Geçen ay katıldığım öykü seçkisinde (Zaman Büyücüsü) kullandığım zaman büyücüsünün de kurguya dahil olduğu bir roman projem var. Ağır aksak da olsa üzerinde çalıştığım kitabın giriş bölümünü, siz değerli üyelerden çekinmeyerek, aynı açık yüreklilikle yapılacak eleştirilere gönlümü açaraktan paylaşmak istiyorum. Her türlü düzelti, öneri ve eleştiri başım üstüne.
Giriş
Karanlığın kıskandığı, aydınlığın ise bayağı bulduğu bir alacakaranlık vardı. Alacakaranlık, her şeyden birer parça almıştı. Biraz günah, biraz sevap; biraz iyilik, biraz ise kötülük… Yani tam da insanoğlu gibi, tüm kirlenmişlik ve arınmışlığıyla doğanın bütün zıtlıklarından sentezlenmiş kıskanılası bir havası vardı.
Küçüklü büyüklü sayısız ağaç adeta hazine muhafızlığına soyunmuş gibi neredeyse aralıksız yerleşmişti. Toprağı bu kadar bencilce sahiplenmeleri yetmezmiş gibi uzun yıllardır huysuzca silkinerek döktükleri yapraklarıyla yüzeyde kalın bir örtü oluşturmuşlardı. Bunca kalabalık içinde doğanın sessizliğini bozan şüphelileri görmenin tek yolu tepeden bakmaktı. Nitekim çıkardıkları gürültüyle kendilerini gizleme zahmetinde bile bulunmayan iki adam için de bu geçerliydi. Kafalarına pek de sıkı geçirmedikleri kukuletalarını fark etmek için, utangaç gölgelerini takip etmek gerekiyordu.
Bahar aylarında, yani doğanın tüm sevgisini ve cömertliğini sergilediği böylesine bir zamanda, böyle elbiselerle dolaşmanın gereği, pekâlâ birilerinden gizlenmek ya da alacakaranlığın henüz yeşeren gizemine ayak uydurmaya çalışmak da olabilirdi. Hangi sebeple olursa olsun bir parça kırışıklığı saklamak adına, alacakaranlık kadar başarılı olduğu aşikârdı.
Biraz uzakta, sanki çalılıklar yeterince rahatsız edilmemiş gibi, o garip elbiseyi dikkatsizde giymiş bir adam daha, tüm savrukluğuyla yürüyerek ilerliyordu. Elinde taşıdığı şey son derece sessiz bir bebekti. Adımları, engebeli orman zemini için fazlasıyla uyumsuzdu. Ara sıra tökezliyor ancak ellerinden kayıp düşeceği sırada bebeği yeniden kavrıyordu. Kronik bir sakar değilse, bir yere yetişmek için acele ediyor olmalıydı.
Adamın dikkatsiz adımlarından rahatsız olan tek şey, hafifçe esen rüzgâra sırtını dayayıp yemyeşil yapraklarını titreten çalılar değildi. Dağın eteğindeki mağaranın önünde bekleyen kukuletalı adamlardan birisi kafasını sallayarak söylendi. Olabildiğince ağır konuşuyor, sesi derinden ve boğuk geliyordu. Sözcükler dudağını öylesine isteksizce terk ediyordu ki sanki anlaşmanın başka yolunu biliyor olsa soluk dudaklarını birbirinden hiç ayırmayacak gibi duruyordu. Ödünç aldığı nefesi geri vermek hususunda ise fazlasıyla tutumluydu. “Henüz karanlık çökmedi.” diyerek duraksadı. Zoraki bir tıslamayla devam etti. “Daha yavaş olabilirsin. Ufaklığı incitmek istemeyiz.”
Daha şimdi birkaç söz sarf etmiş olan adamın yanında dikilen kişi ise taştan yontulmuş bir heykel olmadığını belli etmek istermiş gibi ara ara kımıldıyordu. Bebeği taşıyan adam, mağaranın önüne doğru iyice yaklaştıktan sonra boğuk sesli olanı yine söze girmeye yeltendi. Doğanın ve yanındaki adamın sessizliği göz önüne alındığında civardaki en geveze canlı oydu. Kuşlardan böceklere varana dek herkes son derece suskundu. Suskunluğun; saygı, korku ya da dehşet gibi birbirinden farklı birçok sebebi olabilirdi. Lakin hüküm sürmekte olan ürkütücü sessizliğin sebebi bunlardan hiçbiri değildi.
“Umarım pek gürültülü olmamıştır.”dedi başını hafifçe kaldırarak. Sanki bu sözde genç bedeni ele geçirmiş bunak ruh, zamanın adaletli sirayetinden kurtulup, geri kalan ömrünü suskunlukla geçirerek inzivaya çekilmek istiyor gibiydi. Bu uzunlukta bir cümle kurmak bile onun için surat ekşitici olabilirdi.
Bebeği taşıyan adam onu usulca yere bıraktı. “En az şimdi olduğu kadar sessizdi.”
“Özellikle hayati bir iş üstündeysek sessizliğin dozunu önemsediğimi iyi biliyorsun.” Her ne kadar uzun cümleler kurmaya başladıysa da arada bıraktığı boşluklara kısa hikâyeler ya da birkaç cümle daha sıkışabilirdi.
Adam sadece evet anlamına gelecek şekilde başını salladı. Sessizliğin önemine henüz vurgu yapılmışken, söyleneni konuşarak onaylaması ahmaklık olurdu. Nitekim uzun süredir yanında dikilen adamın da yaptıkları bundan fazlası değildi.
Yavaş konuşan adam eğilip bebeği kavradı. Eğilmek ve kalkmak konusunda, konuşkanlığında olduğu kadar tembel değildi, hatta fazlasıyla çevik bile sayılabilirdi. Hareketleri nispeten genç biri olduğu gerçeğini alacakaranlıkta dahi ortaya koyabildiğine göre konuşmasındaki ağırsamanın sebebinin kütürdeyen çenesi olmadığı açıktı.
Adam yeni aldığı bir eşyayı tanımak istermiş gibi bebeğin tüm hatlarını, hiçbir noktayı ıskalamadan inceliyordu. Dokunuşları hayranlık uyandırıcı ya da sevecen değildi. Nefes verirken gülecekmiş gibi kesik bir ses çıkardı. “Kendi malımı kullanırken ne zamandan beri başkasına soruyorum? Seni o aymazlardan zor kurtardık. Özellikle baban çok direndi.” Bebeği okşamaya ve elinde çevirmeye devam ediyordu. Birden hiddetlenir gibi oldu. Şimdilik duygularını belli eden tek şey kesik kesik gelen nefes verişinin içine garip ıslık sesleri ve tıslamalardı. Üstelik şaşırtıcı şekilde heyecanlanmış ve konuşmaları hızlanmıştı.
Yanındaki iki kişi ya konuşmaları onaylıyor ya da kayıtsızlıklarını koruyarak söylenenlere eşlik ediyordu. Hiddet ve sevinç arasında gidip gelen dalgalanmalara müdahil olmamak konusunda hemfikir gibiydiler.
“Ne yazık ki kraliyet soyundan olanlar da yanılabiliyor. Baban bir acemi mi? Hayır, hayır.” Gülümsedi. “Onca yaşına rağmen, çocuk sahibi olduğunda onun artık hükümdarın-“ Duraksadı. Heybetli bedenine sinsice ilişen kamburunu düzeltti. “Benim malım olduğunu hâlâ kavrayamamış. Bunun için babana daha fazla mı süre vermeliydik?” Biraz durduktan sonra kendi sorusunu kendisi yanıtladı. “Hayır, ufaklık. Bu haksızlık olurdu. Halkar’a yeterince tolerans tanıdık. Hatta herkesten daha fazlasını…” Ellerini bebeğin seyrek saçlarında gezdirdi. “Benim olmaktan hoşnutsun, öyle değil mi?” Bebek tepki vermeksizin boşluğa baktı. Bu durum, kendini hükümdar olarak niteleyen, yanındakilere göre geveze sayılabilecek adamın lisanında evet anlamına geliyor olsa gerekti. “Ben de öyle düşünmüştüm.”
Mağaranın girişinde küçük engebeler ve duvarlarında özenle yerleştirilmiş, hepsi birbirinden benzersiz görünen granit taşlar vardı. Neredeyse bütün taşların burnu aynı hizadaydı. Tüm kenarlar nehrin şefkatli kollarında zamanın sabrıyla yuvarlatılmış gibiydi. Bazı yerlerde gelişigüzel araya sıkıştırılmış izlenimi verenler ise nizamı bozan birer isyancıdan çok benzersizliği süslemek adına oraya kondurulmuş gibiydi. Girişteki mimarinin tatlı çarpıklığı insan elinin buraya sirayet ettiğinin şüphesiz bir ispatı niteliğindeydi.
Hükümdar, elindeki bebekle mağaraya doğru yöneldi. Diğerlerinin onu takip etmesi için herhangi bir işaret vermesine ya da imada bulunmasına gerek yoktu. Zira omurgasına bağlı bir kuyruk gibi uyum içerisinde onun adımlarını takip ediyorlardı.
Mağaranın nemli ve yosunlu zeminine ayak bastılar. Açık renkli ve yapışkan olan bu yosunlar ışık konusunda oldukça kanaatkâr olmalıydılar. Çok değil, birkaç metre ötede sağlı sollu iki tane karaltı duruyordu. Mağaranın soğuk sureti rüzgâr estiğinde daha da ürkütücü oluyordu. Alacakaranlık, bütünüyle karanlığa teslim olmaya başlamışken karaltıların birer heykel olduğunun fark edilmesi çok uzun sürmedi. İçeridekiler muhtemelen daha iyi görebilmek için başlıklarını çıkarmışlardı. Yalnız yine de suratları seçilmiyordu.
Hükümdar, bebeği, onu getiren kişinin kollarına bıraktı. Taş bedenlere dokunmaya, parmaklarıyla yoklamaya başladı. “Nihayet buluşabildik.” Sağdaki heykelin elinde, iki tarafında koç boynuzuna benzeyen helezonlar halinde izler bulunan bir fener lambası vardı. Soldakinin elinde ise kalın ipe bağlı, sağ yukarıya hareketi yarım kalmış bir sarkaç vardı. Eşyalar da heykellerin uzantısı şeklinde donuktu. Muhtemelen gri taştan yapılmaydı. Her an hareket edeceklermiş gibi görünmeleri taştan yapıldıkları gerçeğini değiştirmiyordu.
Hükümdar heykelleri baştan aşağıya incelerken elinde bebek tutmayan üçüncü kişi mağaranın daha içerilerine gidip, yanında yürümeye daha yeni güç yetirebildiği her halinden belli olan iki çocuk ve kucağında bir bebek ile döndü.
Yeni gelenler de en az çalılıkların içinden gelen bebek kadar kayıtsız duruyordu. Bu halleri kudretli bir tılsımın esiri olduklarının ya da şaşırtıcı şekilde işbirliği kurmak konusunda istekli oluşlarının göstergesiydi.
Zifiri karanlık, alacakaranlık gibi değildi. Güzele de, çirkine davrandığı gibi davranır, her şeyi göz önünden silerdi. Hükümdar dört bebeği bir arada görünce mutlu olmuştu. En azından, karanlığın hükmü geçerli iken böyle yorumlamakta bir sakınca yoktu.
Kollarını çemredi. Her ne yapmayı planlıyor ise olağandan daha aceleci olduğu her halinden belliydi. Derin derin nefes alıyor, gözlerini kapayıp açarak silkinip, titriyordu. Elleri yaldızlı bir parlaklıkla ışıldamaya başladı. Işığın şiddeti oldukça azdı ama titredikçe giderek artıyordu. Işık damarlarından akarak yavaş yavaş parmak uçlarına doğru toplanıyordu. Başparmağını, serçe parmağından başlayarak sırayla, işaret parmağında sonlanacak şekilde diğer parmaklarına sürtüyordu. Bu hareketi kesintisiz şekilde yaptığında sarımtırak ışık, parmağının ucundan dışarıya taşıyordu.
Sağdaki heykelin boşta kalan eline doğru yanaştı. Parmak uçlarından akan sıvıyı damla damla olacak şekilde eline dökmeye başladı. Her damlada vücudundan bir şey eksiliyor, bir parçasını kaybediyor gibi daha şiddetle sarsılıyordu. Heykel çok geçmeden hareketlenmeye başladı. Parmakları kımıldamaya başladı. Hareketler yavaş ama istikrarlıydı. Karanlıkta fark edilecek kadar büyük bir kımıldama olmasa bile taştan parçaların birbirine sürtünme sesleri duyulabiliyordu.
Soldaki heykelin yanına vardığında, bebeklerin iki heykelin ortasına getirilmesini işaret etti. Beklendiği gibi itiraz etmeksizin ortaya getirildiler. Hükümdar histerik halini bozmaksızın diğer heykelin yanına geçti. Aynı şeyleri yine yaptı. Parmak uçlarından süzülen ışık damlalarını, heykelin boşta duran sol eline damlattı. Çok geçmeden o da kımıldanmaya başladı.
“Bunu bir kez daha yapmak için belki de seneler beklememiz gerek. Hayatları tekrar çekilmeden önce acele etmeliyiz.” Sarkaç ve fener lambası sallanmaya başlamıştı. İçeride tarifi zor bir enerji kümesi dalgalar halinde yayılıyordu. Az önce tamamen taş olan heykeller an itibariyle, tam olmasa da canlıydı.
Enerji dalgaları gittikçe ortada yoğunlaşıyordu. Bu umulmadık gücün boyunduruğu altında bebeklerin kayıtsızlığının yanına bir parça şaşkınlık ve biraz tedirginlik eklenmişti. Nitekim bu büyük ve eşine az rastlanır büyü karşısında direnç gösterebilmek imkânsızdı. Heykeller iyice canlanıp boyunlarını kımıldatmaya başladıklarında bebekler yok olmanın eşiğine gelmişti. Bedenleri görünmezlikle varsanı arasında deviniyordu. Canlanan heykeller enerjilerini yitirdikçe tekrar taşlaşmaya başladı. Sarkaç ve fener lambası tamamen durduğunda bebekler çoktan yok olmuştu.
“Güle güle ölümsüzlük umutlarım… Görüşmek üzere.”