Ben Diyemediğimden; Montejan

Ben Diyemediğimden; Montejan.

Bu yazının bir önemi yok. Ama kazara bir değeri olacaksa, eğer becerebilirse bir miktar samimiyet barındırmasından gelebilir. Aslında konu da bu; samimiyet.

Bu sabah çok güzel bir rüzgâr esti ve bir şeyleri uyandırdı. Durum bu, evet, rüzgârdan medet umuyorum. Belki rüzgâr değildi mesele bilemiyorum. Ama apartmanın dış kapısından çıkıp rüzgârı yüzüme yediğimde içime çektim ve iyi geldi. Garip bir umut işte. Arabaya binip kontağı açar açmaz Ne fark eder şarkısının (Yüzyüzeyken konuşuruz) nakarat kısmı çalıyordu. İstemsizce tempo tuttum. Güzel bir duyguydu. Ve tam o sırada bugün samimi bir yazı yazacağım dedim. Konu: serbest. Ama iş çok yoğundu ancak şu dakikalarda mümkün olabiliyor çünkü çocuklarım çok geç uyuyor. Aslınsa saat şu an 00:17 yani ertesi güne geçmiş bulunuyoruz ama dert değil. Dert değil be Montejan!

Şu ana kadar yazılanlar yalan barındırmıyor devam edebilirim o halde.

Samimi olmak bir meziyet değil, bazıları için nefes almak gibi bişey. Benim için değil. Ben eğer başarabilirsem sonradan öğreneceğim. Yürümeyi sonradan bir kez daha öğrenmek gibi.

Korkuyorum dostlar. Yaşamaktan korkuyorum, ölmekten korkuyorum. Ve Dünya; kocaman bir parmak dokunsa rayından sapması ve sonsuzlukta yok olması teorik olarak mümkün olan dünyanın bu kadar kasıntılar barındırması ayar ediyor beni. Borsa ne yaa. Ve bu dünyadaki insanların bu kadar kötü olması, insanın bu kadar kötü olması, dinozorların bile ölmüş olması, İşid diye bir şeyin olması onun liderinin olması, kanserin olması ama ilacının olmaması. Ama teorik olarak her şeyin mümkün olması ama o saatin her sabah 6:10 da çalması. Ben yine de 6:20’ye kadar erteliyorum.

Ben bir obsesyon hastasıyım dostlar. Dost demem rahatsız ediyor mu? Ben alışkın olmadığım için yadırgıyorum ama klavye dert etmiyor. Dostlar! Oldukça estetik. Her neyse, obsesyon denilen illet çok fena zaman çalıyor insandan. Tanımı kendim koydum. Gitsem tanımı hak ederim, yani resmileştiririm eminim buna ama üşeniyorum. Obsesyon zehirli bir sarmaşık gibi, eğer izin verirseniz dostlar her tarafınızı sarar. Kesmeniz lazım. Acımayın ona. Örneğin ben üçüncü katta oturuyorum. Sabahları evden çıkıp asansöre binmem sonra binadan çıkmam gerekiyor. Bu normal bir vatandaşta 3 dakika sürer. Kapıyı aç, ayakkabıları giy, asansör bekle, asansör en uzakta olsun (8. Katta), bekleyelim, tamam, 3 dakika sürer. Ama benim iki katı sürüyor. Evden çıkarken kapıya dokun, asansör kapısına 3 defa dokun, hayır 7 defa, hayır 8, hayır daha fazla vs.

Ama müzik ne kadar derinleşse iyi. O iyi geliyor.

Şu ana kadar yalan söylemedim.

Obsesyon meselesi keşke bu kadarla kalsa. Ama öyle değil, evin içinde, dışında, işte, her yerde beni kuşatmış durumda. Mekanizma şöyle çalışıyor anladığım kadarıyla;

Beyin; şuraya dokun?

Ben: neden?

Beyin; Dokun işte, önemli!!!

Ben; ok.

Beyin; Yetmez, 3 defa daha dokun.

Ben; Neden?

Beyin; Eğer dokunmazsan kötü şeyler olacak.

Ben; Ne gibi?

Beyin; Duymak istiyor musun?

Ben; boşver.

Beyin; Vazgeçtim 3 defa daha dokun.

Ben; Amaaa yaa.

Beyin; Dokunmayacak mısın?

Ben; Ok. Amk!!!

6 Beğeni

Annem öldü. bir sessizlik çöktü. Şimdi Ursula senden dileğim lütfen anneme yol göster onu yalnız bırakma. O seni çok severdi. Herkesten özür dilerim ama açan her bahar çiçeği batıyor bana.

Sevgili annem bu da küçük kızından not ve küçük bir hediye çizmiş sana;

‘’Annecim (19.02.19)

O gunden beridir "ne hissediyorum, nasilim " tam olarak nasil tariflenir bilmiyorum, becerim yok o konuda… Ama gozumde canlanan bir resim var: Uzay bosluguna firlatilmis gibiyim. Bir astronot gibi saliniyorum ama onun gibi beyaz bir kiyafetim yok .uzayin rengindeyim. belki icimden goktasi, uydu gibi bitakim uzaysal ögeler geciyor ya da onlara carptigimi goruyorum ama umrumda olmuyor, hissetmiyorum cunku bi boşlugum. Sadece senin gitme anini hissediyorum ve o andan itibaren "ben olmusum uzay" gibiyim. Aglasam da , hirpalasam da kendimi bu caresiz anlamsiz bosluktan kurtulamayacagimi ve hicbiseyin eskisi gibi olmayacagini algılıyorum . Ama zamanla sanki soyle olacak diye dusunuyorum; ben uzayla karisacagim, tanisacagim ve ona alismaya baslayacagim. Sonra sarmal,helezon,bukulme gibi birtakim hareketlerle uzay sıkısarak hacmi kuculecek. Senin gitmenle icine firlatildigim o uzay tasinabilir hale gelerek icime yerlesecek ve artik bir parcam haline gelen o koca boslugun hep benimle olacak. Sen oyle karanliklar , bosluklar sevmezsin, ben de oyuzden icine seninle ilgili herseyi, herseyi atacagim. Orada bir dunya degil uzayini kuracagim.

Sayende icimde galaksiler, yildizlar, gunes, sistemleri,karedelik ,uzaylilar ve daha bilimum suprizlerini tasiyacagim.’’


Gamze

5 Beğeni

Tam olarak bedenimden ne zaman ayrıldım bilemiyorum Ömürcüm. Çok kuvvetli ama aynı zamanda çok narin oldu bu ayrılış. Hızlıydı bunu diyebilirim evet…Anlık gibiydi ama aynı zamanda bir yolculuktu da diyebilirim. Hızla yükseldim, yükseldim ve daha da. Sonra bir boşluk oldu. Ama çok hafifim. Hiçbir sınırım yok gibi Ömürcüm ama aynı zamanda kuvvetli bir bütünlük hissediyorum. Yani neredeyse bir vücudum var, bildiğimiz anlamda bir beden değil. Geziniyorum şimdilik, henüz nerede olduğumu bilmiyorum, etrafta kimseciklerde yok. Sessiz ama huzursuz bir sessizlik değil. Şimdilik söyleyeceklerim bu kadar. Devam edebildiğim sürece anlatacağım meleğim, seni gelişmelerden haberdar edeceğim. Senin de bana anlatacağın bir yol bulacağını umut ediyorum.

Annen

2 Beğeni

Dokunsalar ağlayacağım. Ağlıyorum aslında. Hatta dokunmasalar da ağlıyorum. Gün geçtikçe yokluğun bir bedene kavuşuyor, ete kemiğe bürünüp oturuyor neredeyse karşıma ama aynı esnada toprağın altındaki bedenin yok oluyor biliyorum her gün biraz daha. Yok mu oluyor, dönüşüyor mu demeliyim. Ama gidiyorsun işte anne, her şeyden elini eteğini çekip gidiyorsun. Üzerinde parmak izlerinin bulunduğu iki yeşil elma dahil olmak üzere buzdolabında dokunduğun pek bir şey kalmadı. Yoğurt bitti. Buzlukta bir şeyler var. Durur daha onlar. İnsan gidiyor da nesne öyle şuursuz duruyor işte, duygusuz. Çiçeklerin arsızca açıyor, orkide hiç o kadar açmamıştı?

Rüyalar anne, acaba diyorum rüyalar aracılığıyla ulaşabilir miyim? Gerçekten uzak, mistik, gizemli sadece onlar var bildiğim. Bilmiyorum.

‘Bir andı eridi gitti. Ne bir öykü tuttu elinden ne de bir fotoğraf yakaladı. Zaman yaladı yuttu. Ne başı var ne sonu. Ne akıcı, ne akılda kalıcı. Ne düşünülür üzerinde, ne ilham kaynağı. Ne çocuklara okunur uyumadan önce, ne de şarkılar eşliğinde. Yok. Yazan yok. Okuyucu yok. Yaşanan yalnızca bir andı, eridi gitti. Bir insan gibi, eridi gitti. Yalnızca biraz sersemletti. Bir kar tanesi kondu, değdiği yeri üşüttü, sonra bir kuş kanadı sildi geçti, o sırada bir insan eridi geçti zamandan. Zaman emdi insanı ve tüm günahlarını. Utandırmadı onu, anladı, kaşlarını bile çatmadı. Bilge bir dede oldu zaman tuttu kolumdan, tek kelime etmedi. Üşütmedi. Sardı eriyen insanları meğer biliyormuş her birimizin adını, insan demedi, adını söyledi, saçlarını sevdi, örgüsüne güldü. Zaman ne güzeldi. Var etti. Örtü sonra üzerimizi, hiç birimizi üşütmedi.’

Güzel şeyler oluyor anne bugünlerde…yani oluyor mu olmuyor mu biraz şaibeli ama hiç bu kadar oluyor gibi olmamıştı. Sensiz buruk.

Kızın.

3 Beğeni

Bir saygı duruşu bekliyorum kedilerden, kekiklerden. Rodrigodan bir selam çakmasını bekliyorum. Bu ara dinleyemiyorum içim el vermiyor. Evet saygı duruşu bekliyorum. Bir anlık. Güzel bir yürek geçti dünyadan…İnsan bunu hak ediyor. Eğer hak etmiyorsa bu kadar tantana neden ki. Yani şaşalı bir uğurlama bile olmayacak yerde misafirliği bu kadar abartmanın yeri var mı? Yok bence.

Anne.

Önce dedem ölür, sonra babam, en son annem demiştim. Yani garip bir rahatlık vardı üstümde. Yanlış anlama lütfen, bu onların ölümüne üzülmeyeceğim anlamına gelmiyor, sakın. Ama sen ne demek istediğimi anladın. Sen öldün ama, her şeyden herkesten önce sen öldün.

Hesaplarım tutmadı. Ne toyluk ama. Neredeyse kırk yaşında bir toyluk. Bahar gelemiyor bir türlü ama açıkçası bu beni rahatsız etmiyor.
Bugün kısıra bakıp ağladım. Boğazıma dizildi yemek. Ekrem İmamoğluna mazbatasını vermediler. İlk defa bu kadar mazbata kelimesini kullandım hayatımda. Hala tam anlamına bakmış değilim. Bir üşengeçlik var. Ama değişen bir şey olmayacağını biliyorum benim bencil hayatımda. Sen gidince evimizdeki politik hava dağıldı. O işlerde bezimiz yokmuş anne arada gaza gelip hafif bir atak geçirsek de hızlı sönümleniyor. ‘Neye kaldırmıştık bu yumruğu yaw’ diyip indiriyoruz. Ama yemek konusu için aynı mütevazilikte olamayacağım. Baya geliştirdik kendimizi. Tecrübe eksikliğinden kaynaklı kazalar olmuyor değil. Örneğin pazı gerçekten birkaç saniye haşlanıyormuş aynen tarifte yazdığı gibi. Yani aslında tarife itibar etsek sorun olmayacak ama bu inisiyatif alma ve doğaçlama merakımız patlıyor elimizde. Bir de babamı salça merakından vazgeçirmemiz lazım. Onun dışında idare ediyoruz sanki anne. Söylediğin her şey beynime elf alfabesi ile yazılmış ve aslında kaybolmuş gibi gözükse de ork misali sorunlar yaklaştığında mavi mavi parlıyor cümlelerin.

Öpüyorum annem, şu an neredeysen.

7 Beğeni

Uzun süredir görüşmediğim birileri ile buluşma fikri başlangıçta çok iyi geliyor ama buluştuğunda neden yıllardır görüşmediğini anlıyorsun. Ama elden bir şey gelmiyor o an için. İyiki buluşmuşuz diyorum ne diyeyim. Biliyoruz ki bir daha görüşmeyeceğiz.

Aynen dediğin gibi makarnanın haşlama suyuna tuz koyuyorum mutlaka. Makarnanın sırrı. Eğer tuz koymazsak sonradan ne yaparsak yapalım lezzetli olması imkansız. Bu bilgi bende gerilim yaratıyor anne. Geri dönüşsüz ve düzeltilemez bir mesele doğurduğundan olabilir. Ben İnsana ikinci, beşinci şanslar verilmeli , telafi sınavlarına girebilmeli diye düşüyorum. Eğer sonuç lezzetli olsun istiyorsan tuzu tam o anda atmalısın eğer atlarsan konu kapanır. Çok keskin. Ursula bir kitabında anlatmıştı sanırım, bir yılan türü düşmanından kaçmak ya da avını yakalamak için kuyruğunu ağzına alarak bir çember oluşturuyor ve yuvarlanıyor. Böylelikle daha hızlı hareket etmiş oluyor. Ama bu yılanın kuyruğunda bir zehir bulunuyor, yuvarlanma esnasında yanlışlıkla kuyruğunu ısırırsa (ki bu bazen oluyor) ölüyor. Bu da çok keskin değil mi anne? Böyle şeyleri sevmiyorum. Birinci ısırıkta ölmemeli örneğin 87.kez yanlışlıkla ısırdığında karnı falan ağrımalı.

Ursula bunu bedel ödemek ya da başarı için risk almak meselesine bağlıyordu sanırım ama ben sadece yılanın girdiği bu çıkmazı düşüyorum.

Bilemiyorum. Annem. Bu kadar Challange a ne gerek var, acıktı adam yemek yiyecek hepsi bu. Daha şefkatli olabilir miyiz lütfen diye bağırasım var.

Rüyalarımdan gittin anne, nedenini sorabilir miyim?

3 Beğeni


Annneeeeeeeeeee!!!

Çanak çömlek patladı diyesim geliyor.

Gerçekle yüz yüze gelmek. Yıllar sonra, bir dönem ve tabi ki uzunca bir dönem beraber yaşadığımız eve gittim. - Bu bir veda törenidir. Burada okuduklarınız bir içselleştirme çabasından başka bir şey değildir.- İnsan en ciddi olayı yaşayınca geriye kalanlar tırt geliyor. Daha önce heyecanlandığım hiçbir mevzu kılımı bile kıpırdatmıyor. Burada bahsi geçen en ciddi mevzu; ölümdür. Törenler oluyor daha önce yaşadığın yerlerde. Kendi çapında tabi, bizim çapımız neyse işte. Sana ulaşıyor mu bunlar? Yemek yaptı sevdiğin kadınlar, adını duyan geldi. Baban ve sevgili kardeşin oradaydı. Karşı komşun ile ağlaştık, onun da oğlu vefat etmiş. Bir bahçe yaptı Dayım senin için. 64 fidan dikildi. Daha da büyüyecek, büyüteceğiz. Uzak Deniz bir ağaç seçti oradan, en köşedeki, adı Kristal.

O günü aklımdan çıkaramıyorum. Çıkarmak da istemiyorum aslında.

Ben işe gittim sabah erkenden. Sen o geceyi ateşli geçirmişsin. Ben bunu bilmiyordum! Ertesi gün ofis dışında bir toplantıya gittim. İçim sıkılıyordu, otopark meselesini kafama taktığımı düşündüm. İstanbul’da park bulmak zor. Sonra başka bir toplantıya gittim, ilki Eyüp civarındaydı diğeri Kavacıkta. Toplantı çıkışı Kozyatağına geldim, otoparka geldim arabayı bıraktım, yukarı çıkmadım. Bir şeyler yazmak ya da bir şeylere alkol eşliğinde aval aval bakmak istiyordum, biliyorsun bunu hep isterim anne. Giderken acaba eve uğrasa mıydım dedim ama uğrarsam çıkamam geri diye düşündüm. Seni aradım, tansiyonum düşük dedin, geleyim mi dedim yok canım sen çalış dedin. Eve yakın bir yer var oraya oturdum, hava güzeldi, normalde boğum boğum sigara kokan yer camları açtıkları için püfür püfürdü. Bir bira söyledim, bilgisayarı açtım, kulaklığı taktım. Güzel bir müzik çalıyordu. Aslında her şey güzeldi. Sana mesaj attım, tansiyonun kaç diye sordum, düşük dedin, gece ateşim vardı dedin, şimdi nasıl diye sordum, şimdi yok dedin. Bunu iyiye yordum. İçim rahat etmedi, bir şeyler daha yazdım, aslında iki dakika uzaklıktaydım. Ohooo bana yazacağına çalış dedin. Bende çalışamıyorum geleyim o zaman dedim. Gel dedin. – En son yazışmamız bu. İnsan gidiyor, ama bu elektronik hesaplar kalıyor, bu tuhaf.- Kalkarken telefonu unutmuşum, peşimden yetiştirdiler, seslendik o kadar duymadın dediler, evet dedim. Bu da tuhaftı. Eve geldim, yatıyordun, babam yanında siz her zaman ki gibi tartışıyordunuz ve bana yine kesik kesik anlattınız olayları. Aslında gece ateşin olmuş, tüm gün tansiyonun düşükmüş, şimdi ateşin yokmuş. Bunu yine iyiye yordum. Hadi dedim gidelim hastaneye. Tabi ki istemedin, tabi ki ne gereği var dedin, yok dedim hadi. O zaman çocukları yedirelim dedin, köfte yaptık, pilav yaptık, yedirdik, sen yaptın sen yedirdin daha çok. Yayla çorbası içmeye çalıştın bu arada içemedin bunu fark ettim. Babama çocukları emanet ettik çıktık. Koluna girmeye çalıştım, gerek yok dedin, arabaya bindik, kafanda bordo bere vardı, hatta ‘Anne şu bereni biraz geriye al’ diyecektim vazgeçtim. Bu da tuhaftı. Dolunay vardı. Dolunay hakkında konuştuk. Hastaneye girişte kusmak istedin, poşet var mı dedin, kus anne boş ver dedim, poşet aradın çantanda özenle ve buldun, kustun. Poşet şeffaf bir poşetti, bu sırada arabayı park etmiştim acilin önünde yere düşmüş siyah bir poşet vardı, annemin elindeki poşeti alıp, siyah poşetin içine koydum ve acilin girişindeki çöpe attım, annem şaşkın şaşkın ‘neler yapıyorsun öyle’ dedi. Kamufle ediyorum demedim. Acil girişinde bir süre bekledik, dediler ki şu an nöbet değişimi bir süre istirahat edin. Ettik. Ne konuştuk hatırlamıyorum. Sonra bizi içeri bir odaya aldılar, doktor geldi ‘iyi görünüyorsunuz ama bir kan alalım dedi’ aldı. Bu arada sen yine kustun. Bu defa ‘böbrek küvet’ bulduk. Demek ki midemi üşüttüm bak şimdi iyiyim dedin. Bunu iyiye yorduk. Kulağında inci küpe vardı, çıkarmamı istedin, bir tetkik isterlerse engel olur diye. Ne alaka anne dedim, olsun dedin. Çıkartırken kulağın azıcık kanadı, bunu söylediğimde ‘tüh şimdi yine kapanacak dedin’ hemen sonrasında ‘kapansa ne olacak ki dedin’. Kan sonuçları çıktı. Doktor geldi, bir şeyler anlattı, ultrason yapılacak dedi. Öncesinde ben sonuçları internetten gördüm, bazıları yüksek dedim, aşırı yüksek. Sen banyo yapacağım eve gitmem lazım dedin. Hastaneye aşinayız, her haline, her saatine, her bölümüne. Doktor yok bu gece misafirimizsiniz ama katlarda oda yok, oda bulunana kadar sizi acilde misafir edeceğiz dedi. Peki dedik. Sen açtın, tost aldık pek yiyemedin, meyveli yoğurt geldi aklımıza, hastanenin labirent koridorlarında yoğurt aradık, bulduk ama onu da pek yiyemedin. Bir süre sonra konuşman bozuldu, buna tostun neden olduğunu düşündün, peynirden herhâlde dedin, ben bunun mümkün olmadığını söyledim, sanırım bu son tartışmamızdı. Birde tekerlekli sandalye ile tuvalete gitme meselesi var. Neyse. Yaşlı, sessiz, yüzüne salak bir gülümseme yapışmış bir adam geldi yanımıza, röntgene gideceğiz dedi. Yok ultrason dedik, sıkılmış ve bilge bir tavırla aynı şey dedi. İyi dedik gidelim. Yürüyebilir misin dedi, yok dedik, tekerlekli sandalyeye oturdun sen, adam ittirmeye başladı ben arkanızdan. Adamın telefonu çaldı, ‘tamam hastayı bırakayım, geliyorum’ dedi, gülüştüler, kapattı. Ultrason çekilecek yerde başka bir adam vardı, bizimle gelen adama kardeşi kadar benziyordu, sen al ben geliyorum gibi bir şeyler geveledi. Bizi teslim alan adam önce akciğer grafisi çekilecek dedi, bizi bir odaya soktu, seni cihazın yanına aldı ve heyecanla çık odadan dedi bana, sen de hadi çık dedin, koşarak çıktım, sen bu sırada gözlüklerim gözümde bir şey olur mu diye bağırıyordun, biz kaçışmaktan sana cevap veremedik. Radyasyondan kaçıyorduk sonuçta. Ultrasonda yapılırken doktora anormal bir durum var mı diye sorduk, doktor cevap vermedi, senle göz göze geldik. Bu sırada ekranda ben karaciğerini izledim Karagöz ve Hacivat’ın gölge oyununu andırıyordu görüntüler. Bizi bırakan adam tekrar belirdi, yüzünde aynı salak gülümseme, bizi tekrar acile getirdi. Bu sırada Gamze ve Murat gelmişlerdi. Tenin soğuktu, gittikçe şiddetlenen ağrıların başladı, sanki ayağın kaymış ve hızla uçuruma doğru yuvarlanıyordun ve biz mal gibi bakıyorduk. Konuşman iyice bozulmuştu. Doktora söyledik, doktor şekere bakalım dedi, baktılar. Soğukluğun içinde battaniye önerdi. Battaniye işe yaramadı. Ağrıların çok arttı, üzerimdeki her şey ağır geliyor dedin. Öylece duruyorduk yanında, elini tutuyorduk. Ağrı kesici yaptılar. Saatler ilerliyor senin ağrın şiddetleniyordu. Sabaha doğruydu, elimi tuttun, göz göze geldik, elimi karnına götürdün, göz göze geldik, tuvaletin mi var dedim, kaşlarını kaldırdın, nefes mi alamıyorsun dedim, gözlerini kırptın, doktoru çağırdım. Ve nihayetinde kocaman bir çığlık attım. Ortalık hareketlendi, etrafın kalabalıklaştı. Sessizlik bozuldu. Çanak çömlek patladı. Yörük çadırından fırlamış gibi yöresel kıyafetli bir kadın belirdi yanımızda, hatta bizden daha çok yaklaştı sana. Hemşireler müdahale ettiler kadına. Kadın arsız bir merakla gözlerini sonuna kadar açmış olacakları izliyordu. Yan odalardan hastalarda geldi, ortalık baya şenlenmişti. Yörük çadırlı kadın bir senin başındaki kalabalığa bakıyordu, bir bize. İnatla göz göze gelmedim. Merak etme gözümdeki dehşeti görmedi. Gamzenin elini tuttum derin nefes al dedim, derin derin nefes al. Seni tekrar iki saat sonra görebildik. Bu sırada babamı ve Özgür’ü aradım, geldiler. Yoğun bakımdaydın, iki dakikanız var ve iki kişi girebilirsiniz dediler. Biz dört kişiydik, üç kızın ve babam. İkişer ikişer girdik iki dakika durduk yanında. Buralarda olun fazla uzaklaşmayın dediler. Bir süre sonra telefonum çaldı, gelin dediler, daha önce hiç görmediğim bir odaya aldılar bizi, doktor sizle konuşmak istiyor dediler.

Ölümün bu şekilde oldu anne.

2 Beğeni

Çok gülüyorum buna şekerim.
https://www.youtube.com/watch?v=BQXG2S5z8C8

Mum,
I have always known that we all are born and we all die but only some of us really live.
I want to live, not just exist, I want to be me.
I do not know how I want to be.
I am carrying a heavy mask and shield.
When I am talking I am filtering what I say, I am not being the real me.
If I live in the forest, alone under the stars, I think I will be the real me.
I want to find out, is it time to find out?

For many years, I have used the mask and shield, can I throw them away?
I carry a shield thinking I am afraid of others but actually I might be afraid of the real me.
Why am I afraid of the real me?
If I do not find out will I have a life like a snail?
I am afraid I will regret my decisions on my lifestyle and choices, What should I do mum?

Subrose

1 Beğeni

image

Hala ağır bir sessizlik içinde yüzüyorum. Ağır diyorum, çünkü bunu hissedebiliyorum. Bedenimin olmaması tüm sınırları kaldırmışa benziyor. Hatta şu an bir bedene sahip olma fikri oldukça tuhaf geliyor bana. Sessizliği hissediyorum. Aynı doğrultuda sabit hızla ilerliyorum şimdilik.

Kötü değil, yani bizim öncesinde düşündüğümüz gibi o kadar da kasvetli değil. Bugün hatırladıklarımı hatırlamaya devam edecek miyim bilmiyorum. Sanki dönüşüyorum. Işık oranı daha da artıyor ilerledikçe. Her renk var gibi ama birbirlerine karışıyor tam netleşecekken kayboluyor.

Ömür! Galiba benim dışımda da birileri ya da bir şeyler var!

Bulacağım seni tekrar.

Annen

1 Beğeni

Geçiyor işte zaman anne. Hala yüzleşemedim gibi geliyor yokluğunla. Yani derinlerde bir yerde problem var. Çok tuhaf, yokluğun gerçekten çok tuhaf. Uzak, bir masal anlatmamı istemişti benden içinde Baykuş falan geçen. Bunu anlatmıştım. E ne yapıyormuş adam orada demiştin…bilmiyorum.

Baykuş, Kartal, Sun

Eski zamanlarda anne ve babası ile ormanın kıyısında güzel bir evde yaşayan bir çocuk varmış. Adı Sun’mış. Sun’ın babası bir gün ormana odun toplamak için girmiş ancak bu defa dönmemiş. Ana oğul günlerce babasının gelmesini beklemişler ancak gelen giden olmamış.

Sun bu duruma daha fazla dayanamamış. Bir grup arkadaşını toplamış ve babasını aramaya karar vermiş. Ancak Sun’ın annesi Sun ve arkadaşlarının yalnız gitmesine izin vermemiş, ormanın çok tehlikeli olduğunu söylemiş. Sun o zaman hep beraber gitmeyi teklif etmiş. Annesi bu teklifi kabul etmiş. Sun, annesi, arkadaşları ve arkadaşlarının aileleri hep beraber yola koyulmuşlar. Günlerce ormanda yol almışlar ancak hiç kimseye rastlamamışlar. Hava kararmak üzereyken umutsuzca bir ağacın altında mola vermişler ve birden bir sesle irkilmişler. Kafalarını kaldırdıklarında bir baykuşun onlara baktığını görmüşler. Baykuş onlara kim olduklarını sormuş, Sun Baykuşa olan biteni anlatmış. Baykuş, ben yaşlı bir baykuşum, size pek yardımcı olamam ama yarın sabah tam benim durduğum yerde yaşlı bir kartal göreceksiniz, o size yardımcı olacaktır, şimdi rahat rahat uyuyun demiş.

Sun ve ekibi sabah uyandıklarında başlarının üzerinde yaşlı ama kocaman bir kartal görmüşler. Kartal, Baykuşun ona her şeyi anlattığını, güzel bir kahvaltı yapmaları gerektiğini sonra yola çıkacaklarını söylemiş. Kahvaltıdan sonra tüm ekip Kartal’ın peşine düşmüş hep birlikte uzun bir yolculuk yapmışlar.

Akşama doğru çok yorgun bir şekilde bir ağacın altında durmuşlar. Kartal ağacın dalına konmuş ve başıyla biraz ilerideki bir yeri işaret etmiş. Sun koşarak Kartal’ın işaret ettiği yere gitmiş. Bir adam küçük ateşin başında düşünceli düşünceli oturuyormuş. Sun yaklaştığında o adamın babası olduğunu fark etmiş ve koşarak babasının boynuna atlamış. Babası çok şaşırmış ve çok sevinmiş.

Sun, arkadaşları ve aileleri sevinçle birbirlerine sarılırken birden Baykuş’u fark etmişler. Kartal gitmiş yerine yeniden Baykuş gelmiş. Baykuş onlara güzelce uyumalarını söylemiş. Uyandıklarında Baykuşun yerinde yine Kartalı fark etmişler. Kartal onlara evlerini bulmaları için eşlik etmiş. Sun, anne, babası ve arkadaşları ile birlikte hep mutlu olmuş.

Gün geliyor sen hiç kafa yormadan üstelik, ‘bir gerçeğin’ aslında çok da gizli saklı olmayan bir yanından çıkıp karşına kanlı canlı oturuveriyor.

Ve diyor ki; Hellooooo!

1 Beğeni

Anne,
Bir dostum demişti ki ‘6 kanadım olsa altısını da cızbız yapar yerdim!’…
İkarus’a selam yola devam!
Öptüm.
Çok özledim.

Hemen küsüyorum anne. Küsmeye meyilliyim. Küsecek yer, insan, hava,kuş,dağ arıyorum. Küsmeye yer arıyorum anlayacağın. Ne oluyor sonunda, hiç oluyor. Küsmem hiç oluyor. Geçiyor bir süre sonra. Bir yenisi geliyor.
Hala büyük bir haksızlığa uğradığımızı düşünüyorum, senin gidişinden dolayı. Ama biliyorum, dünya haksızlıklar gezegeni. Ama yine de. Aksi gibi etrafım senden bir, iki yaş büyük kadınlarla doldu. Garip bir şekilde senin yaşında arkadaşlarım oldu. Bilemiyorum. Mercan anneanne diye geziyor peşlerinde.
Kırgınım.
Kızgınım.
Haksızlık yine de. Bir sana mı oluyor diyorum. Banane ulan diyorum, olan oldu işte. Neredesin anne ya?
Rüyamda gördüm bu gece, tam biterken rüya ‘Seni çok seviyorum, bunu unutma’ dedin acele ile. Bu benim rüyamdı, beynim kendi kendine seni seviyorum dedi, teselli olmuyorum bu rüyalardan, hatta daha da üzülüyorum.
Bilemiyorum, gerçekten bilemiyorum, yok olmuş olmazsın!
İkarus boğuluyor ama kimsenin salladığı yok! Ne diyebilirim ki.

3 Beğeni

Sonunda diyor ki;
Her şeyi gördünüz veya anlık görüntüler, parçalar gördünüz. Bizden örnek alın. Kendinizi toplamaya çalışın, ediminizi artırın, topluluğunuzu bulun, kendi bilincinizin kefaretini kavrayın, kendi arkadaşlarınızın, kendi işinizin, kendi meditasyonunuzun, kendi sanatınızın, kendi güzelliğinizin bilincine varın.
Çıkın ve kendi ebediyetinizin yolunu tutun!

Cesaret veriyor annem…canımın içi.

2 Beğeni

Kalabalığın karşısındayım, titriyorum, yok heyecandan değil öfkeden. Çok şey var anlatmak istediğim ama başka bir dilde.

Sigarayı bırakır gibi bırakıyorsun ilişkileri de. Aynı kabalıkta oluyor evet. Vücudunu bölüyorsun ortadan ikiye. Bir yanın haykırıyor, ölüyor, bitiyor, özlüyor, istiyor. İşte savaşman gereken ya da susturman gereken yalnızca bu aciz yanın. Aciz diyorum evet, çünkü daha bir gece öncesinde sabaha kadar konuşulmuş karar verilmiş ve daha üzerinden yalnızca birkaç saat geçmişken sanki hiç konuşulmamış gibi, sanki bu konular konuşulurken o yokmuş gibi şimdi kendini yerden yere atmalar düpedüz acizlik. Dün neredeydin peki? Neden dün sustun? Yine aynı yalanı söyleyeceksin değil mi? Dün biz bırakmayı, ayrılmayı, yalnızlığı konuşurken ama katiyen bu kelimeleri kullanmadan, etrafında dönerken kuyuların sen bir müzik sesi duydun ve cama koştun, sonra tüm şehrin çatılarının üzerinde dolaşarak o sesi aradın, sonra yorgun düştün, uzak bir evin çatısı üzerinde uyuya kaldın öylemi? Evet evet biliyorum sabah martılar uyandırmasa idi güneş altında kavrulacaktın. Neyse ne yapalım. Dün sen şehrin kafasında dolaşırken bizde burada yorulduk en sonunda kuyuların etrafında dolaşmaktan, en önce sıkılan attı kendini aşağı. Şimdi asılı duruyorum havada. Ne varım ve yokum. Ne içerdeyim ne dışarıda. Ağzımda acı bir tat yutkundukça canım yanıyor. Şimdi yürüme zamanı. Nasıl bırakmıştık sigarayı. Koşarak. Bir asker disiplininde terk etmiştik onu. Kötü davranmıştık, ilk defa telkin etmemiştik, bırak telkin etmeyi duymamıştık bile onu. İşte öyle bırakılır sigara, sadece sigara mı! her şey bırakılır duymazsan kendini. Ve duymamak için müziği sonuna kadar açar, yürürsün yollarda. Rüzgar eser adımların hızlanır, arada bir dinlenirsin. Tarif basit müzik ve yol yeterlidir. Ve korkma yolda çok müzikte çok bu memlekette.

Dinleme içindekini, unutma o kış ortası şehrin bir çatısı üzerinde karlar içine uzanmış yanında şarap yıldız sayarken, sen aşağıda ateşler içinde yanarak öksürük şurubu içiyordun.

Acıya bulanmış güven yeterli değil mi senin için. Başka türlüsü yok, böyle seviyorsun. Mavi bir güvenlik halkası evin bittiği yerde bitiyor. İçinde acı ve sonsuz derin bir kuyu var. İçine atıyorum çığlığımı anında emiyor karanlık. Mavi halkanın dışında acının yerini mide bulantısı alıyor. Ne kadar sahte diyorum hep, ne kadar yapış yapış, kasaların en altına yerleştirilmiş ezik domatesler gibi. Kasa küflenmiş, domates ezilmiş. Ezildiği yerden küfle birleşiyor. İçine doğru yayılıyor, küflü kalpler. Meteor gibi yağıyor insanlık başıma bu sabah. Yoğun bir gün olacak. Çok temaslı, çok sesli. Hey insanlık, hey sen elinde dosya kağıdı olan. Ben sesleniyorum ben evet yüzümde dün gece bir kitap kahramanından çaldığım gülümseme ile sinirinizi bozmaya kararlıyım bugün.

Şimdi kuyumun başına geçelim, belime bağladığım bir iple derine ineceğim, kuyunun dibi olduğunu düşündüğüm yere doğru. Burada bekle beni, dilersen tabi içimdeki sarhoş.

Bu dünyanın büyüsü yokmuş bir silmaril yutmadıkça. Anne, eğer bir silmaril yutma fırsatımız olsaydı, günün birinde söndüğünde tüm ışıklar fark ederdik onun ışığını.

2 Beğeni

Gerçek sorun çıktığında sahneye, tüm yalancı sorunlar maskelerini çıkarır saygıyla.

Yıllar yıllar önce, nasıl desem, on sekiz ya da on dokuz yıl önce, daha iş yaşamında çömezken (şimdi mareşal makamından söylüyorum, tövbeee) birlikte çalıştığımız, deneyimli olan arkadaş işten ayrıldı. Ortalıkta başka kimse olmadığı için beni getirdiler yerine. Küçük bir yönetici oldum. İşimin yöneticisi, ekipte yalnızca ben vardım. Küçük bir devir teslim töreni oldu tabi. Neyse işte, müşterilerden birini aradım, bu çok mühim değişiklikten bahsettim, bunu niye yaptım o kısmı hatırlamıyorum, herhalde öyle gerekmiştir.

Telefonda kadına durumu anlatırken, ismini de hatırlıyorum, Seniha Hanım, uzun yıllar birlikte çalıştık, severdi beni. Her neyse, konuşma sırasında Seniha’nın hakkımda ‘havalara girmiş lan bu’ diye düşündüğünü düşündüm ve öyle düşünmesin diye inceldim de inceldim. Ama ben havalara girmemiştim. Zaten havalara girilecek bir durumda yoktu. Ama olur olur, girer insan havaya ama ben girmemiştim. Onun benim havalara girmiş olduğumu düşünmesinden korktuğum için alttan ala ala bir hal oldum. O gün bugündür ben böyleyim.

Şimdi tam bunları yazarken, yani kendimce samimi bir çözümleme peşinde koşarken, gözümün önüne sisler içinde çingeneler geliyor. Ya da sisler içinde yürüyen düşünceli bir korkuluk. Hayırdır inşallah, ya da araktır bir filmden. Bilemiyorum. Zihnin oyunları işte, yazmak istemiyorum demek ki.

Dağlar diyordum, hep hüzünlü görünürdü bana. Yan yana sıralı ve karlı. Şimdi daha bir hüzünlendi, ya da hüzün anlamlandı. Bir ağırlığı oldu.

Alttan alıyorum işte durduk yere. Durduk yere kibarlıklar. Düşünceli haller. Onun bunun yerine düşünmeler. Olacakları önceden kestirmeye çalışıp, olası tüm yanlış anlaşılmaları yok etmeye çalışmalar.

Nereye bağlayacaktım bu konuyu acaba. Hiçbir yere bağlamayacaktım.

Çok acı ama şunu fark ediyorum, ne zaman kendimden gerçek bir parça koparıp ortaya koymaya çalışsam daha da uzaklaşıyorum. Her defasında kandırılıyorum. Saçma sapan bir parça tutuşturuluyor elime, üzerinde kan olduğunu için hafif, kanıyorum. Çünkü kan meselesi ciddidir. Ortalıkta kan varsa işler ciddileşir. Kan yoksa acı hiçtir. Geçer.

Bu safsatalar saçılıyor sonra ortalığa. Neyse işte yer açmaya çalışıyorum diyelim, kusmaya.

Anne, bir detay sana; hatırla! Hastaneye yaklaştığımızda miden bulandı, kusmak istedin. Kus dedim. Arabaya kusamazdın, öyle düşündün, çantanda orda burada poşet aradın, bulunca sevindik, hatırla! Sonra hastane girişinde çöp aradık, ben yerde siyah bir poşet buldum, onun içinde senin elinden aldığım poşeti koydum, hiçbir şey görünmedi böylece. Çöpe attık güvenle. Acile geldik, hemşire değişim saati biraz bekleteceğiz dediler, olur dedik, edeplice bekledik, kan yoktu çünkü ortada. Saatler sonra öldün hatırlıyor musun?

Bence önemli bir detay anne. Bence müthiş önemli bir detay.

Bu yazı keşke kara poşetli olmasaydı.

Dokunamıyorum kendime anne, yoktur belki orada bir şey.

Evrimleşme seviyem; halıdaki kıvrık rahatsız etmiyor, babamın bira içmesi rahatsız etmiyor, ağız şapırtısı hala rahatsız ediyor. Obsesyonum devam ediyor. Obsesyon dediğin bir nevi din değil mi?
Kafam güzel Montejan! Benim kafam hep güzel :slight_smile: