"1503 yılı ile 16. yüzyılın sonlarına kadar geçen dönemde İstanbul için 39 elçilik raporu kaleme alınırken, Papalık hakkında kaleme alınan rapor sayısı 27, Fransa hakkında kaleme alınan rapor sayısı 23 ve Kutsal Roma İmparatorluğu için 18 idi.
[Fatih ve Bellini ~ ss. 19-20]
İstanbul’un ne kadar kritik bir yer olduğunu gösteriyor. (Venedik balioları görevleri sonunda yazıyor bu raporları)
Herkes içindeki dünyayı dışarıdaymış gibi, herkese zorla kabul ettirmeye, onu kendisinin gördüğü gibi görmeye zorlamak istiyordu; ona göre, başkaları, bu dünya içinde kendisinin onları gördüğünden başka türlü var olamazlardı.
Hayır, hiç kimse intihar kararına varmaz. İntihar bazılarında birlikte bulunur. Onların yaradılışlarında mevcuttur ve onun elinden kaçamazlar.
Sanki asıl öldürmek istediğim şey o derinin altında ya da başparmağımın altında atan o ince mavi damarda değil, başka bir yerde, daha derinde, daha gizli ve ulaşması çok daha güç bir yerdeydi.
Çünkü nerede olursam olayım -bir gemi güvertesinde, Paris’te bir sokak kahvesinde ya da Bangkok’da- hep aynı sırça fanusun altında kendi ekşimiş havamda bunalıyor olacaktım.
“Aşk diye bir şey var mı?” Ben konuştukça kahkaha üstüne kahkaha atıyordu babam. Baktım hoşuna gidiyor, devam ettim: “Bir baba olarak söyle evladına: Aşk var mıdır yok mudur, boş mudur dolu mudur, ne kokar, ne boktur?”
Gülmesi biraz dinince, “Tanrı gibi düşün,” dedi babam, ki böyle bir yanıtı hiç beklemiyordum. “İnanıyorsan var olup olmaması pek önemli değildir. Ayrıca en büyük inkârcının da en inançlının da içinde bir nebze kuşku vardır. Ve elbette ki, aşk da Tanrı da ölümsüzdür.”
‘‘Halkın doğayı korumak ya da hayatlar kurtarmak istediğini ve öyle amaçlar doğrultusunda savaşan idealistlere minnettar kalacağını farz etmek bir hatadır.’’
(s.66)
Hayal gücü cesur bir uçuşla
Ve ümitle sonsuzluğa yayılsa da,
Küçük bir alan yeter ona aslında,
Söndükçe mutluluklar zamanın girdabında art arda.
Kaygı hemen yerleşir yüreğin dibine
Orada gizli acılar yaratır,
Telaşla dolanır, ne istek ne de huzur bırakır;
Sürekli yeni maskelere bürünür,
Girer ev bark, çoluk çocuk şekline,
Ateş, su, kılıç ve zehir olur bazen de:
Seni ilgilendirmeyen her şeyden korkarsın,
Ve asla kaybetmeyeceklerine sürekli ağlarsın.
Kimin her şeye gücü yeter, bilir misiniz? Çocukların. Çocuk güvensizliği, korkuyu bilmez, kendi gücüne inanır ve tuttuğunu koparır.
Ne var ki çocuk zamanla büyür. Zannettiği kadar güçlü olmadığını, ayakta kalabilmek için başkalarına muhtaç olduğunu anlamaya başlar. Severse sevilmek ister ve yaşadıkça karşılık görme arzusu iyice büyür. Sahip olduğu güç de dahil her şeyi fedaya hazırdır, yeter ki sevdiği kadar sevilsin.
Sonunda şimdi bulunduğumuz noktaya varırız: Kabul edilmek, sevilmek için ne yapacağını şaşırmış yetişkinler olur çıkarız.
‘‘Böyle olmasını beklememiştim,’’ dedi Silver. ‘‘Hep çok sarsılmaz gözükürdün -bir kaya, bir dağ gibi- bana vereceğin en büyük tepki kaşlarını kaldırmak olur diye düşünmüştüm.’’
(s.92) ^^
İşte kader hep böyle davranır bizlere, hemen arkamızdadır, omzumuza dokunmak için elini çoktan ileri doğru uzatmıştır, bizlerse hâlâ, geçti gitti, gösteri bitti, yine aynı hikâye, diye homurdanıp dururuz.
Hayat, yaşamayı sürdürmek için sebepler bulamaz, karşılıklı saygı için düzgün kaynak olamaz, her birimiz ona böyle nitelikler katmakta karar kılmazsak eğer.