Bu noktada haklısınız, Lovecraft nispeten erken hayata veda eden yazarlardan. Belki yaş itibari ile daha iyi yazılar yazabilecek imkanı bulamadı, dil olarak da istediği gibi gelişemedi. Ancak çocukluğundan beri hayal ettiği kozmik evreni başarı ile kurmayı ve tasvir etmeyi başardı (bana göre).
Kimi yazar dili ile kimi yazar ise kurgusu ile başarılı bulunur, biraz beklenti ile alakalı.
Bu noktada yazar tekil olarak değil, zamanın içindeki yeri ile değerlendirmeyi tercih ediyorum. Lovecraft’ın nereden referans aldığı ve bu konuda ne kadar başarılı olabildiğini kıyaslayabilmek için, Laputa’dan yayınlanan Tuhaf Kurgu Yazmak Üzerine Notlar makalesini tavsiye ederim.
Edit: “Kanıtlayabilirim ama ispat edemem…” tümcesini: “tasvir edebilirim ama tanımlayamam…” olarak değiştirmek istiyorum.
Zamanının içindeki yeriyle ben de değerlendiriyorum ama anlatım dilini zayıf buluyorum. Kurguladığı evrende bir kusur yok. Gerçekten dikkat çekici bir iş başarmış. Aynı dönemde dostu da olan Howard da Lovecraft’tan izin alarak kurgular yapıyor ve dilini daha etkileyici buluyorum. Lovecraft da zaten bunu kabul ediyor. Kendisini ifade etme biçimi olarak başarısız buluyorum sadece. Beklenti yaratan bir insan hiç olmadım. Deneyimlerime göre konuşmayı tercih ederim. İlk başlarda kendisinin zamana göre yazdığını ve toplumun o tarz bir anlatım biçimi kabul ettiğini düşündüm. Aynı şekilde yazan aslında birkaç yazar daha var o dönemde fakat daha fazla okudukça bunun bir tercih veya bildiği tek yol olduğunu anladım. Evet, hikayeler ve evren güzel fakat çok daha etkileyici olabilirmiş demekten alamıyorum kendimi. Diğer açıdan yaşadığı hayatın da etkileşim, anlatım kabiliyeti gibi noktalarda etkin olduğunu da söyleyebiliriz sanırım. Biraz kapalı yaşam tarzı ve erken yaşta yazma girişiminin de bunda mutlaka payı var. Kendisinin de bu tatminsizliği yaşadığını düşünüyorum.
Makaleyi okudum mu hatırlamıyorum ama okumadıysam mutlaka alıp bakacağım. Teşekkürler.
Amerikan Tanrıları’ndan sonra çok sevdiğim Gaiman’ ın sevemediğim ikinci kitabı oldu.
Dili çok basit, kurgusu hem basit hem klişe. Gaiman yetişkinler için peri masalı yazmak istemiş ama bunun için birkaç şiddet ve cinsellik içeren sahne dışında hiçbir şey yapmamış. Köyün en güzel ve küstah kızına aşık olup onun için dağları delmeye kalkan maceraperest genç temasını işliyorsa en azından birkaç değişik cümle, biraz edebi bir dil beklerdim ama kitap boyunca bir tane bile göremedim.
Baş karakter yıldızı - ki kendisi de bir kız- zincirle sevdiği kıza götürerek bence açıkça köle tacirliği yapıyor ve yıldız da Stockholm Sendromu’na kapılarak bu karaktere aşık oluyor. Bu bence o kadar itici ki böyle bir temayı ancak watpadde kötü çocukları yücelten kitapları okuyan ergen kızlar sevebilirmiş gibi geliyor.
Sonuç olarak bu kitapla birlikte bir yazarı çok sevsem de her kitabın farklı olabileceğini iyice öğrenmiş oldum. Bundan sonra biraz yorum bakmadan kitap almam sanırım.
Sandman dışında Gaiman’ın pek de ciddiye alınmaması gerektiğini düşünüyorum. İsminden dolayı basılmış çok kitabı var. Eğer Gaiman okumaya romanları üzerinden devam edecekseniz, vasat dil kullanımına ve vasat hikayelerine maruz kalacaksınız maalesef.
Neil Gaiman okumamış arkadaşlarıma Sandman’i okuyup zirvede bırakmaları gerektiğini söylüyorum. Ben okumaya devam ettim, kendisinden soğumama neden oldu. Hatta Sandman bile bana orta halli bir işmiş gibi geliyor şimdi.
Neil Gaiman başyapıtının altında ezilmiyor (bence). Ne zaman Neil Gaiman adı geçse Sandman orada bitiveriyor. Sandman denildiğinde ise insanlar Neil Gaiman’ın kendi serisinin altında ezildiğini söylüyor. Neil Gaiman’ın sorunu, kendi başyapıtına yakın bir kurgu bile sunamamış olması. Sandman ile karşılaştırabileceğim başka bir kurgusu yok.
Neil Gaiman’ın Sandman dışında ciddiye alınmaması gerektiğini düşünenlerdenim. Eğer Sandman okursanız, sonrasında okuduğunuz Gaiman kurgularından keyif alabileceğinizi sanmıyorum.
Zaman zaman medyanın (televizyondaki diziler, filmler, reklamlar; soyal medya, YouTube vb.) bizi ne ölçüde ne yönde etkilediğini merak ediyordumda biraz bilgi edinmek istedim. Kitap gayet akıcı, tavsiye ederim.
Kinyas ve Kayra bitti. Daha önce bu kitabın ilk 10-15 sayfasını kütüphanede okumuştum, ama o sıralar bu hacimdeki bir kitabı okuyacak vaktim olmadığı için devamını getirmemiştim. Geçenlerde kitabı indirimde görünce almıştım, ama yine okuma fırsatı bulamamıştım. Bu hafta yazarın diğer kitaplarını %50 indirimde görünce 4 tane daha kitabını alıp öyle okumaya başladım.
Kitapta en sevdiğim şey kesinlikle yazarın üslubu ve dili oldu. Bir yandan büyüleyici, bir yandan sürükleyiciydi ama gün içinde kendisini fazla okutmuyordu. Kitabı sabah kalkar kalkmaz okumaya başlıyordum ama zihnimi zorladığı için ve aklıma sürekli bir şeyler getirdiği için her bölüm sonunda ara vermem gerekiyordu. Bu yüzden de bir günde bu kitaptan en fazla 150 sayfa okuyabildim. Normalde bunun gibi sevdiğim bir kitapta sınırları zorlardım ve 350 sayfa okurdum bir günde ama bu kitapta olmadı.
Karakterlere gelecek olursam kadın karakterler hariç hepsini beğendim, kadın karakterleri çok yüzeysel buldum. Diğer karakterlere gelecek olursam eğer, çok kısa bir rolü olmasına rağmen kitaptaki favori karakterim Alp oldu, adam gerçek bir Oblomov. Ana karakterlerden favorim ilk başlarda Kinyas’tı, Kayra’dan ise nefret ediyordum ama kitabın ortalarına geldikten sonra iki karakter hakkındaki hislerim yer değiştirdi. Yazarın kendisinin de karakter olarak yer alması güzel bir sürpriz oldu.
Konudan spoiler vermeden nasıl bahsedeceğimi bilmediğim için bahsetmeyeceğim. Tek söyleyebileceğim özgün ve etkileyiciydi.
Kurguya gelecek olursam yazarın ilk kitabı olmasından kaynaklanan bazı acemilikler vardı. Diğer kitaplarında bu konudaki açığını kapattığını düşündüğüm için üzerinde durmuyorum.
Sınavlarım yaklaştığı için yazarın diğer kitaplarını sonra okuyacağım. Büyük ihtimalle aralık aynı Hakan Günday ayı yapıp toplu bir şekilde okurum.
Maalesef kitap okumuyorum 10 gündür. Bu sürede toplasan 100 sayfa okumuşumdur.
Karamazov kardeşler’e başlamıştım ancak o da 300. Sayfada duruyor öyle.
Kitap kesinlikle sıkıcı değil, çok büyük beklentiyle de başladım ancak sanki hiç bitmeyecekmiş hissi kitabı okumama engel oluyor.
Anlamsız bir düşünce olmasına rağmen “bunu bitireceğim sürede 6-7 kitap bitirirdim” dürtüsüyle okumaktan soğudum kitabı ve bu yarım bırakmışlık diğer kitapları okumamı da engelliyor.
Derdimi seveyim…
1-1.5 ay önce Vakıf’ın ilk kitabını okuduktan sonra kitaba dair bazı beğenmediğim şeyler sonrası Zamanın Çocukları kitabının bahsi geçmişti. Ondan sonra alıp okudum ama buraya bir yorum yazmamışım dün @Abraxas ile yazar kıyaslamaya çalıştığım zaman fark ettim. Yazarın psikoloji, zooloji ve hukuk geçmişi var. Bayağı jack of all trades bir abi kendisi. Kitapta da bunu hissettiğimi söyleyebilirim. Çok süper beğendiğimi söyleyemeyeceğim ve bana bazı yerlerde eksik kalmışlık hissi verdi, daha doğrusu, anlattıklarını 600 değil 1200 sayfada daha detaylı yazsaymış ağzımdan salyalar akarak okuyacakmışım ama neticede salyasız okudum. Devam kitabı var ama ben hikayenin devamını değil de hikayenin buraya kadar gelip sonuçlanmış kısmını daha detaylı okumak isterdim demek istiyorum. Bu dediklerimden bir eksiklik olarak bahsetmiyorum keza kitap kendi içerisinde zaten oldukça detaylı çünkü sıfırdan bir ‘‘medeniyet’’ kuruluşu söz konusu ve yazar bayağı bayağı evrimden başlayıp yıldızlara uzanan bir uygarlığı adım adım bize anlatıyor. Sert bilimkurgu baharatlı, sosyal bilimkurgu soslu, ne ararsan bulacağın alternatif tarih anlatısı denilebilir mi ki, aha vallahi dedim.
Herkese önerir miyim, kimlere öneririm bilemiyorum. Biraz emek isteyen bir kitap olduğunu düşünüyorum. Kitabın ilk yarısına kadar en azından durum böyle bence. Sonradan güzel açılıyor, hızlanıyor ve çok güzel bir finalle kapağı kapattırıyor. Biraz emek veririm derseniz tavsiye ederim.
Yazarın diğer kitaplarını keşke görme şansımız olsa. Anlatım düzeyi, yazdıklarının niteliği eski ustalara taş çıkarır diye de düşünüyorum. Bence kendisi ileride türün ustaları arasında anılacak, hatta belki anılmaya başlamıştır bilmiyorum.
Sonradan aşırı sinirle gelen ek: Kitap boydan boya yazım hatası dolu. Bir karakterin ismini bir yerde Tevik bir yerde Tevfik diye çevirdikleri sayfalar süren müthiş bir bölüm var mesela. Bir sürü harf hatası, noktalama hatası var. Alfa’yla kapışır.
Ben Sandman’inde ciddiye alınmaması gerektiğini düşünüyorum. 10 kitabın yarısından fazlası yan hikaye ve öykü derlemesi. Resmen ana hikayeyi yazmayı unutmuş.
Not: Sadece ilk 6 kitabı okudum. Kitabın sonunda birbirlerine başarılı bir şekilde bağlanıyorsa farklı tabi.
Hocam Sandman’in gereksiz ve vasat bile olmayan ciltleri var. Fakat genele bakıldığında başarılı bir iş olduğunu düşünüyorum.
Mesela 10. ve 11. cilt tamamen para için yazılmış. Merhametliler sonrası devam edilmemeli.
Ve yan hikayeler tabii ki bağlanıyor. Fakat öyle müthiş bir incelik falan beklenmemeli.
Ben Sandman’i sadece çizgi roman dalında değerlendiriyorum. Öyle değerlendirildiği takdirde bir başyapıt. Çünkü kendi dalındaki öteki kahraman hikayeleri döngü içerisinde. Fakat bu onu sadece kendi alanında başarılı yapıyor.
Watchmen seviyesinde mi? Kesinlikle hayır. Watchmen, kendi türünün en üst noktası olarak nitelendirilen fantastik ve bilimkurgu romanlarla karşılaştırılabilecek kadar özel bir yapıt. Sandman’e Watchmen muamelesi yapıldığı takdirde Sandman değerini kaybedebiliyor.
Medea’yı yorumlamaya "ev"den başlamak gerek. Antik tiyatroda bir motif olarak ev; gizemli olanı, saklanan sırları, “dönen dolapları” ve en nihayetinde kadına özgü olanı simgeler. Mekanın performatif cinsiyet öncülüğünde ikiye bölünüşünün bu arkaik nüvesi, Euripides’in kolektif bilinçaltı istemötesi dökümünün merkezinde yükselir. Medea içeriden, evden seslenir o “uğursuz” sesiyle. Medea’nın hayat(lar)ı bir evden bir eve ilerler. “Baba ocağı/vatan” imli ev, “koca yanı” imli ev, aldatıldığı ev, ağıtlar yaktığı ev, terkettiği ev, yeniden doğacağı ev, asla sonu gelmeyen bir dert olarak ev. Kaçınılmaz olarak evliliğe de evrilen bu ev motifi, kadının evliliğin telosundaki yerini de sabitler. Norma uyup çocuk doğurmak, karşılıksız sadakat ve sonsuz bir sabırdır bu yeri döşeyen patriyarkal tuğlalar. Medea, tüm bu tuğlaları sarsarak Antik Yunan’dan sonsuzluğa uzanan bir “istenmeyen kadın” imajı yaratır. Çok katmanlı ve derinlikli bu nefret uyandıran imaj, içerisinde binbir maske barındırır: Öldüren cazibe, canavar anne, uslanmaz fahişe.
Euripides, Atina’lı bir erkeğin gözünden evrensel bir eril paniğin etkisi ile yaratır Medea’sını. Bu korkunç kadın, normatifi ateşe veren bu şeytan, mizojinik korkunun vücut bulmuş hali, bize Antik tiyatronun aslen patriyarkal ama “yanlışlıkla” feminist mesajlar vermesine sebep olan gizli kalmış istemsiz-satirik yönünü gösterir. Medea, devrinin çok ötesinde mesajlar içeren bir feminist manifesto olarak okunabilir elbette; ancak mizojininin bir korku pekiştireni olarak istemsizce doğan kabullerinin de bir dökümü olduğu unutulmamalıdır. Medea’nın çocuk doğurmayı savaşa gitmekle karşılaştırdığı özünde eril, göstermelik feminist tavır belki de bunun en önemli kanıtıdır. Medea mitinin Euripides yorumu en feminist anlarında bile derinlere kök salmış bir "kadın korkusu"nun ve kaçınılmaz "erkek bakışı"nın zamansız ilanıdır. Medea güçlü, vahşi, korkusuz ve sınır tanımazdır ama nihayetinde “böyle olmasının” sebebi yine "erkek"tir. Feminizmi “doyurulmamış rahimlerin çığlığı” olarak gören erkekliğin korkulu rüyası yine tüm vahşetini onlardan alır. Kendi yanında ya da kendine karşı, her şeyi kendi üzerinden tanımlayan erkekliğin eseridir Medea. Sadece kendi için var olan, özgürce dünyayı arşınlayan, yaratma kutsallığı safsatasını yok etme cesareti ile yerle bir eden olağanüstü kadınlara yapıştırılan “düzenbaz cadı” damgasını alnının ortasında kanlı bir taç gibi taşır Medea. Bir yanda ev, iç mekanlar, kapalı kapılar, güvenli limanlar, sıcak koyunlar dururken halka açık olanı, dış mekanları, kürsüleri, fırtınalı denizleri yeğleyen kadınlara anlam veremeyen eril failliğin zamansız meselesidir Medea. Durmaksızın çekiştirilen eteklerini ateşe vermeye binyıllardır devam eden bu “namussuz cadı” erkeğin en büyük kabusudur nihayetinde: Odağında kendini göremediği yalnız ve tek başına bir varoluşun dayanılmaz ağırlığı.
Homecoming serisinin ikinci kitabı Maestro, kapağından da anlaşılacağı üzere Jarlaxle merkezli bir kitap. Drizzt ile birlikte tüm Faerun’da en sevdiğim karakter olan Jarlaxle’ın yanlış bilmiyorsam merkezinde olduğu ilk kitap ve bu da çok heyecan vericiydi. Ancak, Salvatore’un plot twisti ile işler çok farklı yerlere gitti. Kitapla ilgili yazacağım çoğu şey hem bu kitap hem de ilk kitap için spoiler olabileceği için mümkün olduğunca kitap yerine kendi duygularıma yoğunlaşacağım.
Kitabı beraber okuduğumuz @Abraxas ve bu yolculuktaki rehberimiz olan @Pyrewrath’in de tahmin edebileceği üzere sevdiğim ve farklı olmasını tercih ettiğim yerler oldu. Özellikle okuma etkinliği konusunda bu konuları derinlemesine konuşup tartıştık. Üçümüzün de benzer şeylerden hoşlanması etkinliği çok keyifli hale getirdi. Beni bu serüvende yalnız bırakmadıkları için bir kez daha teşekkür ediyorum onlara.
Salvatore bize çok yeni (aslında yeni değil de yeni diyelim) ve sağlam bir karakter tanıttı, o karakterden üçümüz de çok umutluyuz. Eğer beklentilerimizi karşılarsa üçüncü favorim olabilir. Bununla birlikte epik dövüş sahneleri (ki bunlar Salvatore’un alameti farikası artık) ve Menzoberranzan’ın kaotik atmosferi keyifli kısımlardandı. Drizzt’in yol arkadaşları ise her zamanki gibi birisi hariç gayet sıkıcıydı. Bir de climax sayılabilecek bir dövüşün çok çabuk bitmesi biraz kolaya kaçmak gibi geldi başta ama sonra düşününce anladım ki Salvatore onu yapmasaydı sonucu belli bir dövüş olacaktı. Bu sebeple çok da itiraz edemiyorum.
İlk kitaptan daha iyi bir devam kitabı oldu kısacası. Drizzt ve palalarını çok özlemişim, bunu fark ettim. Üçüncü kitapla devam ediyoruz.
İlk 4 cildini okumuş biri olarak ben de yükselmedim Sandman’a.
Sürekli bir ağdalı dil, üst perdeden soyut kavramlar bunalttı açıkcası. Hele 4.cilt felaketti, atlaya atlaya bitirdim.
Devamı nasıl olacak bilmiyorum ama hayal kırıklığı benim için.
11 yaşında kendisinden yaşça büyük Tarikat Şeyhinin oğlu Bezir’le evlendirilen Derdâ ile mezarlık çocuğu Derda’nın hikayesi.
Kitap hakkında elimden geldiğince spoiler vermeden yorum yapacağım.
Daha ve Zamir hariç bütün kitaplarını okuduğum Günday’ın bana göre en sert kitabı, aynı zamanda en akıcı kitabı. Derdâ’nın hikayesi kusursuza yakındı ama ikinci bölüm biraz sorunluydu. Rastlantı iyidir ama bu kadarı da değil be! Biraz abartılı buldum.
Oğuz Atay. 20 sayfalık bir hayranlık sanarken kitabın yıldızı gibi bir şey oldu. Hayranlık iyidir ama her şeyin fazlası zarardır.
Genel olarak çok sevdiğim bir kitap oldu. Bahsettiğim sorunlar okurken rahatsız etmiyor sadece kitabı bitirip düşününce sorunlu geliyor. Hakan Günday. Okurken değişik duygular yaşatan sayılı yazarlardan biri benim için. Umarım anlatacaklarını yazmaya devam eder araya çok zaman girmeden.
Alıntılar
Burada bayağı kötü oldum.
Bir süre ayakta kalıp Derdâ’yı izledi. Üzerinde sadece iç çamaşırları olan Derdâ’yı. Titriyordu. İkisi de. O gece son kez konuştu Bezir:
“Bismillahirrahmanirrahim.”
Ve Derdâ’yı döve döve sikti. Londra’da sabah olana kadar…
O gece Londra tarihinin en uzun gecesi oldu, çünkü güneş bile doğmaya utandı. Bu yüzden, Londra’ya gelen en geç sabah, o sabahtı.
Seni az tanıyorum…Az…
Sen de fark ettin mi? Az, dediğin, küçücük bir kelime. Sadece A ve Z. Sadece iki harf. Ama aralarında koca bir alfabe var. O alfabeyle yazılmış on binlerce kelime ve yüz binlerce cümle var. Sana söylemek isteyip de yazamadığım sözler bile o iki harfin arasında. Biri başlangıç, diğeri son. Ama sanki birbirleri için yaratılmışlar. Yan yana gelip de birlikte okunmak için. Aralarındaki her harfi teker teker aşıp birbirlerine kavuşmuş gibiler. Senin ve benim gibi…
Bu yüzden, belki de, az çoktan fazladır. Belki de az, hayat ve ölüm kadardır! Belki de, seni az tanıyorum, demek, seni kendimden çok biliyorum, demektir. Bilmesem de, öğrenmek için her şeyi yaparım, demektir. Belki de az, her şey demektir. Ve belki de benim sana söyleyebileceğim tek şeydir…
Rastlantıların abartılı olması konusunda büyük ihtimalle tüm okurlar hemfikirdir. Acaba diyorum özellikle mi böyle yaptı Günday, yoksa bu kadar rastlantının abartılı olacağını bilmemesi imkansız. Hani neden böyle bir şey tercih etti (etti mi?) bilmiyorum ama ben öyle olduğunu düşünüyorum.
Alıntıların ilki beni dinlerken beynimden vurulmuşa çevirdi. Uzun süre boş boş baktım çünkü içimde naif bir ben, olayın böyle olmayacağını, Derda’nın hayatının düzeleceğini düşünüyordu. Ama Günday’ın acımasızlığı karşısında çaresiz kaldım.
Çizgili Pijamalı Çocuk’u okudum. Kitabın ana karakteri Bruno adında Alman bir çocuk. Babası Auschwitz Toplama Kampı’na komutan olarak atanıyor ve ailecek kampa taşınıyorlar. Burada Yahudilere yapılan muamelelere şahit oluyor ve çocuk aklıyla bu muameleleri anlamlandırmaya çalışıyor.
Kitabı genel olarak beğendim, ama Holokost’la yeterince haşır neşir olmamdan dolayı ve kitabın kurmaca olduğunu bilmemden dolayı (günlük veya hatıra olsaydı daha fazla etkilerdi) kitaptan yeterince etkilenmedim. Ortaokul veya lisede okurken okusaydım bende vurucu bir etki yaratabilirdi.