60 dk. civarı pre-code filmlerini özlemişim. Yan rollerde Bette Davis ve Humphrey Bogart, başrollerde Joan Blondell ve Ann Dvorak. Kadroya gel. Finaldeki Omen atlayışı müthiş.
60 dk. civarı pre-code filmlerini özlemişim. Yan rollerde Bette Davis ve Humphrey Bogart, başrollerde Joan Blondell ve Ann Dvorak. Kadroya gel. Finaldeki Omen atlayışı müthiş.
Hep yarım yamalak televizyonda denk geldiğim bu şaheseri sonunda izleyebildim. Mükemmel oyunculukların yanında eleştiri dili ve komedisi üst düzeyde. Tekrar tekrar izlenilesi bir yapıt.
10/10
Mizahı bir yana, argo kültürünü bolca ve yerinde kullanımıyla ayrıksı bir yerde durur Şekerpare. Galatalı abimiz Kurtgillerin Pala’yı alır, duvardan duvara çalar.
Aslında çokca şey yazmak isterim ama pek hevesim yok şu sıralar. O dönemde böylesine eleştiri cesaret ister. Karakterlerin temsil ettiği kesim ve oyuncuların bunu iliklerine dek yaşatması harikuladeydi.
Filmde Şener Şen’in kapıda bekleyen bekçiyi tokatlayışı ve arka planda bekçinin gülmemekte kendini zor tutması bile çok iyiydi. O nasıl tokat atmaktır.
Manukyan’ın vergi rekortmeni oluşuna herkes burun kıvırırken bu güruhtan bu denli sağlam kadın karakterler çıkarması da takdire şayan -ki Hollywood ve Avrupa Sineması’nda benzerini gördüğümü hatırlamıyorum, belki Japon animeleri hariç. O detayı iyi yakalamışsınız, biz de bir dahaki seyirde kovalarız artık.
Şekerpare efsanedir. Kaç kez izlediğimi hatırlamıyorum bile. Şevket Altuğ’un oyunculuğu da Şener Şen’e eşdeğerdir neredeyse.
Fragmanlardan ergenler için bol kanlı, şiddet dozu yüksek, Alienleri görmekten bıkacağımız bir film geliyor zannetmiştim ama, çok güzel başlamasına da, böyle devam ettirememesine de şaşırdığım bir ara macera oldu.
Final girl’ümüze babasından miras kalan kardeş android Andy ile ikilimiz filmin ana iskeleti. Baş kötümüzde eski bir dostun yüzünde yine şirket var. Fakat işte o ikinci kısım, daha önce çok kez denenip her birinde eleştirilen “melez” temasına dayıyor sırtını ve Marvel’ın yetersiz kötülerinden hallice bir heyecan düşüşüyle perdeyi kapatıyor. Başroldeki Cailee Spaeny yakın çekimde dahi yıldız ışığını korumakla birlikte, Covenant’ın Katherine Waterston’undan çok da uzak fenotipte görünmüyor. İkinci filmin Sigourney repliğini Andy’den duymak hoş olsa da, aynı kalibrede bir baş düşman türetememek (nasıl oluyorsa) filmin en büyük, ama gerçekten büyük (son lokma) handikabı oluyor. Yoksa su gibi akıp giden, gerilimini iyi kötü muhafaza eden bir film var karşımızda. Lakin ilk 2 filmin yerleşik beklentisi çıtayı o kadar yukarıda tutuyor ki, ister istemez doyum noktasına yakın bir film bekliyorsunuz.
Bir öneri de yeni filmlere: 4. film duyurulduğunda olası 4 senaryodan birinin Predator gibi ormanda geçecek olduğu söylenmişti. Şahsen, birbirinin aynı senaryolar yerine ben cangılda geçecek bir serüveni yeğlerim. Yakında o da çekilir elbet, geriye McTiernan gibi burnu iyi koku alan bir yönetmen bulmak kalacak. O güne dek, Newt’i kurtarmaya ve Ripley’le Kraliçe tekmelemeye devam!
Çocukken televizyonda izlediğim dolayısı ile aklımda hemen hiçbir şey kalmamış olan filmleri tekrar izliyorum bu aralar. Dün sıra Die Hard’daydı Günümüz şartlarında bile çok iyi bir yapım iken yayınlandığı dönemde ne kadar ses getirdiğini tahmin edebiliyorum. Kötü adam rolünde erken kaybettiğimiz Alan Rickman’ı görüyoruz.
Sahneden sinemaya, ilk filmi. Akabinde Kevin Costner’in Robin Hood’unun karşısına dikilmişti. Film de haklarını çok önceden aldıkları Frank Sinatra ile çekilecekmiş, sonra sonra buralara gelmiş. Hatta Sinatra Tony Rome mu ne haltsa, onda kendisiyle oynamadığı için sevgilisi Mia Farrow’u Rosemary’s Baby tercihinden ötürü yerden yere vurmuştu. Netflix’teki bir film belgesel serisinde vardı Die Hard bölümü. Keyiflidir izlerseniz.
Alien Romulus’u izledim.
Ben serinin diğer filmlerinin ağırlığını bulamadım. Filmi bildiğimiz teen slasher’a çevirmişler. Maceracı gençlerin yaz tatilinde karavanla viskansın gölüne kamp yapmaya gidip sırayla öldüğü filmlerden bir farkı yoktu.
Bütçeleri mi yetmedi nedir, koskoca uzay istasyonunda aynı birkaç mekanda ileri geri gidip gelip duruyorlar. Bu tür aksiyon filmlerinde sıradan vatandaşların eline otomatik silahı alınca rambo kesilmesi klişesinin önüne geçmek için aim assistli silahlar tasarlamaları ve İstasyonun bir gezegene çakılması veya patlamasındansa asteroid kuşağında zımparalanması hoş olmuş.
Bunların haricinde Xenomorph’dan daha dayanıklı olan hamile kadına çok güldüm. Kadının başına gelmedik kaza bela kalmıyor, film boyunca 45 lt kan kaybediyor ama bir türlü ölemiyor Film boyunca rahat 5 defa ölmesi gerekirken, son dakikaya kadar hala “Oh no no no, please help!” falan diye bağırması işin ciddiyetini bence mahvetmiş.
Spoiler falan yemiyim diye hiç trailerını falan seyretmemiştim, beklediğimi bulamadım.
Kendisi ile Ankara’da ki Alien Romulus etkinliğinde izlemiştim Alien Romulus filmini ben baya beğendim özüne dönüş olmuş bu film.
65-70 dakikalık sürelerinden dolayı akşamları tercih ettiğim pre-code yapımlardan One Way Passage, klasik bir hikayeyi konu ediniyor: Gemi yolculuğunda biri idam sehpasına diğeri amansız hastalığa mahkum iki yolcunun birbirine aşık olması. Mahkumu götüren komiser yardımcısı da düzenbaz “kontes” bir arkadaşa tutulunca işler keyifli hale geliyor ancak finalde türden beklenen olay yerine yine farklı bir son gerçekleşiyor. Bu sonu çok popüler bir yönetmenin geçtiğimiz yıllarca güzelce çalmış olduğunu filmi izleyenler görecektir.
William Powell’i sessiz dönemden beri severim. Kay Francis döneminin en çok kazanan yıldızı olmayı hak eder bir oyun sunuyor. Final her ne kadar vurucu olsa da, polisin geçirdiği karakter değişimiyle çeliştiği için hayal kırıklığına uğrattığını söylemeliyim. Bu noktada “komedi” vasfını kaybediyor. Filmin kalanı romantik komedi sosuyla piştiği için de bu uyumsuzluk filmi ne drama ne komedi yapıyor, böylesi bir kafa karışıklığını eski filmlerde hiç görmedim. Bunu da not düşeyim.
James Herbert’ın kitabından uyarlama olduğu için bir şans verdim ama son dönemde izlediğim en berbat filmdi. Sam Raimi’nin iyi kötü bir kalite çıtası varken nasıl böyle bir leş bir filmin yapımcısı olmuş hayret ettim. Evan Spiliotopoulos kimin torpillisi bilmiyorum ama nerede sinema tv öğrencilerinin bitirme projelerinden daha amatör, daha iş bilmez proje var, bu elemanın adı geçiyor. Pope’s Exorcist gibi 10-15 milyon dolar bütçeli leş filmlerde popüler ünlü isimleri oynatıp parayı cukkalayarak yolunu bulan bir tip. Jeffrey Dean Morgan’a yazık olmuş.
Farkında mısınız bilmiyorum ama son dönemde çıkan hemen hemen bütün filmler çok kötü. Ortalama altı ve vakit kaybı.
Netflix etkisi olarak yorumluyorum ben. Streaming şirketleri kütüphanlerini genişletip pazarı domine etmek için para saçıyorlar ortalığa. Haliyle nicelik niteliğin önüne geçiyor ve film ne kadar tırt olursa olsun bir şekilde yapımcısına da para kazandırıyor.
Örneğin bu Evan Spiliotopoulos denen vasıfsızın yapımcısı olduğu, Russel Crowe’un rahibi oynadığı niteliksiz, klişe yumağı Pope Exorcist filmi 15 milyon dolara mal edilmiş 100 milyona yakın gelir elde edilmiş. Bu tek bir tane yenilik barındırmayan, şeytandan koşarak kaçtıkları, VFX’i Selena’dan hallice olan rezalet Unholy de kar ettirmiş yapımcısına.
IMDB ilk 250 filmi izlemeden başka bir filme veya diziye ihtiyacım olduğunu sanmıyorum. Bu yüzden büyük oranda kaliteli filmlere ve dizilere sahip olduğumu düşünüp streaming servislerine para kaptırmayacağımı bilip mutlu ve huzurlu davranıyorum. Teşekkür ederim
Kitabını okuyalı çok oldu. The Big Bang Theory 1. sezon 14. bölümün etkisiyle 1960 yapım filmini izledim. Film güzeldi, kitaptan unuttuğum bazı yerleri de hatırladım. Dizinin bölümü de çok eğlenceliydi
Kaynakların tükenmesi ile kalitenin düşmesini neden-sonuç bağlamında ele almamışsınızdır diye düşünüyorum çünkü bir bağlantı kuramadım.
A mantıksız bir cümle kurar.
B de mantıksız bir cümle kurar.
A, B’yi mantıksız bulur.
C, dengeyi kurmak için A’nın da aynı durumda olduğunu ileri sürer.
A’nın IMDB! Toplanın! 250 dışında izleyebileceği kaliteli filmlerin sayısını bulunuz.
Bu filmin işkence şiddet içerikli sahnelerinde çok ruhsuz ve duygusuz bir müzik giriyordu. Sert bir filmdi