Bahsettiğiniz bu film sanırım. Ben bu filmin uyarlandığı orijinal filmi çok uzun seneler aradım. Çocukken tv de denk gelmiştim bir sahnesine. Sonunda buldum. 1956 yapımı “Forbidden Planet”. Uzun seneler sonra renklendirilmiş halini izledim. Kurgu bilim türünü şekillendiren en önemli filmlerden biridir.
Leslie Nielsen’li Planet direkt renkli cekilmis, dediğiniz gibi, bilimkurgu sinemasinin onemli yapi taslarindan biriydi ve Shakespeare’in Firtina’sinin serbest bir uyarlamasiydi. Marvel bunu alip Secret Wars’a donusturdu (Hammett/Kurosawa/Leone gibi oldu). Sphere ile bagintisini hatirlayamiyorum ancak esin vermis olmasi daha muhtemel. Roger Ebert de filmi Solaris’e benzetmis.
Salak olmak ifadesi bana kalırsa bir insan için kendini alaşağı etmekle eşdeğer. İnsan biraz da farkında olmalı ne bildiği, ne okuduğu, ne izlediği ve neler yapabileceği hakkında. İd-Ego-Süper Ego arasında bir yerlerde olmalıyız sanki. Bir şeyi yapabilmek için en iyi olmak zorunda değiliz. Eğitim vermek için de mesela. Böyle olunca vasatlar lider oluyor.
Aslında kendini de ciddiye almamakla eşdeğer. Farkındalık konusu, sadece mekan etkeniyle bile önemini kaybedebiliyor. L.A.'deki bir evsizin sizin, benim bayıldığımız bir sanatçıyla bir araya gelip fikir alışverişinde bulunma ihtimali daha yüksek.
Bu konuda haklısınız. Benim çekincem biraz da okullarda ve kurslarda bir dönem boyunca bir ya da birkaç filmin üzerinde durulması, benimse bir anda onlarca filmden bahsetmek isteme heyecanımdan kaynaklanıyordu. Plan-programla zamana yayıp sisteme ayak uyduramaz ve iyi bir eğitmen olamazdım muhtemelen. Her film başka onlarcasını çağrıştırıyor çünkü.
Sanırım mükemmelliyetçilik yanılgısı sahip olduğunuz şey. O yüzden mesela kendi müfredatınızı oluşturmanız gerekiyor ders vermek için. Sonra her sene de onu güncellemeniz. Çünkü en iyiyi beklemeye veya hazırlamaya çalışınca asla bitmiyor. Bitmez.
Öğretmek ayrı zanaat. Bir yandan da, tabula rasa misali, dolduracak aç dimağlar bulabilmeyi artık aşırı iyimserlik olarak görüyorum. O takıntı var, evet, ortası olmuyor pek, ya sonuna kadar devam ya tamamen uzak durmak. Yarım yamalak bilgi hiçbir doyum vermiyor merak ölçeğinde.
Serinin son çıkan filmini izledim. Ne iyi ne kötü bir film olmuş. Filmin ilk yarısında flashback sahneleri ağırlıklı ilerliyor ve tempo düşük seyrediyor ancak ikinci yarısıyla beraber işin aksiyonu başlıyor. Denize dalış ve uçuş sekansları Ethan Hunt’a yaraşır şekilde muazzamdı. Yine daha ne yapabilir dedikçe bir şeyleri kurcalamayı başarıyor. Bir veda filmi gibi lanse edilse de ben devam edeceğini düşünüyorum. Ek olarak bu son iki film biraz aceleye getirilmiş gibime geliyor. Süreleri fazla uzun tutulmuş. Mantık hataları ve senaryo kopuklukları göze çarpıyor biraz daha dikkat edilebilirdi. Sinemanın pahalı olduğu şu dönemde izleyip izlememek tercihini size bırakıyorum.
Big Night
İkilinin birlikte yazdığı bu keyifli filmde, İtalya’dan Amerika’ya göç eden iki kardeşin açtıkları yerel mutfağı ayakta tutma çabalarını ve çoktan yükünü tutmuş memleketlinin onlara verdiği “büyük gece” sözünün sonuçlarını izliyoruz. Kadroda “Nazi Soup” görünümlü Tony Shalhoub, Ian Holm, Isabella Rossellini, en şık haliyle Minnie Driver, Allison Janney ve neredeyse repliksiz rolleriyle (yine) Liev Schreiber ve Bill Skarsgaard zannedebileceğiniz, Do the Right Thing Spike Lee’si tıfıllığında Jennifer Lopez’in Marc Anthony’si var. Yine keyifli bir gece filmi. Doksanlar sevenlere önerilir.
Not: Finaldeki beş dakikalık omlet sahnesi de Stark ve ekibinin toplu halde döner yediği meşhur ek sahneyi hatırlattı.
Unutmadan;
Bu filmi çıktığı yıl sinemada izlemiştim. Dün arkadaşlarla sohbet ederken gündeme gelince tekrar izledim.
Karl Urban, Gabriel Byrne, Desmond Harrington, Emily Browning (her ne kadar çocuk oyuncu olsa da ) gibi kalburüstü bir oyuncu kadrosuna sahip. Sinemada izlediğimde de beğendiğimi hatırlıyorum, dün de sıkılmadan izledim. Çok üst düzey bir yapım olmasa da 5.2 gibi düşük bir IMDB puanını kesinlikle hak etmiyor.
Shot Caller
Kingslayer ile Punisher’i buluşturan, hapishane filmleri janrına yeni bir soluk getiren yakın tarihli yapım.
Bir araba kazası ile hafif suçtan içeri giren aile babamız, burada hayatta kalmak için beyazların teşkil ettiği SS grubuna dahil olacak ve sistemin gerektirdiği işleri yaparak cezasını ve ailesiyle olan mesafeyi uzatacaktır.
Filmin başında cezaevinden çıkışını gördüğümüz karakterin ilerleyen süreçte yaptıklarını geriye dönüşlerle anlamlandıran kurgu çok başarılı.
Punisher’ımızın burada Shotgun lakabıyla yine Frank adını taşıması (DD ile aynı tarihlere denk gelir) hoş bir ayrıntı. Avlunun anahtarını taşıyan Jeffrey Donovan’ı Villains’te Bill Skarsgaard ve Maika Monroe’nun karşısında görmüştük. Karakterlerden birinin lakabı Chopper, akla Eric Bana’nın Kasap’ı geliyor. Tematik benzerliklere gelirsek, girişte avukatın “içeride en sert mahkumlarla birlikte olacaksın, güçlü dur” uyarısı 25. Saat, hafif suçtan giriş ve dönüşüm Felon, sistem eleştirisi I Am a Fugitive from a Chain Gang ve Un Prophete. Afişinde dövmelerden kelli Prison Break ve hafif suçtan girişe de Shawshank referansları verilmiş -ki ticari bir karar da olsa bilgi kirliliği. İlle yüzeysel olacaksak bari tiple Tom Hardy’nin Bronson’unu analım. Kafeslerle en azından daha çok benzerlik taşıyorlar.
Unutmadan, bu türün en underrated başyapıtlarından Blood In Blood Out’u da tematik benzerlikle analım, müzikleri de şahaneydi. Tornatore debutu Il Camorrista’ya da selam.
Ağırlığı olan çok güzel bir film. Ne kadar polisiye tarzı olsa da film ismine yakışan bir çizgiye odaklanmış. Elbette Al Pacino’nun oyunculuğundan bahsetmeye gerek yok. Tereddüt etmeden izlenilebilir.
7.5/10
Escape Plan
Arnold top sakal bırakınca yüzüne De Niro (Heat) nuru gelmiş: ) Şaka bir yana, beklediğimden iyi çıkan bir buluşma olmuş ikilinin Prison Break, Lock Up ve “düşmanımın düşmanı dostumdur” yancısıyla Face/Off esinli filmi. Shot Caller’de de görünen DD kostümcüsü arkadaşa ilaveten o diziden Kingpin D’Onofrio’muzla POI Jim Caviezel de var kadroda. Caviezel, Lock Up Sutherland’ın rolüne bürünmüş. En son Wolfs’ta görünen Amy Ryan ve film için 50 sent alan rapper arkadaşla beraber Mimic’te de oynayan Vinnie Jones diğer rollerde. Sam Neill de doktordu, hah, “doktorlar haklarında çok az şey bildikleri hastalıkları tedavi etmek için çok fazla şey bilmedikleri ilaçları hiçbir şey bilmeyen hastalara reçete eden kişilerdir.” gibi bir repliği var. Esas bomba yine de Avusturyalıda:
“You hit like a vegetarian!”
Belki bir gün Expendables serisini de izlerim.
Prime Video’da denk geldiğim Thirteen Lives’ı izledim.
2018 yılında Thiland’daki Tham Luang mağarasını su basması sonucu içerisinde mahsur kalan çocuk futbol takımının nerdeyse imkansız olarak görülen kurtarılma hikayesini konu alan, Viggo Mortensen ve Colin Farrell gibi ağır topların başrollerini paylaştığı çok güzel bir filmdi. 2,5 saate yakın süresi olmasına rağmen beni bir an bile sıkmadı.
L’arnacoeur (Heartbreaker)
İlişkilerinde mutsuz olan kadınları, eş-dost-akraba aracılığıyla alındığı işte, flört edip gözlerini açmak suretiyle “özgür kılan” Alex, 10 gün içinde evlenecek yeni hedefinin koruması olarak kolları sıvar. Bu görevde ona kız kardeşi ve bacanağından oluşan ekip de yardım edecektir.
Ertesi yıl Crazy, Stupid, Love’a ödünç vereceği Dirty Dancing sekansıyla parlayan filmin sinefiller için ilk sürprizi TWD’nin Rick’i Andrew Lincoln. Diğeri elbette doksanlar nostaljisi için önümüze sürülmüş Vanessa Paradis. Son yarıda kurgu biraz sünse de gayet akıcı, keyifli bir romantik komedi. Bana çağrıştırdığı üç-beş film daha var ama seyircisine alakasız kaçacaktır, lafı kısa kesmekte fayda var.
Yıllar önce şöyle bir ilk 20 dakikasını izlediğim ama devam ettirmediğim Artificial Intelligence’ı izledim. Bu kez biraz sabrettim ve sonuna kadar devam edebildim. Pinokyo masalı gelecekte nasıl olur sorusuna güzel bir cevap niteliğinde film. Yer yer heyecanlandırıyor yer yer de ani frenle heyecanı söndürebiliyor. Genel olarak izlenilebilir iyi bir yapım.
7/10
Çocuğu kaybolduğunda polise giden ve polisin de kızları bulamaması nedeniyle kendi yollarına başvuran Hugh Jackman abimizin bol gerilimli, doyasıya izleyeceğiniz filmi. Desem yalan olur. İki çok kaliteli oyuncunun böyle basit bir senaryoya kurban gitmesine hâlâ sinirliyim. Tam 2.5 saat “acaba ne olacak da beni şaşırtacak” veya “oha demek böyleymiş” diye ters köşe ettirecek HİÇBİR ŞEY olmadı. Olan tek şey güzelim oyuncuların oyunculuklarına yazık oldu. Senaryo çok basit. Kötü karakterin ana motivasyonunu anlayamadım. Ki bence anlatamadılar. Çünkü senaryoda “anlatılması bir zorunluluk” düşüncesi yok. Ama anlayabilmemiz için ipucular da yok. Karman çorman bir film. Zaten müzik yok denecek kadar az. Bu azlıkta bir de senaristlerin basitliğine daha derin bir şekilde maruz kalıyoruz. İzlenmesini önermem. Çünkü izlenecek çok daha güzel filmler var. Filminiz kalmadıysa belki. Yan karakterler de canımı sıktı. Gerçekten çok basit ya.