Sırf bu yüzden başlayamıyorum.
Ted Chiang’ın yazdığı Geliş ve Nefes’i beraber okudum. Kitaplar yazarın hikayelerinden oluşuyor. 1-2 hikaye harici hikayeleri beğenmedim. Özellikle sonları çok yetersiz geldi. Bunun sebebi benim beklentilerim ya da kaçırdığım detaylar olabilir.
CESUR YENİ DÜNYA (ALDOUS HUXLEY)
KONUSU
Cesur yeni Dünya bizi ‘Ford’dan sonra 632’ yılına götürür. Bu dünyanın cesur insanları kapısında “Cemaat, Özdeşlik, İstikrar” yazan Londra Merkez Kuluçka ve Şartlandırma Merkezi’nde üretilirler. Kadınların döllenmesi yasak ve ayıp olduğu için, ‘annelik’ ve ‘babalık’ pornografik birer kavram olarak görülür. Toplumsal istikrarın temel güvencesi olan şartlandırma hipnopedya uykuda eğitim ile sağlanır. Hipnopedya seyesinde herkes mutludur; herkes çalışır ve herkes eğlenir. “Herkes herkes içindir.”
DÜŞÜNCELERİM
1984 ve Fahrenheit 451’den sonra geldim Cesur Yeni Dünya’ya. Sanayideki seri üretim bandı mantığının tüm topluma uygulandığı, Fordizm’in doğuşunun milat kabul edildiği bir distopyayı anlatıyor. Gerçi 1984’ün aksine bir açıdan ütopya olduğu savunulabilir, çünkü herkes mutlu. Korku yok, endişe yok, çünkü sosyal düzen milim oynamıyor. Doğumdan itibaren toplumdaki rolünüzü kabul etmeye şartlandırılıyorsunuz. Hüzün yok, öfke yok, çünkü duygusal olarak bağlanacağınız bir şey yok. Ne aile, ne eş, ne de çocuk… Bir sorun çıkarsa da gerçeklikten kopmanızı sağlayacak Soma var.
Sadece anlattıklarıyla değil, çizdiği sahnelerle de tüylerinizi ürpertecek bir kitap. Aradığını iki dünyada da bulamayan John’un hikayesini ve Tanrı’ya neden gerek kalmadığının açıklandığı bölümü uzun süre unutmam.
Vatan şairimiz Namık Kemal’in yazmış olduğu İntibah’ı ikinci kez okumuş oldum.Konusu itibariyle terbiyeli ve eğitimli, birkaç dil bilen ve varlıklı bir ailenin çocuğu olan Ali Bey’in bir haftasonu gezisinde Çamlıca’da gördüğü bir kadınla tanışmasından sonra madden ve manen yıkıma sürükleniși anlatılıyor.Çoğunlukla bilimkurgu okuyan birisi olarak arada bir klasiklere dönmek çok güzel oluyor.Yeșilçam film senaryolarını andıran bu eseri herkese öneririm.
Sökeli Cafer efe kitabı bitti. Yoğun emek sarfedilmiş araştırmalar ve görüşmeler yapılarak tarihe notlar düşülmüş bir romandı. Sabahattin Burhan’ın öncelikle o zamanları yaşamış kişilerle ve özellikle çocuklarıyla bire bir yaptığı görüşmeler ve alınan notlar için kendisine teşekkür borçluyuz.
Sökeli Cafer Efe, oldukça hacimli bir kitaptı (576 sayfa) Neredeyse hiç bir detay atlanmadan yazılmış özellikle de işgal kuvvetlerinin yaptığı zulümler. O zamanlar işgal kuvvetlerinin yaptığı şiddetin çok detaylı anlatıldığı bir yetişkin olan beni bile etkileyen bu durumun genç zihinlerde olmaz yaralar açacağıydı. Tamam kabul ediyorum bütün bunlar yaşanmış olabilir bu dehşeti bire bir yaşayanlar anlatmış olabilir. Bunların hepsini yazmak yerine bir tür oto sansür uygulasaydı daha mı iyi
Beni rahatsız eden bir başka konu eski zaman vakanünisleri gibi konu anlatıcılarına çok fazla iltifatlar edilmesi.
Ama her zaman söylendiği gibi çoğu kitapta olduğu gibi burada da kadının adı yok. Keşke Sabahattin Hocam, bir anne olarak Havva Kadını veya bir eş olarak İkbal Hanımı biraz daha tanıtsaydı bizlere. Onların duygularına ve düşüncelerine de daha fazla yer verseydi.
Bir soruda şu neden Giritli övgüsü var kitap boyunca. Tabii ki Girit kökenli yurttaşlarımız övgüleri sonuna kadar hak ediyorlar da ya diğerleri…
Son olarak aynı kitabı okuyan bir arkadaşımın sözlerini aktarayım “Koskoca Söke’de Cafer efe’yi yazacak kimse çıkamamış mı ki Nazilli’den biri bu romanı yazmış”
Andrew Sean Greer - Bay Less
İthaki Yayınları Modern Klasikler serisindeki kitap seçimlerinde çok başarılı bir yol izliyor. Ödül almış, sükse yaratmış, beyaz perdeye uyarlanmış vb. eserleri hiç gecikmeden bu seriye dahil ediyorlar. Bunu önemli görüyorum. Kitap özelinde ise bu konu şu açıdan önemli. Yazar aslında 2000 yılından beri 5-6 roman çıkartmış ve Amerikan Edebiyatı’nda sivrilen bir yazar. 2018 yılı ise onun için kilometre taşlarından biri. Bu yıl yayımladığı Bay Less, aynı yıl Pulitzer kurgu ödülünü kazanmayı başarmış. Bizi ilgilendiren kısım burada başlıyor işte. Bu tarz prestijli ödülleri sıkı bir şekilde takip ettiği belli olan İthaki yöneticileri, editörleri (Alican Saygı Ortanca bayrak adam gibi görünüyor dışarıdan) bu kitap için anında çalışmaya başlamışlar. Yayın hakları, çeviri, editörlük vesaire derken tüm süreç sonunda bu kitabı Modern serilerine Mayıs 2019’da dahil ettiler. Tebrik edilesi, dinamik ve ilkeli bir çalışma örneği bu. Bu ekibi çok eleştiriyoruz. Ben de eleştiriyorum. Bu defa Sezar’ın hakkı Sezar’a diyelim bence.
Eserin dili bana Türk Edebiyatı klasikleri tadı verdi başta. Yazarın tarzını çok beğendim. Okurla konuşur gibi yazmış. Konusu ve işleyişi ise beni biraz arada bıraktı. Zira erkek erkeğe aşk meşk hikâyesi var. Tek bir şahsa duyulan aşktan da bahsetmiyorum. Laçkalaşmış bir ilişkiler yumağı söylemek istediğim. Hal böyle olunca da bir türlü benimseyemiyorum o duyguları. Aslında mesajı güçlü ve dili yetkin bir kitap okudum ve bu bahsettiğim konuya benim kadar takılmayacak okurlar benden çok daha fazla keyif alacaktır bu okumadan.
Kitabın konusu gereği Bay Less bir dizi seyahatler yapıyor. Aslına bakarsanız aşk acısından kaçmak için kendine bol duraklı bir Dünya turu organize ediyor diyebiliriz. Bir ülkede ödül töreni, öbüründe gastronomik bir gezi… İşte kitap bu yolculuklar üzerine ilerlemeye başlıyor. Alt metinde yaşanan duygusal çalkantılar, esas anlatımda ise tatlı bir macera var. Çok farklı ülkelerde farklı kıtalarda bambaşka kültürler… Yazarın yetkinliği bu bölümlerde iyiden iyiye kendini göstermeye başlıyor. Meksika, İtalya, Almanya, Fransa, Kuzey Afrika’da Fas ve son olarak da Asya kıtasında Hindistan ve Japonya’ya uğruyor Bay Less. Nu kadar yolculuk ve macerayı 250 sayfada okumak keyifliydi.
Bay Less aslında oldukça “cool” birisi. Kadınların ilgisini çekebilecek özellikleri bolca var ancak onun tercihleri farklı dediğimiz gibi. Saygı duyuyoruz. O, yedi sekiz ülke gezdiği bu hareketli “roadtrip” macerada neredeyse her ülkede(evet neredeyse hepsinde) bir adamla yatmayı (evet bildiğin yatmak) başarıyor. Hadi gey olduğunu anladık da bu nedir hocam ya? 50 yaşında, bu libidoya şapka çıkarıyorum.
Abartı işte. Kitaptaki gey vurgusu aşırı abartı bunu anlayın. Yazar biraz dikkat çekmek istemiş bu apaçık. Pozitif ayrımcılık kokusu alsam da Pulitzer kazanmış sonuçta. Bir bakıma hedefine ulaşmış öyle değil mi?
Tavsiye etme konusunda çok arada kaldım. Okunur bu kitap. Mutlaka okunmalı diyemem sadece.
goodreads’ten de bi’ like’ınızı alırım. Teşekkürler
Aleksey Tolstoy’dan Aelita’yı okudum.
Son aldığınız kitaplar konusundan gördüğüm kadarıyla birçok kişinin okuma listesinde olduğundan, “Şöyle oluyor, böyle oluyor” diye gidişata dair bir spoiler vermeyeceğim.
Tek cümle ile, Rus edebiyatının tüm kasvetini içinde barındıran, 1923 yılında yazılmış, Bolşevik devrimi metaforlarının ve sosyopolitik göndermelerin ön planda olduğu romantik bir bilimkurgu hikayesiydi diyebilirim. Konusu da oldukça ilgi çekici.
Özellikle göze çarpan eksik kısımları vardı ama genel olarak hayli beğendiğim, “Underrated Bilimkurgu Kitapları” kategorisine rahatlıkla sokabileceğim bir kitap oldu.
Küçük Kadınlar’ı okumaya başladım. Bu klasik eserin Saoirse Ronan ve Florence Pugh’ın oynadığı yeni versiyonunu izledim yakın zamanda, dedim kitabını da okuyayım. Akıcı bir dille yazılmış, çeviride de şimdilik bir sıkıntı görmedim. Güzel başladı umarım böyle devam eder. Kız kardeşlerin mızmızlanmalarını çok gerçekçi buldum. (Kız kardeşi olmayan bilmez).
İçine kapanık müzisyen Beth, zengin olmadığı için yakınan oyuncu büyük abla Meg, savaşta babasının yanında savaşmak istediği için yakınan yazar Jo ve şımarık ressam Amy’nin yardımsever anneleri ile beraber yaşadıklarını okuyoruz.
Az para harcayıp resim malzemesi almak mı? Kitapta en çok kendime yakın hissettiğim olay bu oldu. Şu malzemeler de hep pahalıymış yahu.
Okumaya devam.
Bitirdikten sonra fikirlerinizi merak ediyorum, uzun zamandır okuma listemde, bir türlü başlayamıyorum.
Film gelene kadar seriyi bitireceğim sanırım
SAVAŞ KÖPEKLERİ (ADRIAN TCHAIKOVSKY)
KONUSU
Benim adım Rex. Ben iyi bir köpeğim.
Rex aynı zamanda iki metre yüksekliğinde, kurşun geçirmez ve ağır kalibre silahlarla donatılmış. Ejderha, Bal ve Arılar ile birlikte Çokbiçimli Taarruz Sürüsü’nün bir parçası olarak, güneydoğu Meksika’daki kanunsuz Campeche’de faaliyet gösteriyor.
Rex genetik mühendislikle yaratılmış bir Bioform, kirli bir savaştaki ölümcül bir silah. Emirleri yerine getirecek kadar zekası, ve bunu yaptığında onu ödüllendirecek geri besleme implantları var. Tek istediği iyi bir köpek olmak. Bunun içinse Efendi’nin söylediklerini yapmak zorunda ve Efendi birçok düşman öldürmesi gerektiğini söylüyor.
Ama bu düşmanlar tam olarak kim? Efendi savaş suçlusu olarak yargılanırsa ne yapacaklar? Cenevre Sözleşmeleri silahlara hangi hakları tanıyor? Rex ve arkadaşlarının var olma hakları var mı? Peki ya Rex tasmasını koparırsa ne olacak?
DÜŞÜNCELERİM
Adrian Tchaikovsky uzun zamandır denemek istediğim bir yazardı. Aslında Zamanın Çocukları’nı okumayı düşünüyordum fakat bunu gördüm ve konusu ilgimi çekti.
Hikayemiz yakın gelecekte ve iç savaşla boğuşan Meksika’da geçiyor. Yapay zekalı makinelerin kullanıldığı ilk savaş, her iki taraf da kendi ordusunun kontrolünü kaybettiği için bir faciayla sonuçlanmış. Bunun üzerine robotumsu insanların yerine hayvanlara entegre savaş sistemleri geliştirilmeye başlanmış. Köpek sürüleriyle başlayan denemelerin geldiği en son nokta ise kitabımızın konusu olan Çokbiçimli Taarruz Sürüsü. Bir köpek(Rex), bir ayı(Bal), bir komodo ejderi(Ejderha) ve bir kovan arıdan(Arılar) oluşan bu ölümcül ekip acımasız bir komutanın(Efendi) kontrolünde. Savaşın çirkin gerçekleri gün yüzüne çıkınca, sürümüzün var olma hakları için mücadele etmesi gerekecek.
Hayvanlara zeka bahşetme ve robotların bilinç kazanması bilim kurgunun klasik konularından, o yüzden hikayenin gidişatını az çok tahmin edebilirsiniz. Tam filme uyarlanacak bir kitap: günümüze yakın, herkesin sevgilisi olan hayvanları konu alıyor, kısa ve öz, aksiyonu bol ama durup üzerine düşüneceğiniz soruları işliyor. Ben çok beğendim, beklediğimden bir tık daha iyi buldum. Adrian Tchaikovsky bilim kurgu marketinde iyi çıkış yapan yazarlardan, ileride kitapları çevrilecek kadar popüler olur umarım.
Boris Vian - Yürek Söken
Okurken gerçeküstü bir büyülü anlatıma kapılıp pek zorlanmadan sayfaları devirmek mümkün olsa da, alt metin ve alegorik bir anlatımla bezeli, basit bir okumayla çözülemeyecek kadar girift bir kitap. Bir defadan fazla okunması kesinlikle işe yarayacaktır.
Ben Vian’a Mezarlarınıza Tüküreceğim kitabı sebebiyle biraz mesafeli ve önyargılıyım bunu itiraf etmeliyim ancak o sert kitapta da bir yeteneğin, mesajın ve bazı kaygıların izlerini hissedebiliyorduk. Sadece aktarma metodu çok çok sertti ve ben bunu edebi bir metin için fazla buldum. Olay bundan ibaret. Bu kitapta ise giderek artan bir gerçeküstücülük etkisinde, bir miktar da o Güney Amerika’nın büyülü gerçekliğinden tatlar veriyordu bu kitap. Vian’ın tarzına alışmaya başladıkça sevmek de mümkün olabilir. Bu yavaş yavaş ortaya çıkmaya başlayan ve kabul etmem gereken bir durum.
Kitabın okunması çok basit. Fazlaca bölümlere ayrılmış ve bir günde 250 sayfa bitip gidiyor. Bölüm sonları ve yeni bölüm başlarında sayfalarda boşluk olduğundan metnin fiziki yapısı yoğun değil. Sayfa başına kelime adedi oldukça düşüktür yani. Bol bol da diyalog olunca sayfalar bir anda adeta eriyor elinizde. Bu hızla okurken kitabın kontrolünü yitirmemek gerekiyor. Dediğim gibi sadece bir olayı anlatmıyor bu eser. Alt metni çok güçlü. Sembolizmin dibine vurulmuş adeta. Bu durum her sayfada daha da artıyor ayrıca.
Kitapta tuhaf tuhaf olaylar birbirini izliyor. Zaten kitabı tek bir kelimeyle anlatacak olsam “tuhaf” derdim. Gündelik hayatta kullandığımız tüm fizik ve mantık kurallarını bir tarafa koyup işin psikolojisine dalmaya çalışmalıyız. Yoksa Clementine’in giderek artan paranoyasına ya da şu derede kayığından atlayıp ağzıyla “bir şeyler” çıkaran ihtiyarın ne yapmaya çalıştığına hiçbir anlam veremezsiniz. Aynı zamanda kahramanımızın da motivasyonu çok tuhaf gerçekten. O da kendi boşluğunu psikanalizler yaptığı insanların ya da canlıların özellikleriyle, psikolojileriyle ve davranışlarıyla doldurmak gibi bir amaç edinmiş esasen. Dedim ya, her şey çok tuhaf. Kitapta çoğu şeyin cevabı var yalnız. Odaklanıp okumanız yeterli. Boş bir çorba değil metin. Sağlam yani.
Çeviri her ne kadar fena olmasa da Boris Vian, James Joyce gibi kelimelerle oynamayı, onları eğip bükmeyi seven bir yazar olduğundan dolayı anadilinde okumanın hazzına yaklaşamayız bile. Bu da çeviri edebiyatın cilvesidir zaten. Biz çeviri edebiyatta her zaman bir yansıma okuyoruz neticede. BU yüzden Türk Edebiyatı’mızın güzide eserleri bizim için büyük şans. Mesela ilginç bir detay yaklaşık 130. Sayfa civarında ortaya çıkıyor. Bölüm başlarının bazılarında verilen tarihler tuhaflaşmaya başlıyor. Aslında bir ay değil de sanki bir dönemi anlatır gibi bir duruma geçiyorlar. Bundan sonrası da hep öyle devam ediyor. Boris Vian işte
Anlatımdaki masalsılığa ve gerçeküstülüğe değindim ama örnekle açıklasam daha doğru olur. İlk başlarda bu durum çok nadir kafasını kaldırıp bize kendini gösteriyor. Birden ne oluyor ya diyip kalıyoruz fakat sonlara doğru tüm gerçeküstü öğeler üstümüze üstümüze uçuyor! Söz gelimi, bir hayvanın bir iki kelime söylediğini(ya da psikiyatr mı öyle sandı?) bazı hayvanların ise zekice, insansı bedensel cevaplar verdiğini göreceksiniz. Tam bu anlar bana büyülü gerçekliği anımsattı zira hikâyedeki kimse bu olağandışı duruma şaşırmıyor. Pek dikkat etmiyorlar bile hatta. Bunu bekliyorlar mı ne?
Bana göre kitabın hayatî olarak incelenmesi ve takip edilmesi gereken üç karakteri var. Bunlardan hiçbiri psikiyatr değil. Onun olayı zaten oldukça net. Evet kendi içinde bir alegori barındırıyor ama bir şekilde onu anlamlandırabiliyoruz. Benim değinmek istediğim karakterler, Kayıkçı reis( şu toplumun utançları meselesi), anne Clementine ve üçüzlerin hepsi. Üçüzlerin davranışlarında bile bir farklılık sezeceksiniz. Bunların hiçbiri boşuna değil bence. Çok da detaya giremiyorum zira ben yazılarımda spoiler vermem. Sadece üstünkörü değinirim ki okumak isteyenlere sadece yol göstersin. Bu konulara dikkat edin okurken diyorum sadece. (Çok ufak, zararsız spoilerlar olabilir bu paragrafın sonuna kadar. Arzu ederseniz atlayabilirsiniz.)Özellikle Clementine’in kendince yaşadığı değişim. Abartılarak anlatılan değişim, paranoya, paranoyanın ulaşabileceği nokta, paranoyanın çok sevdiklerimize yapabileceği etkiler. Paranoya nedir? Paranoya, özgür, hatta istese uçabilecek kadar! özgür bir insanı kafese kapatıp onu tüm özgürlüğünden mahrum bırakmak ve bunu da onu çok sevdiğimiz için yapmaktır. Paranoyanın evreleri vardır ve artık önlenemez duruma geldiğinde her türlü manipülasyona gelebilen, mantıksız davranan ve sevdiklerine bile zarar veren paranoyaklar yaratır.
Neyse dediğim gibi, tehlikeli sularda gezmeye başladım. Daha fazla detaya girmiyorum.
Ben kitabı tavsiye ediyorum. Boris Vian’ın üslubu yine sert, yine cinsellik öğeleri güçlü, yine acımasız ve kararlı ama bu defa edebi yanı çok daha kuvvetli. Bu son roman, onun için de güzel bir final olmuş.
Josh Malerman/Kırmızı Piyano
Bu kitaptan yola çıkarak Malerman hakkında bir şeyler söylemek istiyorum.
Öncelikle romanı beğendim. Benim gözümde anlatımı ve konusu oldukça başarılı, tipik bir Malerman gerilimi oldu. Birkaç kişinin bu kitabı diğerlerine kıyasla çok beğenmediğini okumuştum ama benim için öyle olmadı.
Bu, yazarın okuduğum dördüncü kitabı oldu. Kafes ve Carol Gömülmeden’de konunun ne olduğu en başından belli ve gelecekte ne olacağını, olayların nereye varacağını okuyoruz. Gizem unsurundan çok gerilim unsuru daha belirgin yani. Teftiş ve Kırmızı Piyano’da ise bilmediğimiz bir gizem var. Yazar bu romanlarda o gizemin ne olduğunu ballandıra ballandıra, merakta bırakarak, yavaş yavaş anlatıyor. Yani bahsettiğim ilk iki kitapta “Şimdi ne olacak?” diyorken diğerlerinde “Ne olmuş, burada neler dönüyor?” diye soruyoruz. Ve merakta bırakıldığımız şey ortaya çıktığında Malerman kalan kısmı bence önceki kısma göre çok hızlı bir biçimde geçiyor. Sanki bir kez gizem ifşa olunca artık kitabın büyüsü bozulmuş da bir an önce bitmesi gerekiyormuş gibi, hızlı ve ayrıntısız bir son söz konusu.
Teftiş ve Kırmızı Piyano’nun sonları tatmin edici değil mi? Kesinlikle tatmin edici ve güzel. Ama başlangıçtaki detayları sonda göremedim. Özellikle Kırmızı Piyano’da en az yirmi-otuz sayfa daha okumak isterdim. Böyle özgün kurgusu olan bir romanın sonu bence üstünkörü geçilmiş.
Yine de Malerman çok beğendiğim ve ne yazsa alıp okurum dediğim, anlatımı ve hayal gücünden etkilendiğim bir yazar. Umarım -eğer gizem ön plandaysa- diğer iki kitabının sonu daha uzun ve ayrıntılıdır.
Ben bu güzel başyapıta inceleme yapmak istemiyorum, yapıpmışını alıntılamam kafi sanırım:
Oysa, Pikaro romanı İspanyol toplumunun bağrından fışkırdı. Çürüyen bir medeniyetin meyvesi. Şüphe yok ki her çağda her ülkede hırsızlar var. Hırsız, Miletos Masalların’ndan bu yana edebiyatın sık sık ele aldığı bir konu. Ama hiçbir ülkede Ispanya’daki kadar özgün, renkli ve yaşayan
bir edebiyatın malzemesi olmamış. Kaynağı halk bu romanların. Boğuk yankılarına destanlarda, Ortaçağ romanlarında
rastladığımız bu tür, çoban hikayelerinin yavanlığına, şövalye aşklarının yapmacıklığma bir tepki olarak doğdu. Eski zaman bahadırlarının soylu duygularını iğneleyen insafsız bir hiciv. Pikaro romanlarında tersine bir soyluluk söz
konusu. Pikaro aşağı bir soydan geldiği için çalımlıdır. Şövalyeler kahramanlıklarıyla övünürdü, Pikaro aşağılık serüvenleriyle. Pikaro romanının diriliği, Kastilya dilinin, Kastilyalı kafasının demokratik özünden gelir. Pikaro hayta demek. O da bir destan kahramanı. Ama ne devlerle cenk
eder, ne büyücülerle cebelleşir. Yine de her günü bir savaş
Pikaro’nun. Açlıkla, maddî acılarla savaş. Mühim olan tek
şey, bedeni. Her Allah’ın sabahı çözümlemek zorunda olduğu sorunlar var: karnını doyurmak, giyinmek, aşk yapmak, bir çatı altında barınmak… Ne demiş atalar: yarma Allah kerim! Ölümle ahret ne kadar uzaksa, yarın da o kadar uzak!
Ölüme aldırmaz Pikaro. Yok olma, ne mistiği korkutur,
ne askeri. Mistik için cennet vardır, asker için zafer. Pikaro’ya sorarsanız, bitmeyen bir savaşın sonudur ölüm, bir nevi dinleniştir. Her türlü metafizik düşünceye yabancı bir kalender… Kahkahası, çok kere ümitsizliğin umursamayan çığlığıdır.
Pikaro romanlarının ilki ve en güzeli: Lazarillo de Tormes. Kim yazmış, bilen yok. Diego de Mendoza mı? Belki. Kitap, türün bütün özelliklerini toplamış. Konuşan, yazarın kendisi. Olaylar tarihi sıralarına göre dizilmiş. En hâyâsız, en dokunaklı sahneler çırılçıplak bir soğukkanlılıkla
canlandırılmış. Hikâyenin kahramanı Lazarillo, her işe girip
çıkmış: âmâları gezdirmiş, cimri bir keşişin uşağı olmuş, bir
seyisin hizmetinde bulunmuş; bazan beyzadelerin emrinde,
bazan esafilin. Her tabakadan insanlar tanımış. Hiçbirinin
beş para etmediğini anlamış ve anlatmış. Sonunda…
Cemil Meriç/Kırk Ambar
Sonunu yazmayayım ama dediklerinin hepsine katılıyorum. Üslup çok güçlü ve yalın. Hikaye asla orijinalliğini kaybetmiyor. 80 sayfaya bu kadar olay sığdırmak maharet gerektirir.
Savaş ve Savaş, kargo ödememek için satın aldığım; okuma listemde olmayan Kitapyurdunda kampanyalı bir kitaptı. Kitap hakkında hiçbir bilgim yoktu; yazarına da dikkat etmemiştim.
Kitaplığımı arındırırken arka kapak yazısını okuduğumda okuyarak elimden çıkarmaya karar vermiştim. Hızlı bir okuma yapmayı planlamıştım.
Hiç böyle bir metin ile karşılaşmayı beklemiyordum. Bu kitapta cümleler yok; birbirinin ardından sıralanan cümleciklerden oluşan paragraflar var. O zaman ayırdına vardım ki elimde hızlıca okunabilecek lineer bir metin değil; örülmüş bir ağ var.
Yazar ve üslubu hakkında bilgi sahibi olmadan kitaba başlamak hatasına düşmem bir daha.
László Krasznahorkai, Béla Tarr sinemasını etkilemiş bir yazar. Kısa cümleleri zahiri bulan bir yazar.
Macaristan’da arşivcilik yapan Korin’in, dosyalar arasında bulduğu el yazmasını, savaştan kaçmak isterken bir başka savaşa yakalanan dört arkadaşın hikayesini, internete taşıyıp ebediyete aktarma amacıyla, Macaristan’dan New York’a doğru yola çıkmasının hikayesini akıcı bir üslupla aktarıyor. Ancak el yazmasından bahsedilen sayfalarda yer yer “ne okuyorum ben” dedirten metnin sıkıcılaştığı da oluyor.
Korin başarıya ulaştığını ve sefil hayatının amacını bulduğunu düşünüyor. El yazmasının ebediyete aktarımı süresince, yazmanın yazılma amacı ile hayatının amacına ilişkin sorgulamalar içi içe geçiyor. Kahramanlarımız savaştan savaşa savruluyor ve özlenen barış hiç bulunamıyor.
Korin amacını gerçekleştirebilmek için tüm imkânsızlıkların üstesinden bir bir gelirken “anlamı” bir türlü yakalayamadığını fark ediyor. Son ana, son savaşa kadar…
Frankenstein- Mary Shelley
NTV Yayınları’nın “Çizgi Roman Dünya Klasikleri” serisi altında bastığı bir çizgi roman. Bu kitabı okuyana kadar Frankenstein’ın aslında ne kadar duygu yüklü, derin konulu ve harika bir eser olduğunu bilmiyordum. Aynı şekilde bu eseri okuyunca Frankestein’ın aslında kafasında vida olan yeşil bir canavardan fazlası olduğunu anladım (ki bu bence çok yanlış bir tasvir.). Bu kitap aslında bize insanın ruh halini bir canavara dönüştürerek anlatmış. Acı, öfke, intikam, pişmanlık , sevgi… Hepsini bir arada yaşayan insanı bize dolaylı yoldan aktarmış. Harika çizimler ve baskı kalitesi ile mükemmel bir eser olmuş. Gayet rahat ve tek haneli rakamlara bulunabilen bu eseri okumalısınız.