Bu güzel yorum üzerine Monte Cristo Kontu’nu almıştım. Birinci cildin sonundayım ve söylemek istediğim bir şeyler var. Başlıktan sapıyor olabilirim, ama en uygun yer burası gibi geldi bana.
Kitap aşağı yukarı iki yüzyıl öncesini anlatıyor ve 2019’dan baktığımda, bu süreçte kadınların hayatında meydana gelen değişim gerçekten çok çarpıcı görünüyor.
Markilerin eşine markiz, baronların eşine barones, kontların eşine kontes deniyor; yani bu kadınların bu ünvanlara sahip olmalarının tek sebebi, kocaları. Hayattaki tek başarıları bir adamla; zengin ve güçlü, ünvan sahibi bir adamla evlenmiş olmak.
Kitapta on beş-on altı yaşlarındayken, yirmi bir yaşında bir adamla evlenen bir kadın var. O zaman için çok normal olan şey, bugün çoğunlukla modern yaşama ters düşüyor. Bugün bu adam efebofil (15-19 yaş arası çocukları çekici bulan) olarak adlandırılırdı. O dönemi kendi koşullarıyla değerlendirmek gerektiğini unutmadan şunu söyleyebilirim ki on beş yaşında bir çocuğun evlenmek istemeye itilmesi beni çok rahatsız ediyor; çünkü günümüzde hala bu durum var.
Bir de şöyle bir cümle var: “Otuz altı yaşına rağmen hâlâ güzel görünen Madam…”
Otuz altı yaş aslında o kadar genç ki. Ama on beş yaşında evlenen, bilmem kaç tane çocuk doğuran bir kadın haliyle o yaşa fiziksel ve ruhsal olarak yıpranmış olarak erişiyor ve hayattaki bir diğer başarısı da bu yaşta güzel görünebilmek oluyor.
İki yüzyılda toplumdaki değişim, kadınların iş hayatına ve sosyal hayata bu derece katılması mutluluk verici, ama eski anlayış yok olmuş değil. Hâlâ üç yaşındaki kız çocuklarına düğünlerde gelinlik giydiriyoruz ve bu kızlar ergenliğe geldiğinde nasıl bir gelinlik giymek istediklerine çoktan karar vermiş oluyor. Genç kızlar aile baskısından kurtulabilmek için tanımadıkları, sevmedikleri adamlarla; tıpkı bu kitaptaki küçük kız gibi (ki o aslında severek evlenmişti) evleniyorlar. Hâlâ çoğu kadının hayattaki tek başarısı evlenmek, yemek yapmak ve çocuk doğurmak. Bu yüzden sosyal medyada her anlarını, pembe tavalarla süslü mutfaklarını ve yaptıkları enfes sunumlu, kurdeleli yemeklerini paylaşıyorlar. Hesaplarındaki özyaşamöykülerinde “X’in ve Y’nin annesi, Z’nin biricik eşi” gibi şeyler yazıyor. Yani kendilerini, başkalarına göre tanımlayan ve konumlandıran küçük çaplı baronesler, kontesler bugün de aramızda. Bu kitaba bakınca, gelecekte bunların da azalarak biteceğine ve anne ya da eş sıfatını taşımadan da başarılı, hatta yalnızca bir “birey” olunabileceğini kanıtlayan kadınların artacağına inanıyorum.
Son olarak, yalnızca güzel bir dille ilgi çekici bir kurguyu değil; tarihi, siyaseti, dönemin insanlarını çok başarılı bir şekilde anlatan bu kitap, klasik seven herkes tarafından okunmalı diyorum.