Herkese merhaba,
Çoğunca öykü yazmak istemiş, heves etmiş hatta bazılarımız bunu hayata geçirmiş olabilir. Öykü yazma konusunda gelişirken eğlenmenin bir yolu da forumdaki arkadaşlarınızdan esinlenerek veya tamamen onları kullanarak yazacağınız kısa, uzun öykülerdir. Biraz uğraştırıcı olduğunu kabul edebiliriz ama okuyanlar ve birbirini tanıyanlar için oldukça keyifli öyküler çıkarabileceğimizi düşünüyorum. Burada yazılan öykülerde mümkün olduğunca yazım kurallarına dikkat edersek okuyan arkadaşlarımızın göz ve ruhsal sağlığını korumuş oluruz. Öykü içeriği için genel bir kural bulunmamaktadır. Tabii “Rıhtım Kanunları” kapsamı dışına da çıkmayalım arkadaşlar.
Konuyu açtığım için ilk öyküyü de ben yazıyorum.
Not: Bu başlık hikaye hakkındaki yorumlara ve geyiklere açıktır.
UYARI: Bu öykü gerçek kişilerden ve hikayelerden esinlenerek tamamen çarpıtılmıştır. Eğer hikayede tanıdık birilerine rastladığınızı düşünüyorsanız kesinlikle yanılıyor sayılmazsınız ama siz yine de çok şey yapmayın. Aşağıda okuyacağınız öykü tam olarak bin üç yüz yirmi iki -başlıkla birlikte- kelimedir. Hikaye gittikçe çileden çıkıp göz kanatmadan ancak bu noktada kesebildiğimizi belirtmek isteriz. Ayrıca bu hikayede bir ihtimal @Ishamael @magicalbronze @Ufuk @alper @erdo @mit @Son.of.Yona @Ozgur @Bay_Karamsar gibi tanıdığınız, bildiğiniz kişilere rastladığınızı düşünebilirsiniz. Bundan kesinlikle biz sorumlu değiliz. Hikaye kendi karakterlerini kendisi seçip isimleri de kendisi vermiştir. Saygı ve sevgilerimizle…
İmza: Tüm Agapeler.
HİÇLİĞİN BEKÇİSİ
Her şey kafası karışık bir günün uykusu kaçtığı için meydana geldi. Hiçliğin Bekçisi olan Cadı Agabe; başında mor şapkası, dudaklarında yamuk gülümsemesi ve tek gözü kısmen açık ama tek gözü kesinlikle kapalı olarak pür dikkat uyuyordu. Tabii horultularını hesaba katmazsak… O hazin gecede, Cadı Agabe kendisini önce havada sonra da belinden gelen çatırtının söylediği üzere bir tümseğin üstünde tamamen uyanmış ve acı içinde buldu. Ne olduğuna bakmaya fırsat bulmadan önce içinden sövmeye başladı fakat bunlarla benliğinizi kirletecek değiliz. Sonuçta yaramazlık yapan çocuklara ne olduğunu bilmiyor değiliz.
Belini tutarak evine göz atan Cadı üstünde uyuduğu kitapların bir köşede irili ufaklı ağaçlara dönüştüğünü ve yapraklarının titrediğini gördü. Üstelik ortalıkta alışılagelmedik bir tıngırtı da uğursuz uğursuz kulak tırmalıyordu. Gözü Kazan’a kaydı ve uğursuz tıngırtının Kazan’ın kapağından geldiğini gördü.
“Yine ne oldu?” diye çemkirmek istedi ama boğazı gıcık tutmuştu. Bunun yerine “Yene ni ol-öhhö dooğ?” diyebildi. Bu bozuk telaffuz pek tabii suratını ekşitmesine sebep oldu.
Bunun üzerine gittikçe daha fazla titremeye başlayan Kazan yuvarlana yuvarlana masanın altına girdi. Agabe masanın altındaki Kazan’a gözlerini kısarak dikkatlice baktı fakat ondan hayır gelmeyeceği belliydi. İç çekip içindeki benlikleriyle konuşmaya koyuldu.
“Yola biri mi girdi acaba?”
“Yok canım, gecenin bu saatinde hangi şaşkın Hiçliğin Yolu’na girsin ki?”
“Yola kesin biri girdi.”
“Kapıyı açıp dinlesen mi acaba?”
“Dışarısı da soğuktur şimdi, hoof!”
“Hımpf!”
“Bir kere de başka bir yorumda bulun be!”
“Önce pencereden bakalım.”
Hiçliğin Yolu’nda esen soğuk ve çürük nefesi gece gece suratına yemek istemeyen Cadı Agabe bu son önerinin neredeyse üzerine atlayarak pencerenin yanına koştu fakat panjurlar, maalesef ki yaşlı bir teyzenin başucuna koyduğu takma dişleri gibi sımsıkı kapalıydı.
“Bir kere de işe yarasalar şaşarım zaten!” dedi.
Tekrar iç çekti… Göz ucuyla önce ağaç numarası yapan kitaplara sonra da kazana bir baktı. Üçüncü kez iç çekti. Bu kadar çok iç çekmeye devam ederse içindeki Hımpf’ın diğer benliklerini bastıracağından endişelendi ama çok da şey yapmadı çünkü bazen çok da şey yapmamak gerektiğini öğrenmişti.
Şapkasını düzelti. Parmak uçlarında kapının önüne kadar ilerledi. Tam elini kapı tokmağına atacaktı ki bir de ne görsün? Kapının tokmağı yerinde yoktu. Bu kadarı da fazlaydı artık! Saçları yay gibi kıvrılıp bütünleşik düzenlerini tek tek terk etti. Bir adım geriye çekilip yapmaması gereken bir şeyi yaptı.
“AÇIL!” diye bağırdı kapıya ve kapı ardına kadar açılıp Hiçliğin Yolu’nun o iğrenç küflü, kokuşmuş, soğuk nefesini evin içine savurdu.
Cadı Agabe önce olduğu yerde sallandı. Kıyafetleri üstünden çıkıp gitmek ister gibi geriye savruldu. İmkanları olsa oracıkta eriyip bir kusmuğa dönüşürlerdi ama bu mümkün değildi. Mor şapkası bu berbat kokuya rağmen uçup gitmemek için saçlarını çekiştirmeye başladı. Cadı’nın normalde pek de hassas olmayan midesi boğazına doğru fokurdamaya başladı. Boşluğu yutkunarak kapıya doğru bir adım atmaya çalıştı ama başarılı olamadı. Olduğu yerde yaşarmış gözlerini kapatıp kulağını bu berbat nefesin ardındakileri dinlemeye zorladı.
“MA… KRO… MI?” diye bağırdı, “MA… KRO… NE BE? ANLAMADIM BİR DAHA SÖYLE!”
Eve ev demeye bin şahit gerekmek üzereyken neyse ki Cadı Agabe Hiçliğin Yolu’nun ona hecelediği ismi anladı.
“KAPAN!” diye emretti kapıya ve kapı hızla kapandı. “Demek MagicalKronze…”
Yine kendi kendine -ya da içindeki benlikleriyle desek daha doğru olur- konuşmaya başladı.
“Ne işi varmış burada?”
“Ben nereden bileyim?”
“Sen bilmeyeceksin de ben mi bileceğim?”
“İkimiz de ben olmuyor muyuz?”
“Aslında… Hepimiz sen oluyoruz.” dedi arada sırada konuşanlardan biri.
“Hah, bir sen eksiktin.”
“Aslında… Eksik olsaydım sen tam olarak sen olamazdın. Benliğinin içindeki benlerden birini kaybet-“
“Lütfen, yine başlama!”
“Amma tatava yaptınız be! Biriniz gidip bakın işte.”
“Hımpf!”
“Aman sen hiç rahatını bozma zaten!”
“Süpürgem nerede benim?” dedi Agabe içindeki benlerden sıyrılarak.
“Yukarıda.”
“Yukarıda n’apıyor?”
“Galiba kiriş gibi davranıyor…”
“Hıck!”
“O kimdi? Kim hıçkırdı?” diye sordu Agabe.
“Ben hıçkırmadım.” dedi içindeki benlerden kim bilir hangisi.
“Vırak!” diye bir ses geldi arkasından.
“Şimdi seninle hiç uğraşamam Üfük.”
“Vırak!”
“Üfük değil misin? Kimsin peki?”
“Vırak!”
“Alpler sen misin?”
“Vırak, vırak, vırak.” dedi bir başka kurbağa.
“Ha Alpler sensin. O zaman sen Merdo’sun.”
“Virek, virek!”
“Senin Öksürce olduğunu hepimiz biliyoruz zaten. Üfük nerede?”
“Virek, virak!”
“Vırak, vırak, vırak…”
“Vırak!”
“Üfük indirim bulmuş gizli gizli vırraklıyor, şapkam da hıçkırıyor mu?”
Bütün bu kurbağalı ve benlikli keşmekeşin arasında kapı çaldı. Herkes bir saniye akıl karışıklığıyla birbirine baktıktan sonra telaşla dağıldı.
“Açıl.” dedi Agabe sakince.
Kapı açıldı ve geldi, gelmekte olan.
“Selam.” dedi dertli dertli.
“Hoş geldin MagicalKronze.”
“Magicalbronze.” diye düzeltti dalgın dalgın.
“Aman canım ha bronz ha kron, ne fark edecek. Geç otur şöyle. Hayırdır?”
“Hiç sorma…”
“Artık çok geç. Sordum bile.”
“Evden çıkamıyorum. Delireceğim…”
“Sit lanetlemiş olmasın?”
“Bilmiyorum ama bilgisayarın başında oturmaktan daral geldi.”
“O zaman kesin Sit lanetledi herhalde, galiba, sanırım, acaba, belki…”
“Bir zamanlar eve dönemezdim…”
“Evet, biliyorum yollarda geçerdi ömrün. Hakkındaki hikayeleri okudum.”
“Şimdi de evden çıkamıyorum…”
“Sen rahatına bak. Ben de bir büyü hazırlayayım.”
“…” Gaipten bir mırıltı yükselir gibi oldu. Cadı, MagicalKronze’a baktı ama elleri başının arasında masaya bakıp durduğunu gördü.
“Sana da biri sanki bir şey söyleyecekmiş gibi gelmiyor mu?” dedi Agabe.
“Ne?” diye yanıtladı MagicalKronze.
“Neyse, boş ver. Ben sana bir büyü hazırlayayım.”
Cadı Agabe kollarını sıvadı. Bütünleşik düzenden ayrılmış saçlarını toplayarak Kazan’a bir bakış attı. Kazan masanın altından isteksizce yuvarlanıp odunların üzerindeki askısına yerleşti fakat kapağı sımsıkı kapalıydı. Cadı kapağa birkaç kez sabırla ama kesinlikle öfkeli bir şekilde tıklattı. Kapak yuvarlanıp odunların yanına kendisini bıraktı. Biraz ateş herkese iyi gelir, diye düşündü Cadı. Elini şıklattı ve odunlar alev aldı.
Kazanın altı kızarmaya başlar ve Cadı raflardan otlarını – bazıları kesinlikle ot değil ama bunu burada anlatacak değiliz- alıp kaynamaya başlayan suyun içine atarken kapı tekrar çaldı. Açıl, dedi içinden Cadı ve kapı açıldı.
“Müsait değilsin galiba?” dedi gelen kişi.
Sesi tanıyan Agabe hemen gülümsedi ve ellerini temizleyerek dostuna sarıldı. “Hoş geldin kadim dostum Sishamael.”
“Meşgul buldum, kadim kişi.” Masada oturan kişiyi işaret ederek “Bu kim?” diye sordu.
“MagicalKronze evden çıkamıyormuş. Yardım için gelmiş.”
“Eve giremiyor olmasın?”
“Yok yok, evden çıkamıyormuş.”
“Ne yapıyorsun peki?”
“Lanet Kovucu Sprey yapıyorum.”
“Anladım. Konuşmamız gereken önemli bir konu var. Bu arada evde neden bu kadar çok ağaç var?”
“Hiç sorma… Bir şey kitaplarımı korkuttu. Onlar da ağaç taklidi yapmaya başladı.”
“Hım… Bunun konuşmamız gereken şeyle bir alakası olabilir belki.”
“O kadar önemli mi? Neyse, sen geç otur hemen geliyorum. Şu yaras… yani sen otur da ben geliyorum işte.”
Sishamael etrafına bakınarak masada kendisine bir yer seçtikten hemen sonra MagicalKronze hapşırdı. Onun hapşırığı Cadı Agabe’nin aklındaki bütün büyülerin uçup gitmesine neden oldu. Uçup giden bu büyüler etrafa saçılarak sahiplerini buldu. Bundan sonrası tam bir keşmekeşti.
Sishamael, masanın üstünde oturmakta olan Üfük’e kafasında soru işaretleriyle baktı. Alpler, ağaç gibi davranan kitapların arasına çömelmişti. Öksürce, otların olduğu rafa kafasını çarptı. Merdo, masanın altında MagicalKronze’un ayaklarına baktı ve bunu neden yaptığını anlamadı. MagicalKronze ise hâlâ masanın detaylarıyla ilgileniyordu. Tüm bu bakışmaların, duruşmaların, çarpışmaların arasında birisi bir anda bir paragraf laf etti. Bu kişi tabii ki Bay Kötümser’den başkası değildi.
“Toplum bireylerinin güç sahibi kimseler tarafından absorbe edildiği…”
Tabii ki size bu uzun ve anlaşılması bir parça güç olan paragrafın tamamını verecek değiliz. Hey neyse, odadaki bu beklenmedik kalabalık birbirine alışadururken kapı üçüncü kez çaldı.
Üçte keramet olduğunu olduğu kim söylediyse kendi gözünü gagalaması için elimden geleni yapacağım, diye içinden konuştu Cadı çünkü kimin geldiğini biliyordu. İstemeye istemeye kapıya açılmasını söyledi ve Son.ok.Kona kapıda göründü. Tam bir şey diyecekti ki güçlü bir sarsıntı başladı. Herkes olduğu yerde dengesini sağlamaya çalıştı fakat başarılı oldular mı emin değiliz.
Kazan, durduğu yerden fırlayıp masanın altındaki Merdo’nun yanına gitti. Tabii kapakla birlikte… Bu, Merdo için çok iyi sonuçlanmadı ama bundan da bahsedecek değiliz. Ağaca benzeyen kitaplar yapraklarını döktü. Sishamael, tüm heybetiyle ayağa kalktı. Üfük, masada dengesini tam olarak sağlayamadığı için yere kapaklandı. Alpler, düşen yapraklarla o sarsıntıda bir şeyler yapmaya çalıştı ama kimse onun ne yaptığının farkında değildi. Öksürce, kafasını birkaç kez daha rafa çarptı. Son.ok.Kona –bu adın bir Kızılderili adı olduğunu düşünüyorsanız kesinlikle yanılıyorsunuz- çarpan kapı yüzünden evin muhtelif bir köşesine yuvarlandı. Tüm bunlar saniyenin binde biri kadar bir zamanda gerçekleşti ve sarsıntı geçer geçmez Cadı, Sishamael ve MagicalKronze –çünkü o hâlâ masaya bakıyordu- hariç herkes aynı soruyu sordu.
“O neydi?”
O hazin gecede cevap Sishamael’den geldi ve duyan herkesi derin bir yoksunluğun pençesine bıraktı. “Hiçlik…”
– Devam edebilir…–