Merhabalar efendim,
Önümdeki şarap kadehi, karşımdaki duvar, gözlerime dolmadan edemeyen yaşlar ve sevgili kedim…
Hani bazen kaygılar dolup taşar yüreğinizden de heyelan gibi sizi de kendine katarak götürür ya…
Hani bazen zihninizden bir türlü atamadığınız o tedirginlik geceniz gündüzünüz olur, gözünüzden uykuyu, içinizden neşeyi çalar; bakışlarınızdaki o aydınlığı söndürür.
Hayatınıza tesadüfen girivermiş önemsiz bir insanın size kattığı en büyük şey göğsünüzü pençe gibi saran bir iç sıkıntısı olur. O insanı göz ucuyla bile görseniz ani bir çarpıntı tutuverir, ağzından çıkan iki kelimeye bile tahammül edemezsiniz de sinirden eliniz ayağınız titrer…
*İtiraf ediyorum, biraz drama queen’lik vardır bende, yengeç burcuyum, ondandır.
Neyse işte, bu hikayemizde ana karakterimiz olan bendenize bunları hissettiren kişi, “tez danışmanı” adı altında hayatına giren hocasından başkası değil. Biraz tuhaf gelecek belki, ben de abartıyor olabilirim biraz tabi ama anlatmama izin verin.
Her şey iki sene önce uzmanlık eğitimi almaya karar vermemle başladı. Doğup büyüdüğüm şehir dışında bir yer yazıp hem farklı bir ekol tanımak hem de biraz kendi başıma yaşamayı öğrenmek istedim –pişman değilim, yine olsa iyine aynı tercihi yapardım. Canımın içi bölümümü çok isteyerek ve çok severek yazdım, hala da severim orası ayrı ama işte birtakım insanların hayatıma girmesi de bu esnada gerçekleşti.
Türkiye akademisinde belli bir fenotip vardır hani, herkesin muzdarip olduğu şu hocalar: Hiçbir halt bilmeyip öğrencisinin yaptıklarından nemalanan. Hah, bildiniz siz de, değil mi? Bunlar ne doğru düzgün akademik İngilizce bilirler, ne iki kelime bir şey yazabilirler, ne de dişe dokunur fikirler üretebilirler. Birileri vakti zamanında bunların –nedense- arkasında durmuş ve bugünlere gelmelerini sağlamıştır –Allah o birilerinin de belasını… neyse. Hem bu kadar bir şeyden anlamayıp hem de bu kadar yükselme sevdasında olan başka bir gurüh daha var mıdır, sanmam.
İşte, sevgili duvar, benim danışman hocam da bu bahsettiğimiz fenotipin mükemmel bir örneği, adeta vücut bulmuş hali.
Efendim, benim ağzımdan çıkan fikirleri kendi fikirleriymiş gibi lanse etmek mi dersiniz, başka hocalarla eskaza bir şeyler yapacak olsam kendisini bir şekilde olaya dahil etmesi ama olaydan bihaber olması mı dersiniz, bir de üstüne başka hocalarla çalıştığım için aba altından sopa göstermesi mi… Neler neler…
Bir danışman hoca (kadın bu arada kendisi), öğrencisini çağırıp “Sen beni seviyor musun?” diye trip atar mı? Bir diğer öğrencisinin arkasından “Ay evliliğinde işler yolunda değil mi acaba, yüzü asık…” diye onun bunun ağzından (mesela benim) laf almaya çalışır mı? Bölümdeki arkadaşlarımdan biriyle paylaştığım bir fikir için akşamın 9’unda beni arayıp “Neden ilk bana söylemiyorsun? Neden ona söyledinnn, neden falanca hocaya gittinizzzz??” diye fırça atar mı? 50 yaşındaki bir insanın tüm derdi yarı yaşındaki iki tane uzmanlık öğrencisi olur mu yahu?
Mesela ben hoca olsam, öğrencimin bölümden çıkmasını bekleyip çıkar çıkmaz bölüm sekreterine “… burada ne yapıyordu?” diye sormam. Ne bileyim, bunu yapacaksam da en azından öğrencilerimin tez başlıklarını ve konularını bilirim.
Anlatınca basit şeyler gibi geliyor kulağa ve haklısınız aslında, bunlar çok basit şeyler. Ama işte haftada beş gün aynı tipi görmek zorunda olunca bu olaylar üst üste binerek katlanılmaz bir hal almaya başlıyor ve bu kadının bu hallerine bir dur diyemedikçe insan kendisine olan saygısını yitirdiğini hissediyor, ben öyle hissettim en azından ve bu durum beni derin bir mutsuzluğa sürükledi. Daha önce de dediğim gibi, drama queen’imdir biraz.
Peki, ben ne yaptım? Manasız telefonlarını açmamaya ve sonrasında “Efendim hocam?” diye mesajla dönmeye başladım. Çünkü beni aklınıza esen her anda arayamazsınız hocam, kişisel alan diye bir şey var, öğrenmenizi öneririm. Bana iş yıkmasını ve benim yaptığım ama kendisinin kılını kıpırdatmadığı işlere salça olmasını önlemek için biraz daha mesafeli davranmaya başladım. Bu dönemde de periyodik olarak yanına çağırıp halimi tavrımı sorgulama safsatası altında sopa gösteriyordu sağ olsun. Ama ben el mi yaman bey mi diyerek bu mesafeli tavırlarıma devam ettim, fırsatını bulduğum noktalarda inceden inceden laf soktuğum da oldu hatta. Keyifliydi biraz, ne yalan söyleyeyim. Ağzımdan laf almaya çalıştığı anlarda ser verip sır vermedim. Bölümde çok dolaşmamaya dikkat ettim ki beni görmesin. Telefonlarına geç döndüm, belli bir saatten sonra attığı gereksiz mesajlara sabah yanıt verdim. Şimdi düşününce, çocukça bir tavır koyma hali gibi geliyor aslında. Tavşan dağa küsmüş derler ya, öyle bir şey işte.
Ben aramızı açtıkça hocam daha da çekilmez oldu tabi. Ben kendisine hiçbir şey anlatmayınca o da sürekli ne yaptığımın, kiminle ne konuştuğumun, sabah hangi hocaya günaydın dediğimin derdine düştü. Ve bu halleri, bende sanırım bir paranoya yarattı. Bir psikiyatrist bana “Bu kadın sende sanki fobi gibi olmuş.” demişti bir keresinde (arada tabi ki bazı ağlamalı zırlaması psikiyatrist ziyaretleri yapıldı ama bunlardan bahsetmeyeceğim). Sanırım biraz doğru. Hocamın odasının ışığının açık olduğu gördüğümde bile kalp atışımın hızlandığını düşünecek olursak sanırım bayağı bayağı doğru söylediği.
İşte öyle sevgili şarabım. Peki, bunları neden yazdım? Çünkü küçük yaştan beri bana kendimi en iyi hissettiren şey yazmak olmuştur. Ben de yazdım ve yazmaya da devam edeceğim gibi bir his var içimde. Çünkü bu kadının bende yarattığı bu kaygıyı içimden atamıyorum bir türlü. Uykularım kaçıyor, içim sıkılıyor, başıma ağrılar saplanıyor… Ben de oturup bunları kelimelerle kelimelere anlatmaya karar verdim. Günlük tutma konusunda çok kötüyümdür, doğru düzgün günlük tutabildiğim olmadı hiç hayatım boyunca. Ne var ki, stresle bu denli baş edemediğim bir dönem de olmamıştı hiç hayatımda. Her şeyin bir ilki var işte. Sağ olun hocam, sayenizde yeni tecrübeler edindim, eksik olmayın derdim ama yalan söylemeyi sevmem
Not: Günlük misali bir şey aslında yazdığım, paylaşmak geldi içimden ama hangi kategoriye dahil edeceğim konusunda kararsız kalınca buraya açayım konuyu dedim. Yanlış bir yere açtıysam özür diliyorum.