Pek çoğumuz altyazılı film, dizi ve YouTube videoları izliyoruz. Ben de izliyorum. Bunları izlerken en çok dikkatimi çeken şey göz kanatan yazım hataları oluyor. Yapılan çeviriye bakıyorum, çevirmen çok uzun ve karmaşık cümleleri bile çevirebilmiş. Yani yabancı dili o kadar iyi biliyor. Öte yandan yabancı dili bu kadar iyi bilen bu insanlar kendi dillerini pek de iyi bilmiyorlar. Öyle hatalar yapıyorlar ki bütün seyir zevkim kaçıyor.
De, da ve ki eklerini nerede bitişik, nerede ayrı yazacaklarını bilmeyenler, soru eklerinin ayrı yazıldığını bilmeyenler, “herkes” sözcüğünü “herkez” diye yazanlar, sert ünsüz benzeşmesinden haberi olmayanlar, noktalama işaretlerinden bihaber olanlar… Saymakla bitmez. Şapkalı harfleri ise tedavülden kalkmadığı hâlde herkes kalktı sanıyor ve çok az insan kullanıyor. (Rıhtım bu konuda örnek bir sitedir. Yazıların çoğunda kullanılıyor)
Mükemmel bir Türkçe kullandığımı iddia etmiyorum ama İngilizceyi çok iyi bildiği hâlde Türkçede çuvallayan bu insanları anlayamıyorum. Ben İngilizce öğrenmeye çalıştıkça kendi dilimi de tanıyorum. Çünkü arada büyük farklar var. Ne yazık ki herkes böyle değil. Bu nasıl olabiliyor?
Daha vahimi var: kitap çevirmenleri. Üstelik bu insanlar bu alanda akademik eğitim almış kişiler. Bu benim için en acısı.
Bugün beğenmediğimiz kitaplarda çevirmeni ilgili yabancı dili bilmemekle suçluyoruz ya hani, aslında sıkıntı Türkçe bilmemeleri. Bu böyle mi çevrilir, dediğimiz şeylerde asıl sorun yabancı dile hakim olmamaları değil. Onu aktaracakları Türkçeyi bilmemeleri.
Bu gözler "itekletmek " diyen çevirmen gördü.
Nasıl oluyorun cevabı insanların çeviri yapabilmek için yabancı dile hakim olmaları gerektiğini sanmalarında yatıyor.
Ayrıca ne zaman ki hayatımıza sosyal medya girdi, halkımızın Türkçe konusunda, eğitim düzeyi ayırt etmeksizin, ne denli eksik olduğunu gördük. Böyle yerine " böle " yazan yöneticiler var mesela.
Biz dilimize değer vermiyoruz bana kalırsa. Başkasının diline verdiğimiz değeri vermiyoruz en azından.
Ben bununla ilgili bir durum yaşamıştım. Bir tanıdığım vardı. Lafta çok okumuş biri (yüksek lisans mezunuydu) olmasına rağmen kitap okumamakla övünürdü, hayatı boyunca ders kitabı dışında kitap okumadığını söylerdi. Bu kişi bir gün İngilizce kursuna yazıldı. Kursta birkaç hafta geçirdikten sonra şunu söyledi: “İngilizlerin dilinde kural var, sistem var ama bizim dilimizde yok. Türkçe beş para etmez” dedi.
Aslında bu sözler bu kişinin kendi diline ne kadar yabancı olduğunu gösteriyor. Ben, Türkçenin gramer anlamında İngilizceden üstün olduğunu, İngilizcenin de Türkçeden söz varlığı alanında üstün olduğunu düşünüyorum. Fakat İngilizceyi kurallarıyla birlikte sonradan öğrenirken Türkçeyi hiçbir gramer eğitimi olmadan bebeklikten itibaren öğreniyoruz. Elbette okullarda yıllarca Türkçe dersi alıyoruz ve derslerde bütün gramer anlatılıyor ama bizim sistemimizde hiçbir şey öğrenmeden mezun olmak mümkün olduğundan orada da öğrenemiyoruz.
Tomris Uyar’ı araştırırken yazarın, yazarlığa çevirilerle başladığını ve uzun süre böyle gittiğini öğrenmiştim. Öğrendiğim ilk şey buydu daha doğrusu. Bunun da nedenini kendi ağzından açıklamıştı: Türkçenin sınırlarını ve etkili kullanmayı öğrenmek istiyorum. Ben buna epey şaşırmıştım çünkü bana göre bu iş tersten olmalıydı. Yabancı dil bilen çevirirdi ya da yabencı dilini geliştirmek amaçlı çeviri yapardı. Ama öyle olmadığını öğrenerek, bu cahilliğimi de kapattım Çünkü Tomris Uyar çeviri yaparak sözlük sözlük araştırma yapıp en uygun karşılığı bulmaya çalışırken aynı zamanda kendi kelime haznesini de geliştiriyormuş ki bugün okuduğumuz kitaplarının kaynağı da bunlarmış. O yüzden her dilden önce Türkçe.
Katılmakla beraber, bu kişilerin yabancı dilleri de çok iyi bilmediğini düşünüyorum. Çeviri yapan, özellikle gençlerden oluşan, çok büyük bir kitle İngilizce’yi basit düzeyde billiyor. Çeviriye heveslenip, bu işe giriyorlar ve amatör şeylerden para da kazanmadıkları için pek bir şey denemez, ancak basitçe çapları yetmiyor. Bu kitle, daha ana dillerindeki yazım kurallarını bilmeyenlerle aynı. Bu sebeple, diliniz yetiyorsa, İngilizce alt yazıyla izlemeye başlamak daha mantıklı. Başkalarına muhtaç kalmazsınız ve bir yetenek kazanmış olursunuz.
Dizi ve anime çevirilerinde bir başka unsur, çevirmenler arasında neredeyse bir rekabet olması. Yeni bölüm çıkar çıkmaz ilk çeviren onlar olmak için bazen aceleye gelebiliyor altyazılar.
Buradaki en büyük sorunlardan biri de sosyal medya bence. Küreselleşen dünyada ingilizce sözcükler kendilerine hemencecik yer bulurken maalesef türkçe atıl kalabiliyor, bunun sebei de ne yazık ki like etmek, followlamak gibi tabirleri hiçbir mantık süzgecinden geçirmeden kullanan insanlar ve reklamlar. Dikkat edin, “gelsin likelar!” gibi cümleleri reklamlarda çok sık duyarız.
Koskoca bir şirket reklamlarında bunu kullanıyor ve rtük bunu kabul ediyorsa çok ciddi bir sorun var demektir.
Türkçenin söz varlığını aşağı çeken bu gibi durumlar maalesef türkçeyi kullanamayan bizler tarafından sağlanıyor. Rıhtım’ı tenzih ediyorum ama durum bu.
Sosyal medya bu konuda da kullanılabilir kanımca, yani her şeyin herkese yayıldığı bir mecradan bahsediyoruz. Eh, TDK’nın da taşın altına elini sokması gerekiyor tabii ki.
Burada yazan her şeye katılmakla birlikte bir de yabancı dilde tabela olayına çok ifrit oluyorum. Her defasında, “daha Türkçeyi bilmeyen insanlar kalkıp İngilizceye hevesleniyor” diyorum içimden. Yahu sen anadilini düzgün telaffuz edemiyorsun, imla edemiyorsun üzerine bir de yabancı dille kendini komik duruma düşürüyorsun. Yetmezmiş gibi bir de Arapça tabelalar girdi, ona hiç değinmeyeceğim. En azından değişime sokaktan başlamalıyız, böyle tabelaları gördüğümüzde korkmaksızın eleştirmeliyiz. İşe yarar mı bilemiyorum ama en azından bize düşeni yapmış oluruz.
Bazen abarttığımı düşünüyorum bu Türkçeye hakim olma konusunu ama hayır. İletişim için kullandığımız en önemli araç zaten dilimiz. Buna sahip çıkmamak da nesi?
En son çalıştığım şirkette e-mail değil de e-posta dediğim için günlerce alay konusu olmuştum. Düşünün; Türkçe konuşulan, resmi dili Türkçe olan bir ülkede bir şeyin İngilizce değil de kısmen de olsa Türkçe ismini kullandığım için alay edildim. Üstelik bu insanlar konu başka bir dile gelince “bizim dilimiz Türkçedir, başka dil konuşulmasını istemiyoruz” diye boş milliyetçilik yapan insanlar.
Bugün aklıma böyle bir anım geldi, paylaşayım dedim. Üzerine yorum yapmayacağım. Bu konudaki yorumlar zaten yukarıda yapılmıştı.
Ben de hep e-posta, e-postalayabilir misiniz, e-postalaşalım, e-postayla gönderelim, e-postalanmıştı galiba, vs. diye e-postayı doya doya kullananlardanım. “E-postalayabilir misiniz?” diye sorduğumda, “mail atsam olur mu” -soru işaretsiz- cevabını alınca tadından yenmiyor. Varsın alay etsinler.
Mail kelimesinin dilimize nasıl yerleştiğini fark ettim şimdi sayenizde, kendim için de. E posta çok fazla kullanılmadığı için garip gelse de doğrusu odur. Kullanacağım bunu artık.
Bu arada çevremden duyduğum bir başka kelime. App, Aplikasyon vs… Arkadaş, uygulama diye dilinizi hiç dolandırmayacak çok güzel bir sözcük var, Aplikasyon derken dağları aşıyorsunuz resmen.
Esasında bunu çok yadırganacak bir şey olduğunu zannetmiyorum, hatta öyle ki “Türkçe bilmiyor bu gençler” denecek kişilerin de öyle yerin dibine sokulmaması gerektiğini düşünüyorum.
Kanada’da yaşayan bir arkadaşım “Vice Versa” kullanımının Türkçe’de karşılığı olmadığından yakınmıştı. Düşündüm, hiç bu güne kadar böyle bir şeyin eksikliğini hissetmedim. Hatta içinde “Vice Versa” geçen bir cümle kurmaya çalıştım, düşünemedim bile. Türkçe’de bu tarz kalıpların karşılıkları genellikle cümle içerisinde dağıtarak, yayılarak kullanılıyor. Hatta Türkçe’de isim sayısı yabancı dillere kıyasla az olduğundan dolayı da birebir kelime çeviri yapmak da epey eğrelti duruyor. Ama adam İngilizce konuşmaya o kadar alışmış ki, birebir İngilizce düşünüşle Türkçe konuşmaya çalışıyor ve çuvallıyor.
Mesela “Cameo” diye bir kelime var, Türkçesi yok. Bir ünlünün bir sahnede alakasızca görünmesiyle alakalı bir kelime. Türkçe’ye çevirirseniz beyin devreleriniz yanar, yapamazsınız. Bu durumu ya karşılayacak bir deyim bulmanız gerekir ya da çevirdiğiniz cümleyi anlamına uygun olarak değiştirmelisiniz. Bunun altından kalkmak zor, İngilizce’de genellikle ifadeler tek bir kelimeyle ifade edilir ve daha kalıplaşmış anlamlar oraya çıkar. Türkçe’de kelime sayısı az olduğu için anlamlar daha esnek, bu yüzden birebir “Tak!” diye karşılayacak bir kelime bulmanız mümkün değildir.
Türkçe ve İngilizce arasındaki bu yapı ve düşünüş farklılıklarından dolayı beyinin dile adapte olabilmesi pek mümkün değil. Günlerini İngilizce makaleler okuyan, görüşmeler yapan ve konuşan birisi ana dili de olsa Türkçe’yi konuştuğu zaman yapıyı kavrayamayacak, hatta telaffuzu doğru olsa da Türkçe öğrenmeye yeni başlayan birisi gibi yapıyı anlamakta epey zorlanacaktır. Beyin yapısı oldukça değişkendir, öğrendiklerini unutmaya elverişli ve yeni öğrendiklerine adapte olmaya müsaittir. Bu yüzden, bırakın da çevirmenlik gibi zihni oldukça yoran bir işi yapan kişilerin hatalarını hoş görün.
Bir ingiliz dili ve edebiyatı mezunu olarak dediklerinizi doğru bulsam ve çevirmenliğin gerçekten yorucu bir süreç olduğunu az çok bilsem de burada kişinin dengeyi kendince kurabilmesi gerektiğine inanıyorum. İngilizceyle haşırneşir olunca kavramsal yapı gerçekten değişiyor ama ben bundan mümkün olduğunca kaçınmaya çalışıyorum.
Çeviri konusunda da hatalar yapılabilir tabii, gerçekten saç baş yolduran bir iş. Ancak hatalara bir kez kapı açıldı mı gerisi çorap söküğü gibi gelir. Eh, burada gerçekten hassas bir denge var kanımca, onu doğru kurmayı başardığımızda ortada sorun kalmaz diye düşünüyorum.
“to take it personal” kalıbını kim “kişisel almak” diye çevirdi ya. Sinirlendim sabah sabah.
Drizzt serisinin her yerinde bu saçma Türkçeleştirilmiş şeyi okuyorum. “Kişisel anlamak” veya “Kişisel algılamak” hadi en kötü “meseleyi kişiselleştirmek” olarak çevirilemez miydi şimdi bu?
Okunuşu ve anlayışı bence bozuk. Neyi alma diye sorunca cevap kişisel çıkıyor. Daha önce de kişisel alma diye kullanıldığını duymamıştım. Sanki bir eşyayı alıyormuşuz ve yanımızdakine bunu kişisel olarak alıyorum (kendime alıyorum), dermişiz gibi. Yani sadece nesnel ifade belirten cümlelerde kullanılabilirmiş gibi.
Yine de “kişisel anlamak” veya “kişisel algılamak”ın daha doğru olacağını düşünüyorum. Çünkü burda bahsedilen “kişisel” bir duygudan bahsediyor. “Özümsemek” duygusu. Duygular soyut olarak “anla”şılabilecek kavramlar yani “alınabilecek”ler sınıfına girmiyor diye düşünüyorum.
“Üstüne alınmak” deyişinden çok farklı olmadığını düşünüyorum ve daha önce “üstüne alma” diyerek bunu kasteden birini duymadım. Birisi bana üstüne alma derse herhalde o an kıyafet seçimi felan yapıyor olmamız gerekir veya evden çıkarken annemin montunu üstüne alma gibi bir cümle kurması gerekir fakat herhangi bir laf ortada döndükten sonra birisi bana “üstüne alma” derse şaşırırım ve ne anlama geldiğini çözemem. “Üstüne alınma” der haliyle.
İkinci anlam Emre’nin vurguladığı anlam değil. Birincisi de “Üstüne alınmak” olarak verilmiş. İtalik olduğu için “ı” arada kaynamış gibi duruyor. Ben mi bir şey kaçırıyorum acaba?
üstüne alınmak
bir davranışın kendisine karşı olduğunu sanarak tedirgin olmak, alınmak: Otomobilin dinmeyen yaygarasını üstüne alınmaya mahal yoktu. - Ö. Seyfettin. 2) bir işi yapmaya söz vermek, ödev alınmak: Her biri, ayrı bir defter sayfasının gözden geçirilmesini üstüne aldı. - P. Safa.