Perfetti Sconosciuti’nin Fransız versiyonunu Netflix’te izledim. Pek çok dile çevrilmiş olmasını da hayretle karşıladım. Yokluk herhalde böyle bir şey. Cep telefonunun ilişkilerin kara kutusu olması fikri üzerine çekilmiş tek mekan filmi, uzaktan sinema tarihine baktığımızda, yine, hatırlanmayacak olanlardan. Baba ve kız arasındaki telefon görüşmesi güzel yazılmış. Bu versiyonda, Berenice Bejo ile birlikte, La Belle Epoque’ta da oyunuyla şaşırtan TV sunucusu hanım kızımız da var (Doria Tiller). “Cebimdeki Yabancı” adıyla Ferzan Özpetek desteğiyle Serra Yılmaz’ın çektiği versiyon da platformda bulunuyor. İspanyol versiyonu da kara komediler yönetmeni Alex de La Iglesia çekmiş.
Sinema tarihinde yer etmiş, çoğunluğu yemek masasında geçen, çenebaz filmlerden örnekler verdim ki, abartılan şu senaryonun yanlarında ne kadar kof kaldığına tanıklık edilsin. Cep telefonunun karakter olarak dahil edildiği filmlerden de üç beş örnek yazalım:
Filmi izlerken baştan sona hissettiğiniz; kuru, çiğ, ham, bir olmamışlık duygusu. Hiçbir karaktere giremiyor, dahil olamıyor, empati kuramıyor, olan bitende de sinemasal deja vular yaşayıp bunca övgünün hakkını veremeyişine kızıyorsunuz. Lakin tam da şunu düşünürken finalde sahneye çıkan Buddy Guy’ın da size söyleyeceği gibi; hiçbiriniz 400 yıl esaret altında yaşamadınız. Aynı tarihi, kültürü, acıyı, dışlanmışlığı hissetmediniz. Siyahi toplumun ihtiyacı olan, bizim yapacağımız eleştiriler değil, bunun gibi yapımlarla öfkesini boşaltmak, yumruğunu masaya vurmak, daha güçlü olduğunu cümle aleme haykırmak belki de. Yoksa O Brother Where Art Thou, Crossroads, Rosewood gibi eski ve Tarantino’ya cevap niteliginde, BlacKkKlansman gibi yeni çekilmiş çok daha iyi eserler var. Lakin, dediğim gibi, yorumlamak haddimize değil. Yarın biz de kendi tarihimizi adamakıllı çeker, dünyaya sunarız, o vakit aynı hassasiyeti cam küremizin dışından bekleriz. Şu halde, sinema tarihinde yer edinmekten ziyade, bugünün sosyokültürel değişim rüzgarına vereceği katkı şu film için daha önemli. Yoksa ilk cümlede söylediğim üzere, filmden bir “lezzet” beklenmemeli. Ne kara mizahı kara mizah ne dramı dram. Sondaki mahsur kalınan kısım From Dusk Till Dawn’ı anımsatır gibi olsa da asıl bomba sarımsak testiyle The Thing (Trouble with Harry) parodisi bir sekans yaratımıydı - sadece bu bile mizahın neden istenen etkiyi veremediğine güzel bir örnek.
IMDB puanına, kritiklere çok güvenmeden, düşük beklentiyle izlenmesini tavsiye ederim. Yoksa ilk dakikadan hüsran dalgası sarıyor sizi.
Açıkçası ben çok daha kötü bir şey izleyeceğimi düşünüyordum fakat arkadaşım faktörü sayesinde az biraz daha keyifli buldum filmi. Ölümlerin saçmalığına güldüğümüz için ekstra yarım puan daha verdim. Arkadaşımla gülmeseydik filmine 2-2.5 yıldızdan fazla vermezdim kesinlikle. Bazı yapımları tek başına izlediğinizde beğenmediğiniz şeyler gözünüze çok batıyor lakin kafa dengi birisiyle izlerken o eğlendiği zaman siz de eğleniyorsunuz.
Bu filmde yeni bir şey denemişler ve olayların kapsamı artmış bunu beğendim açıkçası. Diğer filmlerdeki konu hep aynı şema üstünden ilerliyordu o biraz tat kaçırıcıydı ama bu tür filmleri o zaman ne için izliyorduysak bunu da o şekilde izleriz diye düşünmüştüm ufaktan sürpriz oldu bana.
Sonuç olarak çok iyi bir film değil ama kötü de değil.
Şimdi sen bir Sorcerers Supreme’ sin, yakın zamanlarda evreni yok oluştan kurtarmışsınız, pek çok şey yaşamışsın, okumuş yazmış adamsın. Bunca şeyden sonra bir Arachnida Ergenus sana geliyor ve böyle böyle kötü durumdayım, MIT’ e de kabul edilmedim, herkes gizli kimliğimi biliyor, ühü ühü, hadi bir büyü yap da herkes beni unutsun diyor ve sen tehlikeli olmasına rağmen tamam diyorsun. Yetmiyor, seni uyarmalarına rağmen devam ediyorsun… Üç örümceği bir araya getiren bir film olmasan ben sana söyleyeceğimi bilirdim.
Shaun of the Dead’i hiç sevmemiştim, bu filmeyse bayıldım.Jack and the Beanstalk: The Real Story’den Once Upon a Time’a, “what if” konseptini “twisted fairy tales” bükümünde sunan, bir yandan önyargıları Oscarlı Crash’ten çok daha sert biçimde yıkan bu kara komedi, Dirk Gently’nin çılgın insan avcısı Alan Tudyk’li muhteşem kastıyla, size şu soruyu soruyor:
Ya yıllar boyunca korkulan yaban yerlileri, bu sefer sadece masum iki oduncuysa?
Yanlış anlaşılmalar silsilesi (comedy of errors), korku türünde pek sık karşılaştığımız bir format değil, lakin Ealing komedilerini anımsatır ve yaşatır biçimde — hem de İngiliz değil Amerikan elinden — kullanımı takdire şayan. Tüm katliamı başlatansa, Tucker’ın odun keserken testereyi arı kovanına saplaması sonrası yarılarak izlediğimiz Leatherface dansı. Sırf şu sahne için sinema tarihinde yerini kazanmıştır.
Havoc adında rezalet bir film izledim (maalesef) tamamen vakit geçirmek amacıyla açtığım filmde asla vakit geçmedi -yarısında kapatmadım çünkü hayatımda hiçbir filmi yarım bırakmadım sevmiyorum yarım bırakmayı-. Filmde elle tutulacak tek şey Tom Hardy -ki o bu filmi nasıl kabul etti hiçbir fikrim yok.- Filmin yarısından sonra sadece silah sesleri var başka hiçbir şey yok. İzlemeyin, izlettirmeyin. İzlemeyen 1 pişman izleyen 1000 pişman.
Rus yapımı (demekte sakınca yok) Aksiyon/Macera. Seyrettiğim (Herhalde) ilk ve son ve de en iyi FPS (First Person Shooter) film. Fikir iyi, konu iyi, senaryo kimin umurunda, aksiyon şugar, oyunculuklar normal. Atlıyoruz, zıplıyoruz , ateş ediyoruz, patlatıyoruz valla hayat bize güzel. Hiç bir şey düşünmeden aksiyona dalıp kafayı boşaltmalık bir film. Uzun zaman önce seyretmiştim aklıma geldi bir daha seyredeyim.
Netflix’te şu an izleyeceğiniz en keyifli film olabilir. "Feel good movie"lerle mahkeme filmlerinin kesiştiği o küçük alanda seyirciyi gülümseten kuzenleriyle ortak değil de farklı yanlarını hemen düşünekoyulayım:
Dava konumuz sanat hırsızlığı. Gerçekten yaşanmış olması yarınç.
Davalımız ve ona eşlik eden hayat yoldaşı, genç değil, yaşlı kesimden.
Başrollerdeki tanıdık simalara ikinci yarıda avukat rolünde Matthew Goode katılıyor.
İngiliz tarihi, İngiliz sineması.
Filmin sonunda tabloya gerçekten de selam çakılan gerçek bir film sahnesi izleniyor sinemada: Günümüz post credit sahnelerinden daha evla.
Günümüz dedik, “bu adamı nereden tanıyorum” dediğim polis LOTR dizideki "Celebrimbor"muş.
Ana karaktere eşiyle birlikte başlarda biz de sinir oluyoruz ama mahkeme salonu sağolsun, finalde bu janrın olmazsa olmazı keyifli tiradı atınca biz de yumuşayıp onu bağrımıza basıyoruz.
Kadroyu görünce Netflix’te listeye eklediğim filmlerden biriydi “İntikam Benim”: Colin Farrell, Noomi Rapace, Isabelle Huppert, F. Murray Abraham, Dominic Cooper ve Terrence Howard, Armand Assante, böylesi bir film için fazlasıyla kalabalıklar. Gayet de keyifli, bildik klişeleri güzel harmanlamış bir hikayesi var. The Punisher’dan Kurtlar Vadisi’ne, apartman basan küçük mafyanın kaza kurşunuyla “doldurduğu” babanın intikam peşinde “köstebeklik” ve bir yandan The Riddler’lık yaptığını erkenden öğreniyorken, geçirdiği kaza sonucu yüzü ve ruhu hasar alan uzak (karşı apartman) komşunun adalet arayışı yollarını birbiriyle kesiştirir. Güzel de bir drama yaratılmış yan hikayeyle: İki karakterin de yaşadıkları kayıplar var. Bir yandan hayata tutunma çabası. Nefes alınan o küçük anlar… Noomi Rapace’yi ilk kez beğendim, Prometheus seçiminin hala hatalı olduğunu düşünsem de, burada bunca sima arasında yıldız gibi parlıyor. Tek şaşırdığım, böylesi bir Hollywood filminde Huppert’in ne aradığı (parlamak demişken). Dexter 5. sezonu da anımsatır şekilde, oturaklı bir anlatı sunuyor film, bunu hele de suç janrında başaramayan onca balon filmin aksine. Underrated diyebiliriz şu halde. Türü sevenlere değnekle tavsiye edilir.
Uzun zamandır bu kadar kötü bir kurgu izlememiştim. Film yarısından sonra zanlıyı göstererek gerilimi kaybediyor. Sonrası The Girl Next Door draması. Öneren siteyi takibi de bırakıp kendi listeme geri dönüyorum.
Beklentinin altında kalan bir drama: Orta yaşı geçkin sanatçı çiftimiz bir yandan evlatlık sırası beklerken bir yandan da kısırlık tedavisi görmektedir. Çok sevgili yeğenleri (kardeşin üvey kızı) ziyaretlerine gelince "bellboy"luk yapmamak adına ondan yardım isterler.
Adaptation, Rosemary’s Baby, The Graduate göndermeleriyle inceden mizah da katılmış bu filmin dışında da tüp bebek filmleri Netflix’te epeyce mevcut gördüğüm kadarıyla. Sahnede izlemek belki daha keyifli olurdu, ekranda oyuncuların ağırlığı altında ezilmiş, uzadıkça uzamış bu film. Çok şey beklenmemeli.
Sömürüye kaçmadan vermek istediği duyguları harfiyen iletmiş, doktor-hasta ilişkilerine dair söylemlerden yan rollere kadar sürpriz ataklarla hikayesini beslemiş, keyifli bir filmdi. Geç olsun, güç olmasın.
Filmi izledim. John Wick evrenine geri dönmek güzeldi. Ana De Armas rolü başarıyla taşımış. Kendisini yeni aksiyon projelerinde görmek güzel olur. Film JW evrenine yeni bir şey katıyor mu hayır yenilik var mı hayır ancak film sizi aksiyona doyuruyor. Klasik bir intikam hikayesini sizlere sunuyor. Evreni bilenlerin seveceği bir yapım olmuş. John Wick az ve öz görünüyor ancak her saniyesi dolu dolu. Film gişesine bağlı devam filmi duyurulabilir zaten bir nevi açık uçlu bitti. Filmin son 30 dakikası müthişti. Bayramda sinemada film izleyeceklere tavsiyemdir.
Edinilmiş Savannah Sendromlu çocuklar ilk filmde var mıydı hatırlamıyorum ama, X-Mansion’un bile artık kopyalanıp klişeye dönüşebildiği beyaz perdede mimiksiz Ben Affleck’ten Keanu Reeves performansı almayI düşünenlerin zekasından şüphe ederim. Filme dönersek, keyifli fakat kurguda cömert davranılmış. Karaktere kardeş eklenmesi yerine kadın suikastçiyle yollar kesişse, kırpılacak diyaloglarla, daha verimli bir son ürün ortaya çıkabilirmiş. Spartacus’un linç edilen recast’ı LOTR diziden sonra burada da sinir bozucu bir karakterden hayat emmiş. Filmin sadece Jurassic World: Fallen Kingdom sonrası ikinci A-list rolüyle Daniella Pineda’ya yarayacağını düşünüyorum. Pom Klementieff kontenjanından bir beş sene cebini doldurur. Serinin devamı da gelir muhtemelen. Dudaksız ve botokslu adamlara güvenmeyin, diyerek bir de Russell Crowe denemeye, Sherwood içlerine doğru yol alıyorum.
Her zamanki anlatının dışına çıkarak, daha önceki zaman dilimini anlatmayı tercih eden Scott, keyifli bir Ortaçağ epiğine imza atmış. Alev gibi dalgalanan gonfalonlar, İngiliz uzun yaycıları, tarihi dizilerde, filmlerde görmeyi özlediğimiz karadan ve denizden çekimlerle “bu hiç de iç savaş yaşayan bir ülkeye benzemiyor” finali, ve üstüne üstlük “diz çökün sizi Fransız köpekler!” cümlesini duyduğumuz an aklımıza gelen “Midnight Express” kompleksi, aslında düşmanın “karşıda” olmaktan çok kendimizi tanıtmak ve güçlü kılmak adına tembelliğimizde yattığını bir kere daha bizlere hatırlatıyor.
Eski ve yeni nesli bir araya getiren kadrosuyla, Cate Blanchett, Russell Crowe, William Hurt, Mark Strong, Oscar Isaac, Lea Seydoux, “Anne tarafından yarı Fransızım” Matthew MacFadyen (Alan Rickman’ın şerifine çok benzemiş), Danny Huston, Max von Sydow, iyi rollerde görmeye hasret kaldığımız Kevin Durand gibi bildik yüzler seyir zevkini katlıyor. Last Duel bu filme göre daha uzun fakat daha akıcı elbette fakat Robin Hood’un yerildiği kadar “vasat” bir yapım olmadığını, dönemdaşlarının ve hatta Robin anlatılarının çoğundan daha kaliteli bir uyarlama olduğunun hakkını vermek gerek. Ayrıca kabul edelim, Russell Crowe, “timeless” yüzlerden biri olarak, perdeye çok yakışıyor.
Bugün Disney’e gelmiş film. Viking, samuray ve WWII döneminde geçen üç bölümün şampiyonları final arenasında karşı karşıya geliyor.
Viking kapışmasında Beowulf destanı temel alınmış, mitolojinin “yukarıdaki” tanrılardan esin alınarak yazıldığı inanışına güzel bir gönderme. Bu bölümün adı “Kalkan”. M.Ö. 800’lü yıllarda geçiyor.
Cengiz Han’ı falan atlayıp direkt feodal Japonya’ya, 17. yy’a geçiyoruz. Burada ninjalara yaraşır şekilde, Predator görünmezlik silahını daha çok kullanıyor. Vikinglerde devasa bir avcı vardı. Yine döneme yaraşır diyaloglar var ve bu felsefe iki kardeş arasında kuruluyor. Bölümün adı “Kılıç”.
Üçüncü bölümde hispanik, bıyıkları yeni terlemiş bir tamirci/pilot (godzilla minus sen misin) oğlan var, avcımız da uçak kullanıyor. Indiana Jones son filmdeki gibi hep birlikte Alman hava sahasına da giriyorlar. “Kurşun” bölümüyle girizgah sonlanmış oluyor.
Her üç şampiyon da geride sevdikleri birinin fedakarlığıyla çıkıyor arenaya. (Anne)anne ve (kardeş) baba figürünü tamamlaması adına seçilmiş son bölüm kahramanı belli ki. Amerika faktörü de var tabii ki. Sonda “Prey” filmiyle de bağ kurulmuş. "Nasıl"ı izleyene kalsın.
En zayıf bölüm bana göre final bölümüydü zira kapanışı, dolayısıyla nihai tadı bırakan sekans buydu ve twistlere yer bırakmaması bir yana, “ava gidiyoruz” aralamasıyla, "bitmişlik duygusu"nu seyirciden esirgeyişi önceki bölümlerin biriktirdiği katharsisi balon gibi söndürüyor. 8/10’luk sürpriz bir çıkış yine de yabana atılmaz. Darısı live-action’lara diyorum ama DC/Marvel animasyon evreninin de daha başarılı işler ortaya koyduğunu düşünürsek, bu alanda sınırlı kalacak bir başarı gibi gözüküyor.
Afiyetle izleyip tadını çıkaralım o halde. Tam da bayram zamanı, tanrılara insan kurban edelim, haydi yavrum Grendel!
John McTiernan Predator sonrası benzer bir kitap uyarlaması bulunca Crichton’un romanı için en uygun isim olmuş. Lakin film Normanların Seven Samurai’si olmaya daha yakın. Keanu ve Cruise’lu Samuray güzellemelerinin yanına Vikingler için de bunu yazalım. Ömer Şerif’in kısacık rolü de cabası.
Malum dar alanda mahsur kalma filmlerinden. Twistlerini baştan belli ediyor, hatta Adrift’le kardeş sayılır, gelgelelim 600 metre tepede ne rüzgar ne uykusuzluk işliyor, heyecan yaratmak istemek güzel de bari daha geniş ve daha alçak bir platform koysaydınız. Çok eleştiri almış. Ama kendini izletiyor. Neganımızın baba rolü yanında başrollerde iki aktris de filmi taşımayı başarıyor. Grace Caroline Currey, Shazamların üstüne başka işler de koyabilirse yolu açık.
Öldürülen ajanın anılarına ulaşarak bir hacker ve peşindeki teröristi bulmak adına frontal lobu hasarlı bir suçlu bellek transfer programının ilk insan deneği olur. Anılar kendini göstermeye başladıkça duygular da uyanır, kovalamacaya aile draması eklenir. Source Code’dan The Rock’a, Face/Off’a, pek çok filmin kullandığı klişeleri güzel harmanlamış filmde, Tommy Lee Jones, Gary Oldman, Gal Gadot, Jordi Molla, Antje Traue, Michael Pitt, Ryan Reynolds, Scott Adkins, Alice Eve, Amaury Nolasco pastasına krema olarak Kevin Costner sürülüyor ve A Perfect World ila Mr. Brooks sonrası, tekrar anti kahraman rolünde onu seyretmek pek güzel oluyor. Underrated diyebiliriz. Bir eleştirim Gary Oldman için: uyuşturucuyu bıraktıktan sonra kaybeden polis rollerine düşmesi, onca evil karakterden sonra insanı üzüyor. Scott Adkins’in burada (Alice Eve’in de posterlerde) ne aradığını da anlayamadık. Her neyse, güzel bir seyirlik. İzleyiniz.