Üç tane birbirinden farklı tarzlarda polisiye izledim ve üçünü de beğendim. Polisiye açlığımı çok güzel giderdiler
The Peripheral
İlk iki bölümü izledim. İzlediğim kadarıyla güzel bir diziye benziyor. William Gibson abimizin romanından uyarlanmış.
- sezon gelecekti. Sırf dizi yapanlar Fallout yapıyor diye 2. sezonu iptal ettiler.
The Eternaut
Arjantin yapımı gizem / kurgubilim dizisi. Daha önce gördüğüm ancak pek dikkate almadığım bir diziydi. Arjantin yapımı olduğunu bilseydim daha önce seyrederdim. Héctor Germán Oesterheld ve Francisco Solano López’in aynı adlı çizgi romanından uyarlanmış. Konu , Yaz ortasında yağan kar ile birden bire her şey değişir, milyonlarca kişi bir anda ölür. Why da Why? Konu ortalama, senaryo eh, çekim kalitesi ortalama, oyunculuklar iyi sayılır. Anlatının arka planında Falkland Savaşının izlerini görmek mümkün. Ayrıca amerikanın dünyaya empoze etmeye çalıştığı “Felaket anında kalanlar birbirinin boğazını sıkar” mantığının tersine yardımlaşan, birbirine destek olan toplulukları görüyoruz. Baş rolde Ricardo Darín var. Asabiyim Ben-2014 ile başlayarak, Cinayet tezi-2013, Zirve-2017, Gözlerindeki Sır-2009, Nueve reinas-2000 (Ve adlarını bulmak için bu saatte uğraşamayacağım birkaç) filmini izlemiş biri olarak oyunculuğunu beğeniyorum bu adamın. Bir sezondan fazla tasarlanarak işe başlanması güzel ancak dizi fazlasıyla ağır tempolu. Arjantin filmlerini sevmeme rağmen ağır temposundan dolayı devamını izleyeceğimi düşünmüyorum.
The Peripheral ilk ve tek sezon bitti. Şimdi oturdum ikinci sezonu bekliyorum. O sezon bir gün gelecek. Gelmeli. Kitabını da okusam olurdu ama basılmamıştır.
Devam sezonu gelseydi ve popüler olsaydı basılırdı. Artık umudum kalmadı basılması çok zor diyorum.
The Rookie 5. sezondayım. 6. ve 7. sezonlar eklenmemiş. Tempoyu bozmadan buraya kadar geldiler, 8 puanını hak ediyor. Gizli başrol Chen, Melissa O’Neil, Canadian Idol şampiyonu olup gelmiş, Alyssa Diaz ve sesiyle dahi işi götüren Richard T. Jones ile birlikte kadronun parlayanı. Queen of the South ve The Last Kingdom sonrası (o her ne kadar kitap uyarlaması olsa da) platformun en underrated dizileri kürsüsüne layık görüyorum.
Sırasıyla: Diaz, Jones, O’Neil.
WWE de seyrediyorum, Rhodes’e alıştım, erkeklerde yeni yüzlere alışamadım; kadınlar daha atletik ve fotojenik. Parende atmalar, ekip uyumları, vesaire. Yeni yüzlerden Stephanie Vaquer ile artık kıdemli sayacağımız Alexa Bliss’in makyajları süper. Tabii maç performansları da öyle. Roxanne Perez yükselir, Becky Lynch ve Nikki Bella gibi yüzler Netflix için döndürülmüş, şu haliyle kadınlar taşıyor gibi görünüyor WWE’yi.
Vaquer sol üst, Perez sağ alt, Bliss Harley Quinn.
Hulk Hogan’ın ölüm haberi geldi ayrıca. Yıl başı Netflix sunumunda yuhalanmıştı. Undertaker taziye dilemiş. İşbu vesileyle WWE için bağımsız bir başlık açılması taraftarıyım, ilgili ve bilgili arkadaşları göreve çağırıyorum. Ric Flair de “gitmeden”.
WWE Unreal
Summerslam öncesi 10 bölümün beşini yayınlayan dizi, sahne arkasında olan bitenden ziyade, yeni oyuncuları ve Royal Rumble, Elimination Chamber gibi konseptleri tanıtmak amacı güdüyor; bu minvalde yanlış tanıtıldığını düşünüyorum zira Aronofsky’nin The Wrestler’ın izlemiş seyirci için üstüne konacak çok da bir şey yok Gorilla/kumanda odasına dair. Hatta beni rahatsız eden bir şey var: Triple H’in her güreşçinin sırtını sıvazlayıp moral konuşması yapmasını izlemek. Ekip üyesi Stephanie McMahon’un onun eşi olduğunun belirtilmemesi de rahatsız edici, diğer güreşçilerin eşlerinin WWE’de ne yaptıklarını ayrıntılı biçimde gördük. Torpilinizi yiyeyim.
Güreşçilere gelince: CM Punk serinin underdog’u. Öne çıkan diğer yüzler, Cody Rhodes, Chelsea Green, Rhea Ripley, Bianca Belair, Charlotte Flair, Jey Uso (onun kısımlarını ileri sardım). John Cena, The Rock gibi isimleri röportajlarda görüyoruz. Mikrofon almamış, önümüzden öylece geçip giden isimlerden The Undertaker ve -yanılmıyorsam- yine bu sene dönüş yapan Alexa Bliss aklımda kalanlar. Ric Flair de kızı hasebiyle, Rhodes’in babası Dusty gibi, az buçuk görünüyor. Binanın girişinde sinemalardaki karton maketler gibi dikilmiş Andre the Giant da birkaç kere bizi selamlıyor. Hogan’ın Netflix konuşması (yuhalanması) hasır altı edilmiş. Goldberg’in jübilesi falan Summerslam sonrası ikinci bölümde görünür sanıyorum. Ayrıca kamera arkasında dakikalar boyunca tuvalet mizahına maruz kalmak da can sıktı, bunlar yerine en azından minderin altındaki mekanizmaları, o kafalara geçen masa, sandalyelerin malzemesini, spiker masasının üstünün boşaltılmasını vb. Youtuberlerin bile bizlere gösterdiği numaraları sunsalardı, vadettikleri konsepti yerine getiremedikleri hissini bırakmazlardı sanıyorum. Triple H’in Maya Angelou’dan yaptığı alıntı gibi: Ne söylediğiniz, ne yaptığınız ile hatırlanmazsınız, insanlarda bıraktığınız hisler ile hatırlanırsınız. Bu program da aldatılmışlık hissiyle verdi antraktını. Tanıtım daha farklı olsaydı keşke. O zaman 10 numara bir spor belgeseli olarak övebilir, bağrımıza basabilirdik.
Unutkan edit: 3. bölüm tamamen kadın güreşine ayrılmışken Stephanie Vaquer’in adının bile anılmaması garip. Cena’nın heel turn’u de 4. bölümde işleniyor.