıyor, bir nevi rota belirliyordu ancak çok ince hesaplamalar yapmak zorunda kalmıştı. “Biraz zor olacak, üç yerde eğim sandığımdan sert ve çıkarken bazı yerlerini çarpacağız ama dağın yapısı çok dayanıklı değil. Geçebiliriz! Geçmeliyiz!” dedi önündeki ekrandan gözünü ayırmadan.
Geminin zikzak şeklinde olan ayaklarının altındaki iticiler çalışmaya başlamış, biraz zaman geçtikten sonra ise katlanarak geminin içine girmişlerdi. Artık havada duran gemi kuyrukları hariç tam bir ufo gibi olmuştu. Olduğu yerde yukarı doğru hızla hareketlendiğinde Harkim, “Herkes sıkı tutunsun! Çok hızlı ve sert bir çıkış yapacağız!” dedi. Bir anda hızlanan gemi tünelin sağına soluna çarparak yükseldi ve dağın ağzından çıkabildi. Harkim hızı azaltarak kordinatları girmiş ve Zerta’ya, “Şimdi Zerta, gücü devreye sokalım!” dedikten sonra önündeki onay düğmesine basmıştı.

9.BÖLÜM

Ekrandaki görüntüler tıpkı benim buraya gelirken girdiğim girdaba benziyordu ancak daha koyuydu. On saniye bile geçmemişti ki bir anda yavaşlayan gemi artık yıldızların arasındaydı. Etrafıma inanılmaz gözlerle bakıyordum ne olduğuna anlam vermeye çalışarak. İleride sadece birkaç gezegen ve güneş görünüyordu ama biraz daha ilerleyince sistemin tamamını rahatlıkla görebiliyordum. Bir anda aklıma gelen şeyi onlara sormak istedim ama çok geride kalmış bir uygarlık olduğumuzu belli edecek bir hareket olduğunu fark ederek vazgeçtim. Yer çekimiydi sormak istediğim ama burası farklı bir yerdi ve belki de bu tarz şeyler kendiliğinden hallediliyordu. İleriye bakarken Lena’nın da benim gibi etrafa şaşkınlıkla baktığını fark ettim.
Ona dönerek, “Sen de mi ilk defa çıkıyorsun uzaya!” diye sordum.
“Uzay? Ha! Bu alan! Biz ona ‘Kesa’ diyoruz. Hayır, ben daha önce bir iki defa diğer gezegenlere gitmiştim amcamla ancak çok küçüktüm o zamanlar. Benim şaşırdığım şuradaki şey. Bak!”
Eliyle sol tarafımızı işaret ediyordu. Orada, her tarafı sivri dikenlerle kaplı, deniz kestanesini andıran devasa bir şey vardı ve dışarıya uyum sağlamış, karanlıkta görünmesi zorlaşmıştı. Daha dikkatle bakınca diğer gezegenlerden gelen siyah ışınlar güneşlerin ışıkları sayesinde belli oluyor, ona bağlanmışlar, sanki bir balon misali onu şişiriyorlardı. Bu bir çeşit tanker veya depo olmalıydı ve tahminlerimde yanılmıyorsam burada topladıkları her ne ise, başka yerde kullanmak içindi.
O sırada Harkim, “Zerta tarayıcılarında bir şey görüyor musun? Ben bize doğru yaklaşan iki cisim uyarısı alıyorum!” dedi.
“Evet ben de gördüm! Hemen kontrol ediyorum! Evet! Yakınlaştırdım görüntüyü!”
Görüntü şimdi ön camlardaydı ve iki, uzun, jete benzeyen beyaz uzay aracı bize doğru yönelmişti.
Zerta, “Kahretsin! Bunlar Ari savaş tronları! Bizi fark etmiş olmalılar ama nasıl?” dedi sinirle.
Hepsi bir an bana baktılar. O an kendimi çok garip hissetmiş, saatimi düşünmeye başlamıştım ama ben olamazdım. Onlara işaret parmağımla bir saniye işareti yaparak kolumdaki cihaza bağlandım. Önce oradaki jetleri düşünmüş ve araştırmıştım ama onlara bağlanamıyordum. Bir şey beni engelliyor, dosyalara girmemi zorlaştırıyordu. Hemen altta kırmızı halde yanan ‘Sinyal Engellendi’ yazısını açıp kaynağına gitmeye karar verdim. Bu başka bir cihazdı ve benimkinin aynısıydı.
“Ben değilim! Başka bir cihaz var ve bu geminin içinde!” dedim heyecanla. Talon hemen arkaya doğru fırlamış ve sağdaki kapıdan girip, Perak’ı yakalamıştı. Arkasından ben ve Lena girmiştik. O sırada Talon, Perak’ın kolunu sıyırmış, oradaki cihazı yumruğuyla çoktan ezmişti. Perak ise acıyla inliyordu. Kafamda kontrol ettiğimde sinyal uyarısı yok olmuş ama çok geç kalmıştık çünkü Ariler neredeyse bize yetişmek üzerelerdi.
Geri döndüğümüzde Harkim, Zerta’ya, “Silahları hazırla Zerta!” dedi ve bize dönerek, “Lena! Sağımdaki kumanda koltuğuna geç! Orada hedefe odaklanıp ateş açacaksın! Ben de manevra yapmaya çalışacağım! Zerta, sana söylediğimde gemiye tam güç vermeni istiyorum! Onların tek atışı bile bizi delmeye yetecek güçte! Gemi kalkanını kullanırsak hızlı hareket edemeyiz!” dedi endişeyle.
Bu arada ben de zihnimden savaş jetlerine müdahale edebilmeyi ümit ederek araştırmaya başlamıştım. Kontrol mekanizmalarını net olarak görebiliyor ancak herhangi bir işlem yapamıyordum. Çok yaklaşmışlar ve silahlarını aktif hale getirmişlerdi.
“Harkim, silahları aktif oldu! Geri sayım yapıyorlar!” dedim heyecanla. Bir yandan da elim saatime gitmiş, baş parmağımla kurma koluna basmak için hazır haldeydim.
Harkim bana dönerek, “Ateş etmelerinden hemen önce haber ver!” dedi.
“Son iki! Şimdi Harkim, Şimdi!” diye bağırdım.
Harkim, “Zerta tam güç!” dediği an gemi bir anda yukarı doğru yükseldi ve gökkuşağı girdabına girdik. Ardından Harkim’in sesini duydum tekrar.
“Güç devre dışı Zerta!”
Yukarı yükselen geminin aşağı doğru yöneldiğini ve Arilerin arkasına geçtiğimizi fark ettim. Zihnimden onların tarayıcılarını kontrol edip nereye gittiğimizi araştırdıklarını anlamıştım. Jetlere iyice yaklaşmıştık artık.
“Lena, Ateş!” dedi Harkim sertçe.
Lena altta bulunan tüm füzeleri kilitlendiği hedeflere göndermişti ama jetler çok hızlı manevra yapıyor ve bu saldırılardan kurtuluyorlardı. Artık bizi fark etmişler, geri dönüş yapmaya hazırlanıyorlardı. Bir anda gözümün önündeki ekranda jetlerin kontrol mekanizmalarının yeşile döndüğünü, sonra silikleştiğini fark ederek, “Harkim onlara iyice yaklaş!” dedim.
Zerta gücü biraz arttırmış ve iyice yaklaşmıştık önümüzdeki jetlere ancak biri sağa öbürü de sola dönmüştü o an.
Gözümün önünde, sağımda ve solumda iki kumanda paneli yemyeşil yanmaya başlamış, yüksek sesle konuştuğumun farkına varmadan, “O kadar kolay değil kaçmak!” diyerek iki kolu aynı anda tuttuğumu hayal ettim ve onları birbirlerine doğru çevirdim. O sırada gözlerimi kapamış ve yapmaya çalıştığım şeye konsantre olmuştum. Biraz sonra iki elim yumruk halde birbirine değmiş ve görüntüler bir anda bembeyaz olmuştu. Artık bir şey göremiyordum. Yavaşça gözlerimi açtım ve içerdekilerin bana ağızları açık halde baktıklarına şahit oldum. Kısa bir sessizliketen sonra hepsi, “Evet! İşte bu! Wouw!” sesleriyle beni alkışladılar.
Talon bana bakarak, “Ben demiştim belki işe yararsın diye!” dedi. Ne olduğunu anlamamıştım ama Zerta olanları kaydetmiş ve “Hayatımda böyle bir şey görmedim!” diyerek keyifle bana gösteriyordu. İki jet kendilerine bir çember çizmişler ve ortada birbirlerine çarparak yok olmuşlardı. Tam da istediğim şeydi bu ama yapabileceğime inanmamıştım. Sonunda onlardan kurtulmuştuk ve saati kullanmama gerek kalmadığı için mutluydum.
Hızla yola devam ederek Seman1 gezegeninin atmosferine girip, yüzeye doğru inişe geçtik. Az önce olanlar ise aklımdan çıkmıyordu bir türlü. Bir şekilde Arilerin cihazlarını kontrol edebileceğimi çözmüştüm oysa ben bunun sadece gezegenle sınırlı kalacağını düşünüyordum, ayrıca bunun için iyice yaklaşmam gerekmişti. Demek ki yeterince yakında isem diğer cihazları, hatta gemilerini bile kontrol edebilecektim ancak bu sadece iki küçük uçaktı. Çok daha büyük şeyler için belki daha fazla bir yetkiye ihtiyaç olacaktı. Bunu zamanla çözecektim ancak şimdi bu grupla sağ salim hedefimize gitmemiz beni rahatlatmıştı.
Lena bana yaklaşıp yanağıma bir öpücük kondurmuş, “Sadece beni değil tüm ekibi de kurtardın bu sefer. Sana ne kadar teşekkür etsem az!” demişti. Aramızda oluşan bağ, daha o uyandığında başlamış ve gitgide güçleniyor, bunu hissediyordum. Bir daha saatime dokunacak olursam onu da götürebileceğimi düşündüm bir an. Henüz bu denenmemişti ama çok zor durumda kalırsam bunu denemekten kaçınmayacaktım.
Harkim atmosferi yine tam güç geçmiş, bir anda gezegeni ve yerleşim yerlerini görmeye başlamıştık. Uzun gökdelenler, binlerce yerleşim yeri görünüyor ama hepsi parçalanmış, yıkılmış ve dumanlar içerisindeydi. Koca ülke viraneye dönmüş, kimsesiz halde öylece duruyor, ekip acı dolu gözlerle aşağı bakıyordu.
Harkim geminin yönünü değiştirerek denize doğru yöneldiğinde bize dönüp, “Sıkı durun! Denize sert bir giriş yapıp yer altındaki yedek üsse girmeye çalışacağım.” dedi.
Bu arada geminin şekli Zerta’nın önündeki ekranda dönüyor, deniz için bazı ayarlamalar yaptığı belli oluyordu genç teknisyenin.
Derinlere gittikçe etraf iyice kararmış ancak Harkim ışıkları açmadan sadece önündeki sismik denizaltı haritasına bakarak ilerliyordu. Bir süre sonra gemiyi durdurdu ve bileğindeki aletle bazı ayarlamalar yaptı. Önündeki camda sekiz haneli bir kutu çıkmış, belli ki onun şifre girmesi gerekiyordu. Şifre olarak “or34bat8” giren Harkim önünde yavaşça açılan dev kapaktan ilerlemeye başladı. Etraf ışıklarla dolmuş ve içerisi net olarak görülebiliyordu.
Gemi tamamen girip zemine yerleştiğinde kapak kapandı ve içerideki sular boşaldı. Camdan dışarıyı izleyen ekip karşıdaki kumanda merkezine bakakalmışlardı çünkü orada koltuklarda oturan yaklaşık yirmi iskelet, ağızları tamamen açılmış, kolları ise vücutlarını siper almış halde donmuşlardı. Bir şey onlara saldırmış ve onları oldukları yerde öldürmüştü.
“Bu, bu nasıl olabilir!” demişti Lena şaşkınlıkla.
“Lena, Lena!” diye seslendi Harkim sertçe.
“Boşver şimdi daha önemli problemlerimiz var. Onları yok eden şey bizi de her an bulabilir. Herkes silahlansın ve işimize yarayabilecek ne varsa yanımıza alalım. Bu arada Perak’ı ne yapacağız?”
“Evet, evet hemen toparlanalım. Haklısın! Perak burada duracak. Ne de olsa onlardan biri. Ona bir şey olmaz. Olursa da hiç üzülmem emin olun!” dedi kendine gelen Lena.
Zerta bir adet küçük silah, bir de uzun kutu almıştı yanına. İçinde dürbünlü bir suikast tüfeği vardı. Talon ise iki omuzuna çapraz astığı ağır makinalıları taşıyordu. Göğsüne çaprazlama geçirdiği iri merlileri silahlara yerleştirmişti önceden. Harkim iki kısa makinalı silah ve bir kısa, dijital yay ile okluğunu sırtına geçirmişti. Lena belindeki küçük halka haricinde sırtına bir kılıç geçirmiş, onda da iki makinalı tüfek vardı. Ben belimdeki Ari silahı ile idare edecektim çünkü hafif, güçlü ve çok kullanışlıydı. Dev kuşu dalga dalga olan ışınlarla nasıl paramparça ettiğini günceden biliyordum.
Gözlüğümü de takarak diğerlerini takip ettim. Gemiden çıkıp, kontrol odasının yanından geçiyorduk. Zerta elini ağzına kapatıp aksırmaya başlamış, ben de dahil hepimiz oradaki ağır kokudan etkilenmiştik. İskeletleri kalmış olan Semanların her birinin önünde bir ekran vardı ancak hiçbiri çalışmıyordu. Harkim yavaşça ilerleyip karşılıklı iki asansörün olduğu aralığa girdi. Asansörlerin kenarındaki düğmelerden onların çalıştığını görebiliyordum ama bu durum tuhafıma gitmişti çünkü orada hiçbir alet çalışmazken asansörün çalışması ilginçti.
Harkim bize dönüp, “Gelin! Buradan yukarıya çıkacağız. Ondan sonra bildiğim bazı yollardan malzeme ofisine geçiş yapacağız. Orada bizi hedefe daha hızlı götürecek araçlar olması gerekiyor tabii hala çalışıyorlarsa!” diyerek elini uzatıp asansörün düğmesine basmak üzereyken içimden sanki kurtulup kaçmak isteyen bir ses beni uyardı ve “Dur!” dedim heyecanla.
Hepsi bana bakmış ve oldukları yerde hareketsiz kalmışlardı. Oradaki cesetlerin ve ağır kokunun hepsini bir gitar teli gibi gerginleştirdiği belli oluyordu. Tetiktelerdi ve her an bir şey olmasını bekliyor gibiydiler.
“Oraya dokunma! Bu makinaların hepsi bozulmuş! Asansör neden çalışıyor ki? Bir saniye bekle, belki ben çözebilirim!” diyerek ona yaklaştım ve asansöre elimi dayayıp kafamda bazı şekillerin oluşmasını bekledim. Sadece dokunarak tüm binanın şeklini kafama çizmiştim şimdi. Yaklaşık on beş katlı devasa bir yapının denize gömülen dip tarafındaydık. İşin tuhafı asansörlerin asılı olduğu boşlukta bir sürü hareketli siyah şekil görüyordum. Onlardan birine odaklandığımda ne olduğunu anladım. Bunlar klepsler gibi yuvarlak objelerdi ancak her taraflarında delikler vardı. Ne olduğunu araştırdığımda onların Arilerin infaz gücünü oluşturduğunu ve ölümcül bir gaz yayarak canlıları eritip yok ettiklerini okudum. Bu bilgi, komuta merkezindeki cesetleri açıklıyordu.
Hızla diğerlerine dönerek, “Misafirlerimiz var. Klepsler ancak daha üstün olanları. Gaz salgılayıp eritiyorlar. Asansör boşluğundan aşağı doğru gelmeye başladılar ve sayıları otuzu buluyor. Onlarla savaşamayız. Buradan başka çıkış yolu bulmamız gerekiyor!” dedim.
Lena, “Herkes gemiye binsin. Başka bir iniş yeri bulmamız gerekiyor!” dedi ancak onu reddedip, “Zaman yok! Biz gemiye binmeden gelmiş olurlar. Çok hızlılar!” dedim hemen.
Harkim kafasını kaldırıp üzerindeki havalandırma deliğine bakarak, “Buradan geçip, dediğim yere ulaşabiliriz ama uzun süre tırmanıp, sürüneceğiz.” dedi.
Hepsi onaylamış ve oraya teker teker tırmanmaya başlamışlardı ama Talon silahlarını iki yana açmış, emniyet kilitlerini indirmişti. Zerta ona bakarak, “Ne yapıyorsun. Şimdi bunun sırası değil!” dedi.
Talon gülümseyerek, “Aaa! Biliyorum tatlım! Ben de seni çok seviyorum! Ama birinin burada kalıp o lanet toplara gününü göstermesi gerekiyor ayrıca gemiyi korumalıyım. Yani anlıyorsun değil mi beni? Biraz yoğunum şu ara!” demişti.
Lena da ona dönmüş tam “Hayır!” diyecekken Harkim onun kolundan tuttu ve bize dönerek, “O haklı! Çünkü buradan sığamaz! Yapacak bir şey yok. Çabuk olmalıyız! Talon! Hakla onları! Eğer başarılı olursak seni unutmayacağım dostum! Sen bir kahramansın!” diyerek açıklamıştı durumu.
“Ha şunu bileydin! Hadi çabuk olun! Onlar bana doğru gelirken sizi fark etmeyeceklerdir!”
Ne diyeceğimi bilemiyordum ama grupta en çok kanımın ısındığı kişiydi Talon. İyi bir vedayı hakediyordu.
“Koca Oğlan! Bu durum olmasa dersini verecektim ama şanslısın yine! Ucuz kurtardın! Günlerini göster onların!” diyerek tırmanmaya başladım.
Talon son kez bana bakıp, “Hadi oradan bücür!” diyordu neşeyle kahkaha atıp.
Sürünmeye başladıktan hemen sonra Talon’un makinalılarından gelen ateş seslerini ve zafer çığlığı atarmışçasına haykırdığını duyabiliyorduk ama bu sesleri sadece bir dakika alabilmiştik. Sonrasında acı bir ses geldi. Her şey bir dakikada olup bitmiş, Talon neredeyse yirmisini haklamıştı ama bu hayatta kalması için yeterli gelmemişti. Bizim için kendini feda etmişti.
Sürünen grup o an duraksamış, belli ki içlerine bir acı düşmüş, henüz göreve yeni başlamışken ekip arkadaşlarını bu kadar erken kaybetmek onlara ağır gelmişti. Bunu hissedebiliyordum ama şu an hiç zamanımız yoktu. Eğer bu gaz klepsleri bizi fark ederlerse sonumuz bu daracık havalandırmanın içinde çok daha acı olacaktı. En arkadan öne doğru çok ses çıkarmamaya çalışarak, “Daha hızlı!” dedim.
Grup hızlanmıştı, neyse ki arkamızdan gelen yoktu. Bir çok yeri sürünüp, tırmandıktan sonra bir boşluktan aşağı inmiştik teker teker. Burası bir metro istasyonuna benziyordu ancak raylar yerine yuvarlak şekildeki geniş tünelin dört köşesinde uzanan demir aralıklar vardı. Duvarda ara sıra yanan sarı ışıktan etrafı zorlukla seçebiliyorduk ancak bu, orada enerji olduğunu da gösteriyordu.
Harkim hemen sol tarafta bulunan ‘Personel’ yazılı odaya girmeye çalıştı ancak kapı kilitli ve yan tarafındaki panelden şifre girmek gerekiyordu. Ben tam “Bana bırakın!” diyecekken Zerta küçük bir bıçakla onu açıp kablolarını keserek kapının açılmasını sağlamıştı.
Harkim bize dönerek, “Şimdi buradaki paneli çalıştırabilirsek Sern sayesinde çok daha hızlı şekilde ilerideki karargaha gidebiliriz.” dedi fikrini açıklayarak.
Sern’in ne olduğunu soracaktım ancak bunun metro gibi bir araç olduğunu tahmin etmem zor değildi. Zerta hemen yanda, duvarda bulunan kolu aşağı indirdi. Şimdi içeriye ışık gelmiş ve panel çalışmaya başlamıştı.
“Bakalım burada çalışan bir tane bulabilecek miyiz?” diyen Harkim panelde bir iki işlem yaptı ve bir hareket sesi almaya başladık. Aynı anda önümüzdeki ekranda da sarı bir ışık, hat üzerinde ilerliyordu.
“Pekala, aracımız geliyor. Dikkatli olun! İçinde bir şey olabilir!” dedi Lena.
Elimi panelin üzerine koyarak az önce yaptığım gibi tünelin ve Sern’in durumunu araştırdım. Zerta da o sırada onun içindeki kamerayı aktif hale getirmişti. Aynı anda, “Bir şey yok!” dedik.
“İyi, o halde ben onu durduracağım. İçine girdiğinizde kapısını tutun çünkü harekete geçince buradan içine girmem gerekiyor.” dedi Harkim.

10.BÖLÜM

Az sonra oval, dev bir hapı andıran araç gelip durmuş ve içine binmiştik. Kenarlarda camları vardı ve içi dışı gibi değil, kareydi. Tamamen dışarıdan kontrol edilen aracın içi en fazla yirmi kişi sığabilecek büyüklükteydi.
Harkim de bindikten sonra araç önce yavaşça ilerlemiş, ardından neredeyse dışarıyı göremeyeceğimiz kadar hızlanmıştı.
Kafası önde, düşüncelere dalmış olan Lena, Harkim’e bakarak, “Buraya gelmekle hata mı yaptık?” diye sordu.
Harkim önündeki camdan karşıyı seyrediyordu. Lena’ya bakmadan, “Hayır, bence yapmamız gereken tam da buydu. Talon için üzüldüğünü biliyorum ama bu bir savaş ve kayıplarımız olacak. Bunu ta başından beri biliyorduk. Belki burada bilgi haricinde destek de bulabiliriz.”
“Belki! Belki de hepimiz burada öleceğiz ama hiçbir şey yapmamaktansa bu daha iyi bence!”
Araç yavaşlamış, durak gibi olan bir yerden geçiyordu. Zerta, “Kahretsin!” diye bağırdı, bize kenardan araca doğru koşan klentorları göstererek. Ellerinde ki silahlarla bize ateş ediyorlar, silahlardan çıkan ışınlar camları kırmış, öbür taraftan çıkıyordu. Hepimiz yere doğru eğilmiştik. Araç iyice yavaşlamaya başlamış, ekip ellerindeki silahlarla onları teker teker haklamaya çalışıyordu. Yaklaşık on beş kadarlardı ve yaylanıp, zikzak şeklinde yaptıkları koşular hedef almayı zorlaştırıyordu.
O an elime Ari silahını alarak ateş etmeye hazırlanmıştım ancak tepkimesinin ne kadar sert olduğunu hatırlayıp onu iki elimle sıkıca tuttum ve iki el ateş ettim. Silahtan çıkan mavi yuvarlak dalgalar tünelin içinde gitgide büyüdü ve peşimizde olan klentorların tamamının kemikleri etrafa saçıldı. O an için onlardan kurtulmuştuk ancak Harkim, “Sıkı tutunun! Kayalara çarpacağız!” diyerek hepimizin kenarlardaki demirlere yapışarak öne doğru bakmamıza neden olmuştu.
Önümüzde tünel ağzının tamamı kayalarla kaplanmış ve araçtan çıkmaya yetecek ne bir yer ne de zaman vardı. Hepimiz gözlerimizi kapatıp çarpışmayı bekledik ancak hiçbir sarsıntı almamıştık. Kafamı kaldırdığımda tünelin arkasını görebiliyordum ve kayalar hala orada olmasına rağmen biz onları rahatlıkla geçmiştik. Bunun nasıl olduğunu anlamaya çalışıyordum araç aniden kendini frenlediğinde. Sert bir şekilde, yine istasyona benzeyen bir yerde durduk. Kapı açılmış, sanki bir şey bizim dışarıya çıkmamızı istiyor gibi bizi yönlendiriyordu.
Lena, “Zerta, o da neydi? Neden çarpmadık?” diye sormuş, o da, “Bence mükemmel hazırlanmış bir hologram! Biri buraya barikat yapmış!” diyordu önünü işaret ederek. Dışarı çıktığımızda etrafı rahatlıkla görebiliyorduk tavandaki ışıklar sayesinde.
Harkim, “Dikkat edin! Bu bir tuzak olabilir!” dedi hemen önümüzde tünelin ağzını kapatan kayalara bakarak.
Zerta kayalara doğru yürüyüp onlara dokunmuş ve “Bu sefer ki hologram değil! Burası gerçekten kayalarla kaplı!” demişti.
Etrafıma bakarken hemen üzerimizde kayaların içinde bir şeyin parladığını fark ederek elimi onun altındaki duvara dayadım ve onun ne olduğunu bir iki saniye içinde çözdüm. Bu bir kameraydı. Onun bağlı olduğu kaynağa giderek diğerlerine göz attığımda burada bir iç hat olduğunu anlamış, hemen kayalığın öbür tarafındaki kameradaki görüntüleri izleyerek ne ile karşı karşıya olduğumuzu fark etmiştim.
“Burada yaşayanlar var! Hemen kayanın arkasında ve sanırım şimdi şurası açılacak! Dikkat edin hepsinde silah var!” diyerek kayalığın ortasını gösterdim diğerlerine. Bu arada ben de silahımı oraya çoktan doğrultmuştum çünkü içeriden gelenlerin hepsi özel kıyafetli, asker görünümlü kişilerdi.
Kayalar yarılırcasına ikiye bölünmüş ve açılan aralıktan altı kişi, tek gözleri uzun siyah gece görüş gözlüklerine benzeyen bir gözlükle kapanmış, ellerindeki kısa, uçlarında turkuaz rengi parlayan, kristal benzeri bir nesne olan otomatik silahlarını bize doğru doğrultarak karşımıza geçmişlerdi. Hepsi birden neredeyse bir ağızla, “Kımıldamayın! Olduğunuz yerde kalın! Silahlarınızı indirin!” diyerek bağırıyorlardı.
Aynı anda her iki silahını eline almış olan, Harkim ve Lena da onlara bağırmaya başlamış, “Önce siz indirin!” diye cevaplamışlardı onları. Zerta ve ben de ufak silahlarımızı doğrultmuştuk. Görünüşte eğer bir ateş açma olayı olursa bizden üstün gibi dursalar da bizim ekip bendeki silahın tek sefer ateşlemeyle ne yapabileceğini görmüştü. Bu durumda hiçbir şansları olmayacaktı.
Öne çıkan askerlerin arkasından gelen gür, kır sakallı, diğerlerinin üstü olduğu anlaşılan uzun boylu adam dışarı çıkarak bana doğru dikkatlice bakmış, sonra diğerlerini gözden geçirerek, “Silahlarınızı indirin. Buraya izinsiz giriş yaptınız! Amacınızı ve kim olduğunuzu söyleyin!” demişti sertçe avantajın onda olduğunu düşünerek.
Önce bana bakmasından benim bir Ari olduğum düşüncesine kapılarak hareket ettiğini anlamıştım. Dikkatini verdiğinde ise Ari olmadığımı fark etmiş olmalıydı.
Öne doğru bir adım atan Lena silahlarından birini direk ona doğrultarak, “Asıl sen kim olduğunu söyle de dost mu düşman mı olduğunu anlayalım. Bu günlerde kimseye güven olmuyor. Bir bakmışsın, Ari ajanı oluyorlar!” dedi imalı bir şekilde.
Bu sözlerin ortamı daha da germesi gerekiyordu ancak beklenen olmamış, Lena’nın Ariler hakkındaki yorumu işleri değiştirmişti.
“Takım, silahlarınızı indirin!” diyen yaşlı adam Lena’ya yaklaşmış, o sırada biz de tüm silahlarımızı indirip yerlerine geri koymuştuk.
“Ben, Üst Komutan Derk. Burası Seman1’in son sığınağı ve tüm hayatta kalanlar burada yaşıyor. Burayı son derece sistemli ve başarılı şekilde korumayı başardık. Bundan sonra da böyle olması için ne gerekiyorsa yapacağız. Şimdi söyleyin bakalım. Nereden geldiniz ve kimsiniz?”
Lena ona doğru yaklaşarak, “Komutan Derk, ben Seman9 Elçisi Perak’ın yeğeni Seman Komutanı Korntel’in kızı Lena’yım. Bu, Harkim. Kendisi Seman1’de savaş koordinatörüydü. Teknik yardımcımız Zerta ve bizimkine çok uzak olan Dünya gezegeninden Hakan.”
Lena’yı süzen adam, “Baban harika bir komutandı. Huzur içinde yatsın. Onun emrinde savaştım ve nasıl bir lider olduğunu iyi bilirim. Hoşgeldin Seman’ın varisi!” dedi saygıyla.
Ardından tekrar bana bakan Derk, “Üzerindeki kıyafet ve gözlüklerle tam bir Ari’ye benzemişsin. Yoksa birini haklayıp da mı aldın? Öyleyse çok sevineceğim bu işe!” dedi bıyık altından gülümseyerek.
“Maalesef! Ancak paramparça olduğuna şahit oldum!” dedim sakince. Derk akıllı ve deneyimli birine benziyor, diğerlerinin üzerinde tam bir otoriteye sahip olduğu açıkça belli oluyordu.
Lena sözüne devam ederek, “Artık öyle bir durumun olduğunu zannetmiyorum. Benim kim olduğum bizim durumumuzu değiştirmeyecek ne de olsa. Buraya gelişimiz tesadüf değil. Amacımız haritada işaretlediğimiz yere gitmek! Zerta!”
O sırada Zerta tabletini çıkarmış, onlara haritayı göstermek için onu açıyordu. Aniden askerler silahları tekrar doğrulttu ve komutan heyecanla, “Dur! Sakın açma onu!” dedi.
Ne olduğunu anlamamıştık bir an ama Zerta donmuş halde ona bakakalmıştı. Askerlere, “Tamam! Sakin olun!” dedikten sonra bize dönen Derk, “Bakın buraya gelirken takip edilip edilmediğinizi bilmiyorum ama burada çok sıkı kurallarımız var. Bunlardan bir tanesi de herhangi bir yere bağlanabilen bir cihaz kullanmamak. Onları hemen fark edip bizi kolayca avlayabiliyorlar. O yüzden o şekilde kullandığımız çok az cihaz var ve olanların bağlantı özelliklerini yok ettik. Bunu anlamalısınız. Hayatta kalmamız buna bağlı. O yüzden bu tür cihazlarınızın hepsini ortadan kaldırın!” dedi endişeyle.
Hepimiz birbirimize bakıp hem bu duruma şaşırmış hem de kafamızda bu durumu çözümlüyorduk. Aklıma Talon’u nasıl kaybettiğimiz gelmiş ama kimin cihazını takibe aldıklarını bilmiyordum. Bu, benim kolumdaki cihaz, gözlük, Harkim’in kontrol saati, Zerta’nın tableti veya geminin tamamı bile olabilirdi ancak kolumdaki cihazın ne yapabildiğini bildiğim için onu takibe almaları durumunda mutlaka uyarı alırdım diye düşünüyordum. Zaten kendilerini bu kadar açığa çıkaran bir cihazı şimdiye kadar çoktan yok etmeleri gerekiyordu.
Aradan geçen on saniyenin ardından Zerta tabletini eliyle iki parçaya ayırmıştı. Harkim ona soran gözlerle bakarak, “Peki geri gemiye nasıl bineceğiz?” diye sormuştu kolundaki aleti gösterip. Zerta, “Sağ kalırsak ben senin için açarım onu merak etme!” dedi.
Harkim de aleti çıkarıp ayaklarının altında ezdi. Bana bakıp “Sıra sende!” demelerini bekliyordum ama ikisi de oralı değil, komutana dönmüşlerdi. O sırada Lena ile çok kısa göz göze gelmemiz bana ne yapmam gerektiğini belli ediyordu. Kafasını belli belirsiz sağa sola sallamış, sanki “Sen bir şey belli etme!” dermiş gibiydi.
Lena komutana dönerek, “Bu, bize nasıl saldırdıklarını açıklıyor. Buraya gelirken ekipten birini kaybettik ve ben de bunun olmasına izin vermem!” dedi Derk’i desteklediğini belirterek. Ardından devam ederek, “Nerede kalmıştık! Evet amacımız, merkezi burası olarak düşündüğümüz Ari karagahını bulup yok etmek. Bunu başarabilirsek gerisi gelecektir ancak önceliğimiz bu!” dedi ciddiyetle.
Harkim ise Lena’nın hemen ardından, “Bunun için ise bu tünelin en sonundaki yedek askeri depoya gitmeliyiz ve yolumuz, tam da buradan geçiyor!” dedi.
Askerler arasında gülüşmeler başlamış, Derk ise hafif bir kahkaha atıp, “Hah! Ne yani elinizi kolunuzu sallayarak oraya gidebileceğinizi mi düşünüyorsunuz? Siz hakikaten çıldırmış olmalısınız. Ah! Neyse bugünkü şaka limitim doldu, şimdi gerçekten ne istediğinize gelelim!” dedi sesi ciddileşerek. Bize inanmadığı belliydi.
Harkim öne çıkarak, “Şimdi, Derk’ti değil mi? Burada ne görevle olduğunu bilmiyorum ama şu an senden bize buradan geçmemize izin vermeni istiyorum. Başka bir isteğimiz olmayacak. Dediğin gibi iletişim cihazlarımızı yok ettik. Artık korkacak bir şeyimiz yok ve kafayı biraz üşütmüş olabiliriz ama Lena’nın dediği tamamen doğru. Öleceksek de bırakın sizin için ölmüş olalım!” dedi.
Harkim komutana bakarken onun neredeyse gözlerinden ateş çıkaracağını düşündüm bir an. Komutan beş saniye kadar Harkim’i süzmüş ve ne kadar ciddi olduğunu anlamıştı. Sanki Harkim, bir askerden diğerine gizli bir kod göndermişti bu bakışlarla.
Bu durumun hemen ardından Derk, “Harkim! Adın hiç yabancı gelmiyor. Hangi birlikteydin?” diye sordu.
“Adımın yabancı gelmemesi normal ama çoğu kişi beni ‘Kara Fırtına’ olarak bilir!” diye cevapladı onu Harkim.
“Sen O’sun! Genel Birlik Stratejisti! Hakkında çok acayip şeyler duydum, savaşın ortasında görevini bırakıp gittiğine dair. Aslı var mı bunların?”
“Hayır! Ben asla vatanımı bırakıp gidecek biri değilim. Şu an burada olduğumdan ve ne yapmak istediğimden belli oluyordur her halde. Eşimin bir savaş uçağının altında kaldığını duyduğumda onu bulmaya gitmiştim ama geri gelemedim çünkü işgal çok hızlı olmuştu senin de bildiğin gibi.” diyerek sözünü bitirdi Harkim. Gözleri yaşarmış, kafası öne eğilmişti o an.
“Üzgünüm bunun için. Neyse! Beni takip edin! Madem o kadar kararlısınız sizi oraya yönlendireceğim.” dedi ve kayanın arasından askerlerle beraber bize öncülük etmeye başladı. Bu arada bize orası hakkında bilgiler veriyordu.
“Burada sedece kameralar ve dışarıda gördüğünüz sanal kaya görüntüsü hariç hiçbir cihaz yok. Şu gördüğünüz boşluklar aşağı yönleniyor ve Semanların çoğu dağın aralarına açılmış mağaralarda yaşıyor. Aşağıdaki zemin yiyecek yetiştirmeye elverişliydi ve bazı taktiklerle kendi yiyeceğimizi üretmeye başladık. Burası yaklaşık bir ‘ter’ ama aşağısı oldukça geniş. Her gün aynı saatte toplanarak orada Semanlarla toplantılar yapıp beraberce vakit geçiriyoruz. Gelin size orayı göstereyim!” dedi ve soldaki ilk boşluğa girdi. Askerler ise orada kalmış ve yolda karşılaştığımız diğerleriyle nöbet tutmaya başlamışlardı.
Tünelin sonunda her tarafı camekan olan bir odaya girdik ve Derk eline aldığı küçük kalem gibi nesneye basıp konuşarak, “Ben, Derk! Üç’ü zemine indirin!” dedi.
Aynı anda bulunduğumuz oda, dağın içine oyulmuş geniş koridordan aşağı doğru hareketlenmişti. Bu bir çeşit asansördü ama uzaktan kontrol ediliyordu. Aralarda bazı boşlukları geçip onların içindeki oyulmuş yerleri görebiliyorduk. Bazılarının önünde çocuklar oynuyor, diğerlerinde yetişkinler birbiriyle konuşuyordu. Zemine yaklaşırken bir tanesinde bir annenin kucağındaki bebeği salladığına şahit olmuştuk. Bu durum beni etkilemiş, buradakileri tehlikeye atacak en ufak bir şey yapmamam gerektiğini bana hissettirmiş, aynı anda kolumdaki cihazı düşünürken Lena ile tekrar göz göze gelmiştik. O da bana dikkatle bakıyor, “Ariler bir şey sezseydi şimdiye kadar bizi bulurlardı.” diyordu sanki.
Zemine geldiğimizde büyük, onlarca bölüme ayrılıp geniş bir şekilde oyulmuş bir yer altı mağarasında gibiydik. Olduğumuz yerden tavanın yüksekliği neredeyse elli metre uzunluğumdaydı. Bazı bölümlerde, demir benzeri çitlerin arasında ateşler yakılmış, etrafında, üzerlerinde yırtık pırtık elbisesi olan Semanlar oturuyor, diğer bölümlerde ise etrafı iplerle çevrilmiş, çeşitli, ufak seralar ve başlarında beyaz giyimli kişiler göze çarpıyordu. Biraz daha ilerleyince sanki ortası bir sahne gibi olan geniş bir alana gelmiştik. Alanın kenarlarında oyulan boşlukların önünde iki kollu, yuvarlak, tanklara benzeyen mekanizmaları olan, dört metrelik araçlar hiç birimizin gözünden kaçmamıştı.
Sahnenin hemen üzerindeki tavana siyah renkle bir ‘x’ işareti çizilmişti. Orada duran Derk bize bakarak, “Burası da bizim toplanma alanımız. Burada yaklaşık yüz bin Seman yaşıyor. Seksen milyondan bu kadarı hayatta kalabildi ama bu da bir başarıdır diğer işgal edilen ırkların ve gezegenlerin durumuna bakıldığında.” dedi mutsuz bir halde.
Aklıma takılan soruları sormam gerektiğini hissetmiştim o an. “Üç sorum var müsaade ederseniz. Birincisi şu yukarıdaki işaret ne? İkincisi şuradaki araçlar ne işe yarıyor? Üçüncüsü diğer ırklardan en güçlüleri olan Telma’larla iletişime geçme şansımız var mıdır?”
Zerta bana dönerek, “Diğerlerini bilmiyorum ama ikinci sorunun cevabı bende. Onlar bizim son olarak ürettiğimiz Arisavarlar. Öyle isim koyduk. Üretiminde bizzat benim kodlarım kullanıldı. Hatta onlarla ilgili bir oyun bile yaptım. İçine girip kontrolü sen yapıyorsun. Kolların onun kolları oluyor ve yanılmıyorsam üç çeşit ateş mekanizması var.”
Derk, Zerta’ya bakarak, “Çok iyi! Belki buradaki askerlere onu en iyi şekilde nasıl kullanılacağını öğretebilirsin. Çünkü ben bile hala tam kavrayamadım ama onlara ihtiyacımız var!” dedi ve bana dönerek, “Genç arkadaşım; gezegenimiz üç katmandan oluşuyor. İkinci katman en sert olanı ve daha Arilerin onu delebildiğini görmedim. Biz Telma’lar sayesinde onu kırmayı başardık. Orası kırdığımız yerin hemen üstü ve şu an bulunduğumuz bu yere tek geçiş noktası. Tabii az önce geldiğimiz çift taraflı koridoru saymazsak. Eğer bize oradan saldırırlarsa o koridorda en az on tane yanıltmacamız var ama burayı savunmak için tek yer orası ve orası delinirse Arisavarlar bizim burayı savunmak için son şansımız. Son soruna gelince, Telmalar bize çok şey öğrettiler. Onların sayesinde evreni tanıma şansı bulduk. Gelişmiş teknolojimizin mimarı, onlardı. Çok üstün bir ırktı onlar ancak Ariler onları yok etmenin nadir bir yolunu buldular. Yapıtaşlarını dondurmayı başardılar ve onları tuzla buz ettiler ikinci Amitap savaşında. Şu an onlardan sağ olup da sağlam kalan var mıdır bilmiyorum ama parçalanan Telmalar bir daha aynı şekle gelemediler. Akıl sağlıkları da çok bozuldu. Ben bir iki tanesiyle savaştan sonra karşılaşma şansı buldum ama anlamlı bir konuşma yapamadım onlarla. Sadece saçmalayıp lafları ağızlarında geveliyorlardı. Çok garip bir deneyimdi bizden çok daha zeki olan Telmaların bu hale geldiğini görmek. Eğer bir şans sonucu sağlam olan varsa eminim o da korkudan hiçbir şey yapmayacaktır. Yüzbinlerce gemi, milyonlarca Telma askeri bir anda Amitap tarihinden silindi.” dedi ve bir an düşüncelere daldı. Sanki bu olanlara hala anlam veremiyor, inanamıyor gibiydi.
Ben ise komutanın söylediklerini kafamda toparlıyordum. Seman uygarlığı için bir şey yapacaksak bize destek gerekiyordu ve buradaki halk bu desteği verecek güçte değildi. Telmalara ulaşıp tekrar onları harekete geçirebilirsek belki bir şansımız olacaktı oysa bu sistemde yaşayan başka ırklar da vardı ancak Semanlardan bile kötü durumdaydılar ve onları sormayı bile düşünmüyordum.

11.BÖLÜM

Bu arada Zerta gruptan ayrılmış, bir Arisavar’ın yanına gidip onu incelemeye başlamıştı. Derk de onun yanına gitmiş, onunla makinalar hakkında konuşuyordu. Fırsatını bulmuş, hemen Lena ve Harkim’in yanına yanaşarak, “Bendeki cihazları onlara söylemedik. Tehlike oluşturacağını sanmıyorum çünkü Arilerin çoktan benim iletişimimi kesmeleri gerekiyordu ama yine de dikkat etmek lazım!” demiştim sessizce.
Lena, “Biliyorum. Özellikle söylemedik çünkü yolumuzu bulamayız başka türlü. Burada çıkıp hemen o araçlara ulaşmamız ve Ari merkezine gitmemiz gerekiyor ancak burası Seman9’dan çok daha tehlikeli. Nasıl başarırız bilemiyorum!” dedi endişesini dile getirerek.
Harkim, “Merak etmeyin! Aradığım araç öyle sıradan bir şey değil. En son Telma teknolojisi ile casus araç olarak üretilmişti. Onu bulursak ne dediğimi anlayacaksınız.” dedi kendinden emin halde.
O sırada diğerleri gelmiş ve çıkışa doğru hareketlenmiştik. Tekrar camekanlı asansöre bindik. Bu arada Lena, Derk’e dönerek, “Dışarıda şu kleps infaz ekibi ve klentorlar haricinde ne tür tehlikeler var? Bizi bilgilendirirsen önlemimizi alabiliriz.” dedi.
Derk ise ona alaycı bir gözle bakarak, “Dışarıda uzun süre canlı kalacağınızı düşünmüyorum çünkü bu cesaret değil önce de söylediğim gibi delilik ama yine de anlatayım. Her tarafa ateş edip, her yöne gidebilen Kemkanlar, kendi dışlarında bir şey sezdikleri an kulakları sağır edercesine yüksek sesle yer bildirip atağa geçiyorlar. Onlardan kaçmak neredeyse imkansız gibi çünkü hem yerde, hem havada hem de suda gidebilme özelliğine sahipler. Bu arada burada Arilerden de çok var. Dokuz bölgenin hepsinde en az üçer Ari var ve sürekli her yeri kontrol altında tutuyorlar. Siz şu an canavarın inine geldiniz ama henüz farkında değilsiniz.” dedi.
Yukarıdaki koridara girmiş ve bize eşlik etmeye başlayan dört askerle beraber diğer taraftaki kaya yığınının önüne gelmiştik. Derk bize bakarak, “Size iyi şanslar! Olur da geri dönebilirseniz kapıya gelince şuna basın!”
O sırada elindeki kalem benzeri şeyi Lena’ya uzatıyordu. “Bu bize geldiğinizi işaret edecek ve önce kontrol edip sonra sizi içeri alacağız. Önünüzde bu sefer biri düz, öbürü kayalık olmak üzere iki sanal engel var. İçlerinden rahatlıkla geçebilirsiniz. Harkim, seni tanıdığıma sevindim. Lena! Elçiye selamlarımı ilet!” dedi.
Lena’nın yüzü buruşmuş ama Perak’la ilgili bir şey söylemek niyetinde değildi. Ben ise Zerta’ya bakıp onun neden bizim yanımızda değil de yüzü bize dönük olduğunu merak etmiştim. Lena da aynı şeyi hissetmiş olacak ki, “Zerta, neden duruyorsun orada, gelsene!” dedi ciddiyetle.
Zerta kafasını yavaşça kaldırıp bize mahçup halde bakarak, “Aaa! Ben burada kalacağım Lena, Harkim! Sanırım burada yapabileceğim çok daha iyi şeyler var ayrıca buradaki askerleri de Arisavar konusunda eğitmem lazım. Bensiz daha iyi hareket edersiniz sonuçta ben bir savaşçı değilim!” demişti.
Harkim ve Lena önce ona sonra birbirlerine şaşkınca bakmışlar, ardından Harkim konuşmaya başlayarak, “Sen olmadan nasıl yaparım bilmiyorum ama madem kararın bu, o zaman görüşmek ümidiyle!” dedi mutsuz bir halde.
Zerta ileriye doğru hareketlenip önce Harkim’e sonra Lena’ya sarılarak, “Sizler benim ailemsiniz! Geri döndüğünüzde ben de buradaki işlerimi azaltmış olurum. O zaman beraber geri gidebiliriz. Ne de olsa gemiyi bir tek ben açabilirim!” dedi gülümseyerek.
Lena, “Anlaştık o zaman!” diyerek yavaşça açılan kayaların arasından ilerledi. Arkasında biz de geçip yola çıkmaya hazırlanıyorduk. Ben kafamın üzerindeki gözlükleri takmış, silahımı elime almıştım. Son hologramı da geçtikten sonra karanlık tünelde sessizce ilerlemeye başladık.
Diğerleri tetikte ilerlemeye devam ediyor ben ise onları takip ederken düşüncelere dalmıştım yine. Elim saatime gitmiş, Talon’a olanları, infaz ekibini ve dışarıda bizi bekleyen binlerce tehlikeyi aklıma getiriyor, olacaklardan çekiniyordum. Kendi kendime, “İstersen hemen buradan gidebilirsin!” diyordum ama içimdeki diğer ses hemen karşılık veriyor ve “Elindeki gücü biliyorsun! Oradaki halkın durumunu gördün. Onlara yardım edebilirsin!” diyordu.
Komutan Derk’in dediği şeyler aklımdan çıkmıyordu bir türlü. Yaklaşık otuz Ari ve hepsi bizden çok daha üstün silahlarla donatılmış olmalıydı. Kemkanlar; her nasıl canlılarsa artık; gaz klepsleri ve klentorlar ortalıkta cirit atıyorlardı ve bizim, üsse ulaşsak bile çok fazla bir şansımız olmayacaktı. Gerçi amacımız savaşmak değil, bilgi toplamaktı yine de bu çok tehlikeliydi. Onları uyarmalıydım ve bu konuda ne yapacağımızı bir kere daha düşünmeliydik. Destek şarttı ve düşmanla karşılaşmadan önce almalıydık bu desteği.
Diğerlerine bakıp, “Lena! Harkim!” diye fısıldadım. İleride hafif soluk bir ışık geliyor, ortam hafif puslu ve ürkütücüydü. Ayrıca hiç ses almamamız daha da tuhaf hale getirmişti ortamı.
“Dışarıda çok şansımız yok. Otuz kadar Ari ve bir sürü düşman bizi bekliyor olacak. Destek bulmalıyız. Bu halde gidersek sonumuz Derk’in dediği gibi olabilir! Şu Telmalarla görüşmemiz gerekiyor bence!” dedim.
Harkim, “Merak etme! Şu aracı bulalım! Üsse fark edilmeden gidebiliriz. Gerisi sana kalıyor. Gerekli bilgiyi alır almaz buraya geri gelip durumu değerlendireceğiz!” dedi elini omuzuma koyarak.
Lena’ya baktığımda onun da Harkim’e güvendiğini ve devam etmek istediğini anlayabiliyordum. “Peki! O halde görelim bakalım senin şu aracı!” diyerek yürümeye devam ettim.
Işıklı alan yine bir metro peronu gibiydi ve kontrol merkezinin hemen karşısındaki duvarda her iki ucu aşağı ve yukarı bakan beyaz, büyük bir ok işareti çiziliydi. Ben bunun yön belirttiğini düşünmekteydim oysa Harkim tam karşısına geçerek ortasında, dışarıdan bakıldığında hiç belli olmayan bir düğmeye bastı ve bir dvd oynatıcının bilgisayardan çıkması gibi bir şey dışarı doğru çıkarak durdu. Ortasındaki boşlukta açık kırmızı bir ışık gelip gidiyordu.
Harkim oraya yanaşıp gözlerini ona dayadı ve kırmızı ışık kayarak yeşile döndü. Hemen üzerimizdeki tavan açıldı ve aralıktan aşağı yavaşça bir merdiven indi. Onu tırmanıp yukarıdaki odaya girdiğimizde, Harkim, yanında bulunan duvardaki tuşa basarak duvarın kapanmasını sağladı. Önümüzde duran, siyah, demir, iki kanatlı büyük kapının sürgüsünü açtı ve içeri girerek hemen yandaki düğmeye basıp salonun aydınlanmasını sağladı.
Burası yerden dört metre uzunluğunda ve oldukça geniş alana sahip bir yerdi ve Harkim buranın askeriyenin yedek depolarından biri olduğunu söylüyordu. İçeride bir sürü malzeme üstüste yığılmış durumdaydı ve arada hareket edecek kadar küçük bir koridor vardı. Orayı geçerek ileride, önü camekanlı olan bir alana geldiğimizde dışarıdaki havayı görmenin ne kadar rahatlatıcı olduğunu hissetmiştim o an. Uzun süredir hep yer altında geziyorduk ve karanlığa alışmış olan gözlerim yanmaya başlamıştı. Hemen camekanlı kapının önünde duran üzeri kapalı araca bakan Harkim, “İşte buradasın!” diyerek onun kılıfını sıyırıp bir kenara attı.
Metalik kırmızı, uzun ve yatık bir çarpışan otamobile benziyordu araç. Üzerinde kapanabilen camdan bir tavanı vardı. İlk aklıma gelen şey onun yerden değil havadan gittiğiydi. Diğeri ise bunun nasıl fark edilmeden gideceğiyle ilgiliydi ama Harkim “Bekleyin size nasıl çalıştığını göstereyim!” diyerek arka tarafta bir yere gitti ve birazdan elinde iki küçük laboratuar tüpüne benzeyen kapalı nesne ile geri geldi.
“Bunlar, Telmisium tüpleri! Telma özü diyorlar bunlara ve Telmaların asıl enerjisinin temelini oluşturuyor. Bir tanesi bile bu araca gezegenin etrafında yirmi tur yaptırabilir. Belki inanmayacaksınız ama bunlar Telmaların kendi içlerinden çıkarılıyormuş.”
Dayanamayıp araya girdim. “Nasıl yani! Onları kendilerinden çıkarıp enerji için mi kullanıyorlar?”
“Evet!”
“O halde bu bir nevi Telma’nın kendisi!”
“İlk hali denilebilir!”
“Peki Telmalar bunlardan mı ürüyorlar?
“O kadarını bilmiyorum çünkü bu konuları bizimle hiç paylaşmadılar. Sorsak da ‘Sizin işiniz değil bunları bilmek!’ gibi sert cevaplar alırdık. Bunlardan iki tane var. Al! Biri sende dursun. Lazım olabilir.”
Aklıma gelen şeyler o an için inanılmaz olsa da işe yarar bir Telma ararken, bebek halini bulduğumuzu düşünüyordum bu canlının. Tüpü kaldırıp içine baktığımda açık mavi, içinde kabarcıklar olan hafif jölemsi bir nesne hareket halindeydi. ‘Bu bence kesinlikle bir bebek Telma’ demiştim içimden ve eğer herşey yolunda giderse ilk işim gerçek bir Telma’yla konuşmak olacaktı.
Harkim aracın ön kapağındaki yuvarlak bir noktaya bastı ve içinden küçük bir boru dışarı doğru uzandı. Tüpü içine koyarak onu tekrar içeri itti ve aracın içine girerek camı kapattı. İçeride bir iki düğmeye bastı ve araç yavaşça yerden kırk santimetre kadar yükseldi. Merakla eğilip altına baktığımda çok açık mavi bir buhar görüyordum alttaki boşlukta. Sonra birden araç gözden kayboldu.
Lena şaşkınca gülümseyerek bana baktı ve elini uzatarak bir şeye dokunduğunu hissetti. “Burada! Sen de bak! Bu inanılmaz!” diyordu.
Yavaşça elimi uzattım ve araca dokunduğumu hissettim ama önümüzde havadan başka hiçbir şey yoktu aslında. Bu bir görünmez araçtı ve kesinlikle iş görürdü. Hemen ardından Harkim aracı tekrar görünür hale getirmiş ve “Nasıl? Söylediğim gibi değil mi? Kesinlikle işimize yarayacak. Sadece onların bulunduğu yere iyice yanaşmam yeterli herhalde!” dedi heyecanla.
“O halde hemen yola çıkalım!” dedim aracın arkasındaki iki kişilik yere binerek. Lena, Harkim’e, “Emin misin görünmeyeceğimizden?” diye sordu tereddüt ederek. Harkim ise “Kendi gözünle gördün! Ya da görmedin! Bence başka bir şekilde bizi fark etmezlerse bu şekilde istediğimiz yere gidebiliriz.” dedi.
Harkim öndeki tek kişilik pilot koltuğunda, formula bir araçlarındaki direksiyona benzeyen kontrol kumandasını yönlendirerek Lena’nın açtığı camekanlı ön kapıdan ilerledi. Arkasından Lena da benim yanıma oturdu ve enteresan sayılabilecek bir yolculuğa başladık. Araç yerden biraz yukarda, kayarcasına ilerliyor ve oldukça hızlı gidiyordu. Bu avantajımıza bir durumdu bana göre. Kafamdaki haritaya göz atıp “Yolumuz şu tarafta!” diyerek güney doğuyu işaret etmiştim ancak görünmemezlik avantajındandan faydalanmak ve etrafı gözlemleyerek durumu daha net değerlendirmek istiyordum.
“Harkim, bence şehrin içinden geçip ne ile karşı karşıya olduğumuzu daha net görebiliriz!” dedim.
Lena da bana katılmış, “Bence de! Onların şu anki savaş gücünü, zayıf yerlerini tespit edelim önce!” demişti.
Yolun kenarlarındaki iki, üç katlı binalara, şimdiye kadar hiç görmediğim değişik heykellere ve darmadağın olmuş harabelere bakarak ilerliyorduk. Etrafta hiçbir canlı görünmüyor, altından geçtiğimiz büyük köprüler neredeyse yıkılacakmış gibi duruyordu. Kuzey batı tarafından başlayan dev çalılıkları görebiliyor, bunların ne olduğunu çok iyi biliyordum artık. Semanları eritmeye yarayan çalılıklardı bunlar. İleride ise kapkara gözüken kule tüm heybetiyle gökyüzüne doğru uzanıyor, etrafa yaydığı bulut tabakası güneşin canlılığını yitirmesine ve ortamın puslu görünmesine neden oluyordu. Sanki bu hareketle karanlığı davet ediyor, canlı olanı yok etmenin zevkine varırmış gibiydi.
Bir an arkama baktığımda dört beş tane klentorun peşimizden yaylanarak koştuğunu fark ettim ama çok hızlı olduğumuz için onları geride bırakmıştık. Bizi takip ettiklerini düşünmemiş, onları o an için önemsememiştim ama bu bir hataydı.
Harkim bize seslenerek, “Dikkat edin! Önümüzde bir kleps grubu var. Bunlar bizim gezegendekilerden. Ortalarından yavaşça geçeceğim. Bizi fark etmezler umarım!” dedi biraz heyecanlı bir halde. Lena ve ben hemen silahlarımıza sarılıp onları pür dikkat takip etmeye başlamıştık. Aralarından geçerken herhangi bir şekilde bizi görmemiş olduklarını anlamıştık ancak henüz beş metre uzaklaşmıştık ki bir anda yeşil yanan ışıkları kırmızılaştı ve arkamızdan uçmaya başladılar. Lena heyecanla, “Harkim! Bizi gördüler! Daha hızlı!” demiş, o da aracı hızlandırmıştı.
Bu arada ben onların biz geçtikten bir süre sonra bizi fark ettiklerini anlamıştım. Bizi görmüyorlardı aslında ama bir şekilde takip etmeye başlamışlardı. Lena silahlarını onlara doğrultup ateşleyeceği sırada onun koluna dokunup, “Dur! Ateş etme!” dedim soğukkanlılıkla.
Bana garipçe bakan kıza ve Harkim’e dönüp, “Bence bizi göremiyorlar. Ateş edersek yerimizi tam olarak netleştirecekler. Bu araçta bir takip olayı olmalı. Beni bekleyin!” dedim ve elimi öne aracın kontrol paneline yapıştırdım. Tam düşündüğüm gibiydi. Araçtan yayılan sinyali yakalamış ve onu takip etmeye başlamışlardı.
Bu arada Lena, “Hakan! Ne yapacaksan çabuk yap! Şu gelenler hiç hoşuma gitmedi. Bu ne biçim bir şey böyle!” dedi şaşkınlıkla.
Kısa bir an arkama baktığımda her iki tarafında geniş, gümüşten iki tekerlek, ortasında yuvarlak bir top olan ve hem önde hem arkada iki kamera gibi gözü, dört uzun namlusu uzanan, arkası uzun bir çubuktan oluşmuş üç adet araç görmüştüm. Bunlar Derk’in bahsettiği kemkanlar olmalıydı ve inanılmaz hızlı hareket ediyorlar, gittikçe arayı kapatıyorlardı.
Acele ederek kafamdaki şekillere odaklandım. Görünmez aracın beynine girmiş sinyali üreten sistemi devre dışı bırakabilmiştim. Harkim’e bakıp karşıdaki uzun saat kulesine benzeyen yapıyı göstererek, “Şimdi, şu kavşaktan hemen sağa dön!” dedim arkamızdakileri kontrol ederek. Sinyali yok edebildiysem onlar orada nereye gideceklerini şaşıracaklar ve düz gideceklerdi.
Neyse ki korktuğum olmamış biz döndüğümüzde onlar da biraz daha ilerleyip durmuşlar ve etrafı kontrol etmeye başlamışlardı.
“Tamam! Artık rahatız şimdilik!” dedim diğerlerine. Bu arada Kemkanların tekerleklerini yukarı kaldırıp ortalarındaki pervanelerle hızla oradan uçtuklarını görebiliyordum. Bu halleriyle tıpkı bir sivrisineğe benzemişlerdi ancak yapı olarak bizim aracımızdan bile iki kat daha büyük olmaları onları çok daha korkutucu hale getiriyordu.
Tekrar yola koyulduğumuzda Lena bana bakarak, “Harika iş çıkardın yine!” dedi. Bana bakışlarındaki ilgiyi sezebiliyor, onun takdirini kazanmanın verdiği heyecana yenik düşüyordum. Hayatımda ilk defa birinden gerçekten etkilendiğimi hissediyordum ancak burası hem yanlış yer hem de yanlış zamandı bunun için.
Ona gülümseyen gözlerle bakarak, “Teşekkür ederim ama daha yolun başındayız. Şu bilgiyi ele geçirelim yeter!” dedim.
Araçla önümüzdeki hafif eğimi olan tepeyi yavaş yavaş tırmanmaya başlamıştık. Etrafımızda artık hiçbir yerleşim yeri kalmamış, çorak topraklara gelmiştik. Tepenin hemen altında kurulu olan geniş, tek katlı, her tarafı bembeyaz duvarla örülmüş yapıyı görebiliyor, önünde, havada, her iki yanda duran beşerli gaz klepsleri ve birer kemkanı fark ederek doğru yerde olduğumuzu anlamıştık.
Aracı evin arkasına doğru getirdiğimizde onun bir yarığın üzerinde olduğunu anladık. “Bu taraftan yanaşamayız. Yandan yanaşacağız ama bizi hemen fark ederler o zaman.” dedi Harkim düşünceli bir şekilde. Hemen tepenin altındaydık ve arkamızda geniş, düz bir arazi, sağımızda, aşağı doğru boyları artan ağaçlık bir alan vardı.
Lena aklına gelen fikirle bize dönerek, “Onların dikkatini başka yöne çevirmemiz gerekiyor. Eğer çabuk olursak yakalanmadan bu işi yapabiliriz. Şu alt taraftaki ağaçlık alana ateş açalım bence. Onlar oraya giderlerse biz de yan duvara yanaşabiliriz.” dedi.
“Evet, evet bu iş görebilir ancak büyük bir ateş gücüne ihtiyacımız var!” dedim elimdeki silahı göstererek.
Harkim ise gülümseyerek bana bakıp, “O mu büyük ateş gücü? Hazır olun ve işaretimi bekleyin!” dedi aracı ağaçlığa doğru çevirip. Hemen yan tarafındaki kutu gibi olan panelin kapağını kaldırdı ve bir iki tuşa dokunup oradaki kırmızı düğmeye bastı. Aracın önünde, tam ortasından bir parça uzunlamasına yükselip ileri doğru çıkmıştı. Şu haliyle araç küçük bir tank gibi durmuş, namlunun ateşlemesiyle çıkan alevli bir top ağaçların ortasına düşüp ortalığı yerle bir etmişti. Bu gerçekten de benim silahımdan çok daha güçlü bir atıştı ve işe yaramıştı. Hemen aracı oradan uzaklaştıran Harkim, korumaların oraya doğru harekete geçmesiyle yapının sağ tarafına yaklaştı ve duvara neredeyse sıfır halde durdu.
Bana bakarak, “Camı kaldırınca hepimiz görüneceğiz o yüzden sen araçtan çıkmalısın. İşin bitince de hemen geri binmen gerekiyor. Kısa süre de olsa görüneceğiz ama onlar bize yetişmeden gidecek vaktimiz var!” dedi.
Korumalar aşağı, ormana doğru ilerlemiş ve gözden kaybolmuşlardı. Ben ise elimi duvara yapıştırmış oradaki ana makinaya bağlanmıştım. Tüm hareketleri, buradaki güçleri, hatta Arilerin ne zaman, nereye gideceklerinin zaman çizelgeleri dahil her şeyi öğreniyordum. Dosyalar kafamın içinde açılıp kapanıyor, bir yenisine geçiyordum hemen. Her biri bir üst düzey dosyaya bağlanarak işlem devam etmiş, en üsttekinin bir altında olan iki kırmızı dosyaya gelinceye kadar hiçbir sorunla karşılaşmamıştım. O arada derinden gelen Lena’nın sesini duyuyordum. “Çabuk ol! Geri geliyorlar!” diyordu.
Kırmızı dosyaları açmaya çalışmamla olanlar oldu çünkü binanın üst köşelerinden antenler yukarı çıkmış ve uçlarında polis ışığına benzeyen lambalar dönmeye, kulakları sağır eden bir siren sesi çalmaya başlamıştı. Kafamdaki son görüntü, ‘Kaçak Giriş! Hedef Belirlendi!’ yazısıydı. Sanki beynimde bir ışık çakmış ve tüm bedenimi ele geçirmeye çalışıyor gibiydi.
Elimi zor da olsa duvardan çekmemle kafamdaki ışık da sönmüş ancak beynime gelen sinyalin hala orada olduğunu anlayabiliyordum. Lena beni araca çekerken ne kadar sersemlediğimin farkında değildim. Araç camını kapatan Harkim hızla yol almaya başlamış, o sırada duvarın ortası açılmış, içinden iki iri Ari dışarı çıkıp yan tarafa bakmaya gidiyordu. Uçarak oraya yaklaşan kemkanların tekrar tekerleklerini oluşturup bizim peşimize takıldıklarını gördüğümde kafamdaki sinyali susturmaya çalışıyordum ama olmuyordu bir türlü.
Harkim heyecanla, “Ne oldu orada öyle!” dedi bana bakarak.
“Yakalandım ve sinyalimi takip ediyorlar!” dedim endişeli halde bana bakan Lena’yla gözgöze gelerek.
Lena, “O halde kolundaki şeyi çıkar, yada parçala!” dedi.
Ona bakıp, “Talon’un Perak’ın kolundaki cihazı parçalaması hiçbir işe yaramamıştı. Şimdi de yaramaz. Sinyal burada!” dedim işaret parmağımla alnımın yanına dokunarak.
Arada uzun mesafe olmasına rağmen arayı hızla kapatıyordu kemkanlar. Harkim’in omuzuna dokunarak, “Beni burada bırak! Siz gidin! Ben ne yapacağımı biliyorum! En azından sizi tehlikeye atmam!” dedim.
Lena benim kolumu yakalayıp, “Hayır! Beraber geldik buraya kadar! Beraber çıkcağız bu işten!” dedi sertçe.
“Lena, tartışacak zaman yok! Ben geldiğim gibi geri gidebilirim. Bunu biliyorsun. Şimdi inersem sizi bulamayacaklar. Bu arada!” elimi konsolun üzerine koyarak kafamdakileri aracın hafızasına kaydettikten sonra cümlemi tamamladım.
“Bütün bilgiler burada!” dedim.
Araç bir çalılığın yanından hızla sola dönmüş, ben ise camı açıp kendimi aşağı fırlatmıştım. Kısa bir süre yuvarlanıp, her tarafıma diken batmasına aldırmadan elimi sağ cebime attım ve saati çıkarırken gelen silah sesleriyle irkildim. Peşimizdeki kemkan kavşağı dönerek bana ulaşmış, silahlarını ateşleyecekken, onu fark edip arkamdan gelen Lena son anda ona ateş açarak dikkatini dağıtmıştı. Tekrar toparlanan kemkan, Lena’nın mermilerinin bitmesiyle avantajlı hale gelmişti ama fark etmediği bir şey vardı.
Bir saniye sonra ortasından geçen mavi dalgalar onu değersiz bir atık haline getirmişti. Benim silahımdan çıkan mermiydi bu. Hemen arkasından gelen kemkanı da vurup o an için rahat bir nefes almamızı sağlamıştım ama uzaktan uçarak gelen gaz klepslerini görebiliyordum.
Hemen bir metre önümdeki Lena’ya hızla yaklaşıp sol elimle sağ elini tutarak, diğer elimde saat olduğu halde onu, narin belinden kavrayıp kendime çektim. Artık göz gözeydik ve bakışlarından ne yaptığımı anladığını biliyordum.
“Ben hazırım!” dedi gülümseyip, boştaki kolunu boynuma dolayarak. Saatimin kurma kolunu yerine yerleştirdiğim an ‘Tık!’ diye bir ses aldıktan kısa bir süre sonra gökkuşağı girdabında bulmuştuk kendimizi.

Şimdilik bu öykünün yayınladığım kısımları buraya kadardı. Umarım beğenirsiniz. Tamamını okuyabilirseniz eleştiri ve yorumlarınızı esirgemeyin lütfen.