Konu kapanıp arşivlenince @Leingrad ın yorumuna beğeni bile atamamıştım , şu an aktif ve sorunsuz sanırım.
FANTASTES- GEORGE MACDONALD
İthaki Yayınları, Unutulmuş Fantastik Klasikler-1
Fantastik kitapları bu dünyadan kaçmak istediğim ve darlandığım zamanlar da okumayı tercih ediyorum nedense. Ve inanır mısınız daha keyifli bir yolculuk hissi veriyor böyle bir okuma süreci.
Bu seriden daha önce iki kitap okumuş ve çok beğenmiştim(Sisler İçindeki Lut- Elfdiyarı Kralı’nın Kızı). Fantastes’te hayal kırıklığına uğratmadı çünkü bu iki kitabı sevdiğim için bir beklenti hissiyle başlamıştım. Ruh halime en yakın bulduğum fantastik klasik oldu nedeni ise Anodos adlı kahramanın gerçek dünyadan çok uzak ve farklı olan periler diyarında çıktığı karmaşık yolculuktu. Anodos ismi Yunancada “yolu olmayan” ve “tırmanış” anlamına geliyormuş bu arada. (Arka kapak bilgisi)
Ruhuma neden hitap ettiği biraz derinlerde kaldı onu yüzeye çıkarmam gerekirse; Anodos’un başına gelmeyen kalmadı çünkü Kahraman düşe kalka ve bir yerlere tutunmaya çalışarak ilerlediği için kendimden bir parça okuyormuş gibi hissettim.
Kurgu içinde “tek bir olay”olmaması da hoşuma gitti. Kitap içinde kitap gibi olmuş; Anodos sayesinde bir sürü masal, efsane ve şarkılar okumuş oldum. Karmaşık olsada sayfaların içinde kayboldum. Periler diyarına girmek için çabalayınca meyvelerini alıyorsunuz
Fantastik edebiyatın ilklerinden sayılan ve Tolkien’e ilham olan bu kitabı sevdim; herkesten ve kendinizden kaçmak istediğiniz zamanlarda okunursa mutlu etme yüzdesi yükseklere çıkıyor.
Puanım: 9/10
Bir Şapka Bir Tabanca - Celil Oker
Algan Sezgintüredi’nin, kitabında Oker ve Özel Dedektif Remzi Ünal’a selam çakması ile bir süredir ara vermiş olduğum Oker okumalarıma geri dönme kararı almıştım. Serinin 6. kitabı olan Bir Şapka Bir Tabanca’yı her zaman olduğu gibi dinledim. Gürsü Gür en iyilerinden olmasa da beğendiğim seslendirenlerden, o yüzden seslendirmeyle ilgili bir sıkıtı yaşamadım.
Tek başına yaşayan babası öldükten sonra eşyalarının arasında bir şapka ve bir tabanca bulan oğlu, babasının bu tabancayı neden bulundurduğunu araştırması için Remzi Ünal’ı tutar. Kitabın ismi de zaten bu iki objeden geliyor. Genel olarak Oker’in belirgin bir tarzı var. Araştır, soruştur, delilleri topla ve herkesi odaya dikip olan biteni açıkla şeklinde ilerliyor olaylar. Bu kitapta da farklı bir şey yoktu ancak konusu benim pek ilgimi çekmedi bu kez. İlgimi çekmeyince de kendimi hikayenin akışına pek kaptıramadım açıkçası. Sıkılmadım ama Oker’den daha iyilerini dinlediğim için favorilerim arasına giremedi bu kez maalesef.
Bir de eğer Oker okumayı düşünüyorsanız, kronolojik gitmenizi bir kez daha tavsiye ederim. Hem bazı karakterlerin hikayeleri devam ediyor hem de geçmiş kitaplara atıflar olduğu için spoiler durumları az da olsa söz konusu olabiliyor.
Katilin Meselesi - Algan Sezgintüredi
Sezgintüredi’den dinlediğim ikinci kitap oldu. Serhat Yiğit fena seslendirmemiş, beğendiğim açıkçası. Araya başka kitaplar da koyduğum için seslendiren değişikliği de minimum etkiledi. Yine de keşke başladığı gibi gidebilse diye düşünüyorum her seferinde.
Bu kez Vedat, asker arkadaşı Davut’un daveti ile bir olayı incelemek için adını hatırlayamadığım bir tatil beldesine gidiyor. Burada Hamlet’tekine çok benzer olaylar yaşanıyor. Ben tabii Hamlet’i okumadığım için kitabı dinlerken spoiler yedim ama dün okuduğunu bugün unutan hafızam sebebiyle şu anda kitabı okumamış gibi yepyeni durumdayım. Ancak sizin hafızanız kuvvetliyse ve Hamlet’i de okumak istiyorsanız önceliği Hamlet’e vermekte fayda olduğunu düşünüyorum. Konumuza dönersek, Vedat bu tatil beldesinde hem yaşanan Hamletvari gariplikleri hem de gizli saklı oyunları ortaya çıkarmak için hemen çalışmalara başlar. Yalnız, yeni evlendiği için yanında Tefo bu kez yoktur, tek tabanca takılması gerekmektedir.
Başta pek ısınamadım kitaba. Yazın olarak ilk kitap gibiydi, yani Vedat’ın hatıra defteri gibi. O tarzı çok sevdiğim için hiç problem yaşamadım ama hikaye başta yavan geldi bana nedense. Belki Tefo sadece telefonla katıldığı içindir, bilemiyorum. Ancak, kitabın ortalarını geçtikten sonra yaşanan üzücü bir olay beni fena etkiledi. Ayrıca kitaplarında daha fazla görmek istediğim Hasan da olaya dahil olunca, o ana kadar 6-7 bandında ilerleyen kitap, birdenbire 8-9 puanlara yükseldi ve öyle de devam etti. Yukarıda bahsetmiştim, ben kitapların içindekileri unuturum ama bana hissettirdiklerini uzunca bir süre içimde taşırım. Bu kitabın da ikinci yarısı o kadar güzeldi ki, o aldığım tadı hala hissedebiliyorum.
Sezgintüredi yazım stili olarak beni çok etkiliyor. Okurken hem çok keyif alıp güzel vakit geçiriyorum hem de (çok sık olmasa da) hikayenin içinde akıp gidiyorum. Ne olacak diye merak etmediğim neredeyse hiçbir an olmuyor. Elbette aynı etkiyi başkasına yapmayabilir ama yine de bana kalırsa okuyucuyu her daim kitabın içinde tutmayı başarmak bir yazar için çok zor (aynı zamanda gurur verici) olsa gerek. O yüzden, bu sene tanıştığı en etkileyici yazarlardan birisi olacağını (belki de çoktan olduğunu) söylemek istiyorum. O yüzden de en azından ilk kitabı denemenizi tavsiye ediyorum.
Cimri - Moliere
Seslendirmesi yorumlarda çok methedilince dinlemek istedim. Yorumlar çok haklıymış, seslendirmedeki bir iki kişi hariç aşırı keyifli bir dinletiydi. Hatta sesli kitaptan ziyade radyo tiyatrosou olmuş resmen. Çok severek ve keyif alarak dinledim (özellikle Cimri ve oğlu enfesti).
Moliere, Cimri eserinde okuru/izleri/dinleyeni güldürüyor ama neredeyse 400 yıl önce yazdığı bir tiplemenin şu anda da birebir karşılığını görebilmek insanoğlunun 400 yıldır bir arpa boyu yol alamadığının kanıtı gibi aslında. Paraya tapan, onu her şeyin önüne koyan birisinin eminim ki bir kopyası sizin de hayatınızda vardır (ya da şahit olmuşsunuzdur). Yazıldığı dönemin burjuvasını eleştirdiğine dair bazı yorumlar okumuştum. Moliere’in öyle bir niyeti var mıydı bilmiyorum ama cimri karakterinin yaklaşık 400 yıldır değişmediğini, hatta 1000 yıl geçse de değişmeyeceğini düşünürsek Cimri’nin evrensel bir cimri olduğunu kolaylıkla söyleyebiliriz sanırım.
Okumak isteyenlere Storytel seslendirmesini dinlemelerini şiddetle tavsiye ediyorum. Kısacık bir eser zaten, deneme süresinde bile rahatlıkla dinleyebilirsiniz.
Halil İnalcık - Atatürk ve Demokratik Türkiye bitti.
Rahmetli Halil İnalcık’ ın Atatürk, devrimler, inkılaplar, modernleşen veya modernleşmeye çalışan Türkiye’ nin iç ve dış sorunları, cumhuriyet ve tüm bunların fikri ve tarihi arka planlarını sizi çok sıkmadan anlatan güzel bir kitabı.
Benim de çok güldüğüm bir eserdi.
Cimri kadar sevmesem de hastalık hastasını da tavsiye ederim.
On altıncı yüzyıl İspanyasını anlatan anonim bir kitap. Neden anonim olduğunu okuyunca anlıyorsunuz. Ayrıca kitap bir dönem kilise tarafından yasaklanmış.
Savaşlar, devlet adamlarının akılcı olmayan politikaları nedeniyle ekonomisi çökmüş bir İspanya var. Açlık ve sefalet hakim. Sonrasında tüm bunlar ahlaki bir çöküntüyü de getirmiş. İşte bu dönemde pikaresk roman ortaya çıkmış. Tormesli Lazarillo bu türün ilk örneği.
Kitapta toplumun aksayan yönleri gerçekçi ve akıcı üslupla anlatılıyor. Ana karakterin çocukluğundan yetişkinliğine dek yaşadığı maceraları görüyoruz. Aslında hepsi hayatta kalmak adına yaptığı kurnazlıklar. Katolik kilisesine ve din adamlarına yapılan eleştiriler güzeldi.
Puanım: 10/10
Cüce - Leyla Erbil
Leyla Erbil, Zenîme Hanım’ın hikâyesini anlatır bize Cüce’de, "terk etmeyip seven"lerden oluşan kalabalıklar arasında yalnız kalmayı tercih eden bir kadın. “Leyla, yazın adamı değil, kadınıyım ben anlayacaksın tümünü okuduğunda.” diye kendini azarlattırdığı Zenîme’sinin kaleydoskopik bir portresini sunar Erbil. Zenîme hanım başlı başına bir romandır haddizâtında: Erguvan rengi elbiseleri içinde Portugalya imparatoriçesi edasıyla salınan, yüzünde Coly pudrası, boynunda Cuir de Russie parfümü ile Amerika’larda üç kuşağa “İslam’da Hümanizma” dersi veren ama ülkesinde Madımak’tan yükselen dumanları görünce kendinden utanan bir asılsız kimliktir o.
Erbil kendini bir yaratıcı yazar anlatıcı olarak konumlar Cüce’de ki, anlatabilsin bu daktilosu ağzı açık bekleyen kadının hikâyesini. Bunu yaparken dili de biçimi de, hem anlatısal hem görsel olarak, eğip büker. Zenîme Hanım’ın sesi Calibri, iç dünyası Handwriting, Erbîl’in kendisi Times New Roman puntosunda biçimlendirilir, bir de üstüne Mustafa Horasan’ın resimleri eklenince Cüce bir biçim-bükücü metaromana dönüşür. Erbil metaromanının eklemini göstergeler ile kurar: Ev ve bahçe, güvenli alan ve geçiş yeridir. Dışarıda roman boyu bir sis vardır; “dinlene dinlene ilerleyen”, "beyaz-mavi-mor duman bukleleri"nden oluşan, büyük harfle stilize edilmiş SİS, bilinmezliktir. Sisin ortasından bir Cüce çıkar, Velázquez’in Nedimeler’inin Menipo’su, ataerkin kibrinin, medyanın baskısının simgesi; Zenîme’ye o cinsel organlaştırılan gür kara saçlarını örttüren korkunun ta kendisidir. Ve elbette ayna, Zenîme’nin temel derdi kimlik ve yabancılaşmanın temsilidir.
Son tahlilde Cüce, kişisel bir roman deneyimidir. Erbil, “kendi eziyetine katlanabilecek” okurlar ya da Zenîme hanımın deyimiyle "kollayacağı birkaç kişi"yi arar. İçinden çıktığı çirkeften leke almadan gezemeyen, bekleyişin süslü imparatorluğundan, kadın olmanın ürperik ağırlığından aldığı nefes ile üflemektedir yaratısına. Batılının Bulantı’sına benzemeyen Doğulu bir yarıktır Cüce. Karıncaların, ezan seslerinin ve parasızlığın ortasında hoşnutluk dolu sırıtmaların yakıp kavurduğu bir yürek yarığı.
Aç Gözünü Artık Yaşamıyorsun - Olga Tokarczuk (Çeviren: Neşe Taluy Yüce)
Hayal gücünün gerçeği tükettiği, hayal edilenin artık “olamadığı” bir dünyadan, bir başka deyişle “gerçeğin bekleme odasından” hikâyeler anlatıyor Tokarczuk Aç Gözünü Artık Yaşamıyorsun’da. 2002 tarihinde Polonya’da, seçkideki bir başka öyküden aldığı isimle, Gra na wielu bębenkach (Farklı Davulları Çalmak) olarak yayınlanan öykü derlemesi dilimize Lehçe aslından Neşe Taluy Yüce imzasıyla kazandırılmış, kıymeti bilinmemiş bir güzellik. Tokarczuk’un hem gözlenen hem gözlemci konumunda durarak yarattığı hikâyeler, sonsuz olamayışların ülkesindeki sonsuz olasılıkların bir dökümüdür. Her hikâye farklı bir evren dilimidir: Farklı zaman ve mekanları kurgusal aynalarla kesiştireren polisiye üzerine bir polisiye olarak “Aç Gözünü Artık Yaşamıyorsun”; her otokurmacadaki yalan payının belirdiği, Doğu ve Batı ortasında kalıveriş “İskoçya’da Bir Ay”; sürekli aç olan tanrılar ve kendilerine seçtikleri yeni kurbanlardan yalnızca birinin sürgünü üzerine bir akıl yarılması “Ada”, büyülü gerçekçi ve dairesel formda bir yeniden tarih yazımı “Bardo, Kutsal Ahır” ve tam olmak için bir şeylere bakmak zorunda olan erilliklere ve bakılan olarak kadına dair bir masal “Dünyanın En Çirkin Kadını” örneğin. Her biri Tokarczuk’un ırk, sınıf ve cinsiyet temelli arada kalmışlıklarından damıttığı anıların çarpık kopyaları olan bu hikâyelerde her şeyin tren garında başlayıp bittiği şehirlerde illüzyon delüzyona delüzyon illüzyona dönüşürken; zamanla gerçeği sıradanlığa terk edip ufak öyküleri mitleştirmeyi bırakan, artık ilginç rüyalar görmeyen aşıklar konuk olur satır aralarına. Baskın rengin kirli beyaz olduğu orta sınıf çaresizliklerinin ortasında "bir zaman olanların asla yinelenmezliği"ne dair kara kahkaha nöbetleri tutulur Tokarczuk tekinsizce. Bitmek bilmeyen sonbaharlar, tozlu kalorifer petekleri, kaburgalarına sıkışıp kalmış kadınlar, suyu elekten geçiren erkekler ile bir postapokalips provasıdır karşımızda duran. Tokarczuk’un cinsiyeti tanımlaması -Tanrı’nın hatası olan ve dünyanın eteklerindekiler tarafındaki görgüsüzlerce beslenen bayağı ve kaba ayrım-aslında yazınının da temellerinde yatana işaret eder. Sınırsız, değişken, akan ve kaygan bir edebiyatın meyveleri.
Koleksiyoncu – John Fowles
Koleksiyoncu yazarın ilk kitabıymış. Bu biraz şaşırtıcı bana göre. Çünkü yazarın anlatımı son derece güçlü, gerçekçi ve sürükleyiciydi. Okurken gerildim, biraz rahatsızlık da duydum.
Kitapta olaylar iki farklı bakış açısıyla işleniyor. İlk kısımda koleksiyoncu var. Silik, gölgelerde kalan bir tip. Diğer karakter güçlü ve zeki. Yani iki karakter arasında sonsuz bir uçurum var diyebilirim. İkinci kısımda olayları bambaşka bir açıdan görüyoruz. İkinci karakterin bakış açısından. Hem şimdide hem de anılarda geziniliyor. Hatta daha çok anılarda. Bu kısım ilkine göre pek akıcı değildi ama tabiki bu kötü demek değil. Sonunu şaşırtıcı bulmuştum ama şaşırmamam gerekirdi herhalde.
ekleme: Bu kitapta Shakespeare’in Fırtınası’na göndermeler yapılıyordu. Karakterlerden birinin adı hatta doğrudan oradan geliyor. Miranda. Okumadan önce Fırtına’yı okursanız daha iyi olur.
Tek günde 300 sayfa okutan bir eser.Soluksuz 300 sayfa okuduğumda bakmayın kafama taktığım kitapları hızlı okuyabiliyorum. Her neyse incelemeye gelecek olursak kitap 3 bölüme ayrılmış bu üç pov arasında Glokta kısımları kuşkusuz en beğendiğim bölümler oldu. İlk kitap giriş, evreni tanıma ve kahramanların yolculuğa çıkış kitabıydı. Bu kitap ise bizi doğrudan tabiri caizse cepheye sürüyor ve maceralara atılıyoruz. Bazı kısımlarda klişeye kaçılmış ve sıkıcı olsa da yine de kitap etkileyici bir hikaye ve karakterler sunuyor. Beklentim ilk kitapta öyle artmıştı ki bu kitapta baya hayal kırıklığına uğradım yine de Centilmen P*çlerin 2.kitabında ki gibi bir hayal kırıklığı değildi. Abercrombie ilk kitabın üstüne koymuş ve hikayeyi güzel devam ettirmiş yine de aşırı beklenti kurmayın. Sanırım bir-iki hafta başka kitaplar okuyup daha sonra 3. kitaba devam edeceğim. Umarım ithaki bu evrenin devam kitaplarını basar. Seriyi bitirince daha derli toplu bir inceleme yazarım diye düşünüyorum o zamana kadar kendinize iyi bakın.
Ben ikinci kitabı daha çok sevmiştim. Belki Sand Dan Glokta yüzündendir. Kendisi bu kitapla birlikte okumaktan en fazla keyif aldığım karakterlerden biri oldu. Raistlin ilk göz ağrım olmasa nickimi Sand Dan Glokta olarak değiştirirdim. Dileğinize de kesinlikle katılıyorum, umarım Abercrombie’nin yazdığı her şeyi dilimizde de okuma şansı buluruz.
Ben bu kitabı yarım bırakıp seriye veda ettim.
Bende sevdim zaten günde 300 sayfayı sevmediğim bir kitapta yapmam imkansız. Not olarak eklemeyi unutmuşum kitap çok iyi ancak ben beklentiyi çok yükselttiğim için bana hayal kırıklığı yaşattı. Ek olarak centilmen p.ç’i 1 yılı aşkın süre önce okudum ve hala 3. kitabı okumadım. Bende kısmen veda etmiş gibiyim ancak bir ara 3. kitabı okuyacağım umarım 2. kitabı toparlayabilir. Bu arada ejderha mızrağına başlayacağım bir ara bir arkadaşım ilk önce raistlin tarihçelerini okuyup seriye devam etmişti. Sence klasik sıra ile mi okumalıyım yoksa raistlin tarihçelerini önce okuyup mu devam etmeliyim?
Yılanı Öldürseler - Yaşar Kemal
Yaşar Kemal’den okuduğum ikinci kitap. Okurken öfkelendim, üzüldüm. Ama yine de devam ettim. Küçücük bir çocuk olan Hasan’ın, babasının intikamını almaya zorlanması işleniyor. Akrabaları, köylüleri ona müthiş baskı uyguluyor. Yalanlarla, türlü türlü şeylerle Hasan’ın aklını çelmeye ve ona cinayet işletmeye çalışıyorlar. Hasan da ne yapsın, tüm bunların arasında bocalıyor…
Okurken birazcık eski Türk filmi izlemişim gibi geldi. Namus cinayeti, ağalık, töreler vs. derken hepsinin ne kadar saçma olduğunun bir göstergesi oldu sadece. Bazen de zaman geçişleri karışıktı. Onun dışında bir yerden sonra neler olacağını ister istemez anlıyorsunuz. Uzun bir kitap olsaydı okumazdım. Bu kısa kitapta bile aşırı toplumsal baskı ve tekrara düşen sözler vardı ki bu biraz bunaltıcıydı.
Kesinlikle ilk iki üçlemeyi okuduktan sonra Raistlin Tarihçelerini okuyun.