Kadınlar, Rüyalar, Ejderhalar

Merhaba,

Forumdan bir grup arkadaşımla daha önce Ursula Le Guin’n Kadınlar Rüyalar Ejderhalar adıyla derlenen denemelerini okumuş, üzerinde uzun uzun konuşmuştuk. Epey keyifli ve geliştiren bir süreçti. Buna devam etmeye karar verdik. Hatta bunu neden burada herkese açık olarak yapmayalım, farklı fikirleri duymak daha besleyici olabilir diye düşündük. Veee işte buradayız. Bize katılırsanız mutlu oluruz.

Okuyacağımız ilk deneme Balıkçı Kadının Kızı. Tartışma başlangıcı 26 Ağustos. Görüşmek üzere.

17 Beğeni

Gerçekten beni heyecanlandıran bir başlık. Forumun tartışma kültürüne de katkı sağlayacağını düşünüyorum. 26 Ağustos’ta görüşmek üzere. :cherry_blossom:

10 Beğeni

Denemeyi uzun süre önce okumuştum. Bazı ayrıntılarını ve yaptığı önemli vurguları unutmuşum. Hafızam tazelenmişken, canlanan fikirlerimin bir kısmı kabaca şöyle:

Denemenin odağı,..

iş hayatındaki kadınların ara ara önüne sunulan "ya kariyer ya aile"yi çağrıştıran, iki şıktan sadece birisi olabilir kısıtlamacılığının kadın sanatçılara özel bir versiyonu üzerine. Örneklerdeki gibi, yazarlığı meslek edinen kadınlara dolaylı veya dolaysız biçimde yansıtılan “ya kitabın olur ya çocuğun” mitinin üzerine gidiliyor.

Le Guin’in sonlara doğru durumu özetlerken değindiği gibi, bu deneme “her şeyi zorlanmadan yapan süper kadın” manifestosu değil. Sanat ile deneyim, deneyim ile hayat arasındaki ilişkileri bütüncül biçimde sıraya koyarak, ideal sanatçı nasıl üretebilir mitlerine alternatif ve daha kapsayıcı bir bakış açısı getiriyor.

Sanatçı ve sanatını üretme biçimi, kendini hayattan soyutlayan şahsiyet ve hayatından fedakârlıklarda bulunarak gerçekleşebilen eyleme benzetilir. Bu tabloda, hayattan kopabildiği müddetçe harikalar gerçekleştirebilen bir sanatçı tanımı oluşuyor.

Le Guin’in yorumlarından çıkan sanatçı ve üretim eylemindeyse, o tablodaki “soyutlanmak” ve “fedakârlık” kelimelerinin içeriği kapsam genişlemesine uğruyor. Hayat deneyimlerdir. Sanatçının sanatı hayattan beslenir. Bu sebeple deneyim önemlidir. Bu bağlamda, sanatçı deneyimleriyle ve bazen deneyimlerine rağmen sanatını icra etmek adınavhayatla mücadele edebilendir. Bu mücadele her zaman büyük engeller, dış baskılara verilmez; aslında mücadele edinilen bir şey olduğunu bile fark etmeyebilir insan. Yaşarkenki bilinçli tercihlerimiz, gündelik hayatın akışı ve bunlarla ilişkili, rutinleşebilen veya olasılık dahilinde beklenen, görünür veya görünmez meselecikler bütünüyle hep bir mücadele içerisindeyizdir zaten. Hayatımızı, mu mücadelelerle bağlantılı deneyimlerimizle tecrübe ederiz. Bu tecrübeler zinciri içerisinde, kişisel çabamızla sanatçı olmak ve sanat eylemini icra etmeye çalışmak, zordur, evet. Lakin sanat hayattan çıkar ve biz de o hayatın parçasıyız. Sanatımızı icra edebilmek için hayatımız içinde sanatımıza yer açmaya ve onu yaşatma mücadelesi veririz. Ve bu mücadele hem somut hem de soyut manada sanatımızı besler.

Hayattan kopup, üretim araçlarının nasıl ve ne amaçta kullanılacağına, -bunların vereceği olası sonuçlar bağlamında- sürecin aru edilen yönde yönlendirmesine, ilham perisinin fısıltılarına kulak kabartmaya vs. odaklanmak, üretimin ve verilen mücadelenin bir yönüdür.

Hayatını sanata adamak, demek; kendi yaşamına ve deneyimlerine sırt çevirmek ya da başkalarının ideal sanatçı kalıplara sokmak değildir; yapabileceklerin için yapabildiklerinden vazgeçmek de değildir; hayatı tecrübe ederken, kendi hür iradenle farkına vardığın arzularına, ihtiyaca dönüşene, vb. sırt çevirmek değildir; kendi mevcudiyetini gayen uğruna yok saymak değildir…

Belli bir alanda üretebilmek için kendi kimliğinden ödün verilmek ve hatta bunun başkalarınca talep edilmesi; asıl hatalı olan, insanlar üzerinde baskı ve kontrol oluşturan bu.

Bu yüzden, sanatçı ve sanat yapabilme pratiğine dair çoğu yargı, tanım ve “ya öyle ya böyle…” seçeneği kısıtlayıcı, yönlendirici ve bu sebeple sorunlu.

Le Guin bu vesileyle “ben” olabilerek yaşayabilmenin önemine de işaret ediyor.

7 Beğeni

Merhaba, denemeyi sabah okudum. Okuduklarımı demlendirdikten sonra başlığa geldim ki @Bay_Karamsar’ın yazısını gördüm. Ardından denemedeki bir cümle aklıma geldi ki Le Guin, alıntıda tam olarak bunu anlatıyor:

İnek nasıl otlarsa ben de öyle çalıştım.

Mekanik, tekdüze bir yazma eylemi gerçekten de yazmak istediğiniz kitabı yazmanızda yardımcı olur. Ancak yine alıntıda geçtiği gibi o ‘‘inayet’’, o ‘‘güç’’ olmadan yazdığınız metin bir bakıma eksik kalacaktır. Bu yüzden otlama imgesinin karşısında balıkçı kadının kızını görüyoruz. Oynuyor, öyküler kuruyor ama aynı zamanda, gerektiğinde de dinliyor. Annesinin 50 yıl sonrasına ait olan fikrini gözlüyor. Bu noktayı metnin sonunda çok iyi bağlıyor. Çünkü küçük kızın durumuyla kendisinin durumunu karşılaştırdığımızda belki de kendisinin de bir balıkçı kızı olduğunu söyleyebiliriz. Özellikle de kendi yazarlığına dair -bana göre çok vurucu- itiraflarında.

Özgürdüm - özgür doğdum, özgür yaşadım. Yıllar boyunca bu kişisel özgürlük yazdıklarımın, kendimin olduğunu düşündüğüm, aslında erkek üstünlüğüne dayalı toplumun içselleşmiş ideolojisinden başka bir şey olmayan yargı ve faraziyeler tarafından ne ölçüde denetlenip sınırlandığını görmezden gelmeme izin verdi. Kuralı yıkarken bile bunu kendimden gizledim.

Bir yazarın kendi tam özgür olmama durumunu keşfetmesi çok önemli. Yaptığı işi otlamaktan çıkaran bu keşif. İçinde bulunduğu durumu, özgürlüğünü, neden bilimkurgu, fantazi türünde eserler verdiğini görmek, yazarın kendi yazarlığına olan bakış açısını da değiştirmiş olmalı ki eser verdiği türlerin nadide örneklerini verebilmiş. Dil hassasiyeti de bununla birleşince geride büyük bir miras bırakmış.

Denemenin sayfaları arasında gezerken aklımda bir soru canlandı, daha doğrusu yazılanları ister istemez bizim edebiyatımız çerçevesinde düşündüm. Bizde, tam özgür ol(a)mama farkındalığına sahip bir kadın yazar var mı? Benim aklıma ilk başta Didem Madak, biraz daha düşününce Sema Kaygusuz ile Mine Söğüt geliyor. Aklınıza gelen isimleri okumak isterim.

Bir de şu konuyu önünüze getirmek istiyorum, belki denemeyle bağlantılı olarak ya da belki denemeden sonra üzerine konuşabiliriz. Bir röportajında Milan Kundera şunu diyor:

İlgilenmemiz gereken yazarların değil, romanların cinsiyeti olmalı. Bütün büyük romanlar, bütün hakiki romanlar biseksüeldir. Demek istediğim, hem kadınsı hem de erkeksi bir dünya görüşünü ifade ederler. Fiziki kişiler olarak yazarların cinsiyetleri kendi özel meseleleridir.

Bu konuda ne düşünüyorsun? (Alıntının geçtiği röportaj; Oggito)

6 Beğeni

Bu keşfin müsebbibi mücadele. Bazen sebebini anlayamadığı, bu yüzden de fark edemediği engellere karşı (red mektupları, edebi canonda kadın yazarlara ayrılan alan vb.) farkında olmadan bir var olma mücadelesine girmiş. Bir şeyler için mücadele verdiğini ve bunun önemini kavradığında aydınlanmış.

Hayattaki engelleri,..

…hayattan kopmadan aşmaya çalışmak bu yüzden çok kıymetli. Neyi neden yaptığı ve sonuçları üzerine düşünmeye sevk eden ayıklık hali, farkındalık süzgeci sağlıyor.

Önerildiği/Buyurulduğu gibi hayattan soyutlanarak/soyutlanmaya uğraşarak yazınla uğraşıverseydi, mücadelesi aydınlatıcılıktan uzak bir gayrete dönüşürdü. Özünde, sezgilerini yorumlamaya bağlı içsel üretim sürecini dışlardı. Sezgilerini yorumlamak için dışarıdan gelen yönlendirmelere tabi olurdu.

Le Guin denemesine göre, özgürlük şuuru, asla tam manasıyla özgür olunamadığı ve bunun için etkin biçimde mücadele edilmesi gerektiği kavradığında kazanılabilen bir şey.

Denemede, ideale yakın sanatçının kim olabileceğine dair, basit, tanıdık ama dile fazla getirilmeyen bir gerçek de var: Sanatçı hayattı kucaklarken aynı zamanda da benliğini ve gayesini muhafaza etmek için çabalayan asilerdir.

Denemede anılan kadın yazarlar yazdıklarından farklı hayatlar yaşamışlar. Geleneksel toplumda sıra dışı sayılabilecek deneyimleri olmuş. Üstelik bazısında yazar olmanın kendisi sıra dışı.

Le Guin’in deneme boyunca andığı ve başka otoritelerce sanat için gerekli görülen fedakarlık biçimi kendini soyutlama. Le Guin’se, kendi tecrübeleri ve örneklerden yola çıkarak, asıl fedakarlığın yaşamla temas halindeyken olumsuz veya beklenmeyen tecrübelere göğüs gerebilmek olduğu görüşünde.

Bu görünürlük ve beraberinde gelen marjinalleşme, denemedeki bahsi geçen dönemlerde, kadın olduğunu belirterek yayınevine müracat etmek (kitapları rafta dizilirken, erkek yazarların kitaplarıyla yan yana getirmemeye özen gösterildiği olmuş), yazarlık gibi erkeklere mahsus(!) işlere kalkışmak, bundan para kazanabilmek, bunu yaparken şaşırtıcı biçimde(!) aile hayatını sürdürebilmek, vb. inanılmaz(!) hadiselerdi.

Bu bağlamda sanatçıyı toplum önünde marjinalleştiren asıl şey, görünmez olmayı seçmesinde değil, her şeye rağmen görünür olmayı tercih etmesinde yatıyor olabilir. Kendi kabuğuna çekilen kişi, görece kontrol altında gibidir. Lakin yaşamın akışı içinden sanatını icra eden kişiyi kontrol etmesi, üzerinde tahakküm kurulması daha zordur.


Kundera'nın cevabına gelirsem (Şükürler olsun!),.."

…evet, düşünmeye değer. Le Guin’in denemesi bu durumun nasıl ola geldiği hakkında ipuçları veriyor; yaşamdan kopmadan hayatla yoğruldukça elde edilen sezinimsel gözlem.

Tabii daha fazla ayrıntı vermesi iyi olurdu. Kadın ve erkek bakış açısının temeli nedir? Cinsiyetlere dair genel kanılarla uyum gösteren önkabüllerin, kalıplaşmış yargıların ustalıkla anlatılması mı var? Farklı kadınlık ve erkeklik hallerinin hikâyeye göre incelikle sunulabilmesi mi? Ya da başka bir şey mi? O noktada daha fazla bilgi vermesini arzulardım.

Asıl olumsuz tarafıysa cevaba vesile olan soru. Sorunun kökeninde, Le Guin’in dikkat çektiği, adı sanı günümüze kadar gelebilmiş kadın yazar sayısının azlığıyla ilişkili. Kundera’nın roman tarihi gibi geniş bir zaman aralığını inceleyip çalışmalarında hiçbir kadın yazarı anmaması ilginç.

Odaklandığı dönemlerde, dikkatini çekecek nitelikte yazan kadınlar bulamaması, bir yandan da olası. Le Guin’in başka yazılarında belirttiği üzere, yüksek edebiyatçı çevrelerce görmezden gelinmiş veyahut yayıncı tarafınca geri çevrilmiş pek çok kadın olabilir.

Ama insan yine de sormadan edemiyor: Romanın tarihi kökenini ve gelişimini Avrupa kültürünü merkez alarak açıklarken, Virginia Woolf’a ve edebiyata etkisine dair hiç yorumda da mı bulunmamış? Hayli ilginç.

Neyse.

Bu hususta Kundera, yanlış soruya (“İyi bir eserde cinsiyetlerin sunumu nasıl olmalı?” veya onun gibi bir şey) karşın, üstüne uzun uzun düşünmeye değer bir cevap vermiş.

İyi yazarların hem kadın hem de erkek zihnini eserlerinde yansıtabildiğine dair yorumlar yapılır. Bunu nasıl yapabildikleriyse hala sır.

5 Beğeni

Merhaba, geç geldim kusura bakmayın. Konuya sondan Kundera’nın cevabından başlamak istiyorum. Bence söylediği şey oldukça eksik, eksik olduğu için de yanlış. Romanın cinsiyetinin olması ne demektir?

Yani evet. Ne demektir romanın cinsiyeti, hepimiz aynı şeyden mi bahsediyoruz? Kundera’nın dediği gibi kadınsı veya erkeksi dünya görüşünü mü ifade etmektir? Kadınsı veya erkeksi dünya görüşü nedir ki? Kadın duygusaldır erkek mantıklı, kadın toplayıcıdır erkek avcı, kadın aydır erkek güneş gibi çeşitlenen bir dünya görüşünden mi bahsediyoruz? Biseksüel roman nedir bilmiyorum.

Ben bu bağlamda erkek roman, kadın roman, biseksüel roman demek istemiyorum. Bence ataerkil bakış açısındaki roman ve bunu aşabilen roman diye bir şey var. Sorun bir cinsiyetin yansıtılması meselesi değil, sorun koskaca bir düşünce sisteminin romanı kaplaması meselesi. Keza eminim ataerkil perspektiften kadınsı şeyleri başarılı bir şekilde anlatan bir sürü roman vardır. Asıl mesele kadınsı veya erkeksi bakış açısını (bundan kast edilen nedir hala bilmiyorum ama her neyse) ataerkil olmayan bir perspektiften anlatabilmek. Ki bunu başarabilen çok az yazardan biridir Le Guin. Kendisinin de dediği gibi bunu yazarlığının sonraki aşamasında başarmıştır. Bu özgürleşme sadece yazarlar için değil hepimiz için çok zor bir şey.

Kundera’nın sözünün ikinci kısmı olan “yazarların cinsiyeti ile ilgilenmeyelim, bu onların özel meselesidir” kısmına gelecek olursak, bu gerçekten tam da anlatmak istediğim ataerkil düşünceyi temsil eden şey. Evet, yazar olmak için bebek yapmamayı seçmek Virginia Woolf’un şahsi meselesidir, hiç evlenmemek Jane Austen’ın şahsi meselesidir, okunabilmek için adını kadın değilmiş gibi göstermeye çalışmak J K Rowling’in şahsi meselesidir, pek çok kadının önüne konulan kariyer mi aile mi zorlaması bizim şahsi meselemizdir, Kundera beyi niye ilgilendirsin? O huşu içinde roman yazarken gereksiz şeyler konuşup onu oyalamayalım, herkes onun hayatını kolaylaştırmakla mükellef ve bunu talep etmek onun en büyük hakkı.

Adamın önüne “yemek koyan” kim? Gündelik hayatı o kadar sessiz kılan kim? Bana araba mezarlığındaki eski bir Ford’u hatırlatan[19] ama anladığımız kadarıyla Joseph Conrad büyük bir inziva içinde, temiz bir evde, temiz elbiseler içinde, yıkanıp karnı doymuş olarak Tanrı’yla boğuşabilsin diye, vicdanı yirmi ay boyunca saat be saat, gün be gün, tümüyle seferber olmuş bir kadına yönelik ince bir jest olması kastedilmiş bu “yorulmak bilmez şefkat” aslında neydi?

Her şey bir yana ben işlerin iyiye gittiğine inanıyorum. Daha doğrusu umuyorum. Balıkçı kadının kızı değil torunları olarak belki biraz da mecburuz buna.

3 Beğeni

Eğri oturup doğru konuşmak gerekirse, söyleşinin o noktasında Kundera soruyu geçiştiriyor gibi. Söyleşiyi yapan bunu fark edemiyor; yazının başında bunun hiç yaşanmadığını belirtse bile, durum böyle.

Ve, evet, tam da Le Guin’in denemesinde işaret ettiği duruma örnek gösterilebilecek bir konumda yorum yapıyor.

Söyleşi o cevabı açmak üzerinden devam etseymiş. Açıklamaya ihtiyaç duyan noktalar var. Örneğin, yazarın cinsiyeti önemli bulmadığı ve bunu özel meselesi olarak mühürlediğinde, aklındaki sanatçı tanımı tam olarak neydi?

Le Guin’in denemesi, o özel meselenin de sanatın ve üretimin bir parçası olduğunu, bu yüzden önemsenmesi gerektiğine işaret ediyor.

Le Guin’in denemesi, sanatçı ve eserleriyle alakalı tanım ve yorumlamaların niteliğini ve yeterliliğini sınamak için kullanılabilir.

@DentArthurDent, söyleşinin o parçasını paylaşmanız iyi oldu. Denemenin çözümlemesel kullanışlılığı tatbik edilmiş oldu.

3 Beğeni

Muhtemelen. Sorunun gelişine göre “Beğendiğim kadın romancı olmaması onların kadın olmasıyla ilgili degil, ben romana bakarım” demek istemiş diye tahmin ediyorum. Ama bunu daha iddialı kelimelerle ifade etmesi başka bir anlam çıkarıyor. Bize de deşip eleştirme hakkı düşüyor sanırım :smile:

3 Beğeni

Muhtemelen öyle. Ve muhtemelen bunu roman anlayışıyla harmanlayarak anlatmaya çalışınca, cevap sorunun odağından uzaklaşıvermiş.

Ben yine de roman gelişiminde etkin rol oynamış kadın yazar bulamamasına takıldım. :thinking:

Neyse. :man_shrugging:

3 Beğeni

Yeniden merhaba, 17.09.2020 tarihi itibariyle bir sonraki denememiz “Ruhtaki Stalin”'i konuşmaya başlayabiliriz sanırım. Görüşmek üzere.

5 Beğeni

Amerika’daki sansürle ilgili olarak söylediği: “Çünkü biz sanatın gerçekliğine inanmıyoruz. Rusların tuhaf tarafı, sanata, sanatın insanların zihinlerini değiştirebileceğine olan inançları. Bu yüzden sanatı sansür ediyorlar. Aynı nedenle de bir Soljenitsin’leri var. Her ülke hak ettiği hükümeti bulur, derler. Bence bunu, ‘Her ülke hak ettiği sanatçıları bulur,’ diye tamamlamak gerekir.’ “ alıntısı üzerinden bir soru sormak istiyorum. Türkiye’de eserlerin sansürlenişi ve sanatçıların bu konudaki tutumu üzerine ne düşünüyorsunuz? Sanatın bir şeyleri değiştirebileceğine inanan tarafta mısınız? :full_moon_with_face:

6 Beğeni

“Ruhtaki Stalin” sansürden yola çıkarak kabul gören popüler işler ile kabul görmekte zorlanan hatta engellenmeye çalışılan işler arasındaki ayrıma dikkat çekiyor.

Devamı...

Bu ayrımın tek bir yönden gerçekleşmediğinin de altı çiziliyor. Yaşanılan toplum; insanların -ve genel olarak halkın- ihtiyaç duyduğu ama farkında olmadıkları bilgi ve kılavuzlar. Otoritedekilerin tutumu; o bilgi ve kılavuzların yaratabileceği değişimin halktan gelen talebi nasıl değiştirebileceği ve bunların yaratacağı yeni yükümlülükler. Denetim mekanizması; halkın ve otoritenin dikkatini çeken bilgi ve kılavuz hakkında ne yapılıp yapılmayacağı. Tüketicinin algısı; o bilgi ve kılavuzluğun gönlü hoş tutan tepkisellikler yaratması sebebiylen mi, yoksa eyleme geçirmek için uyaran huzursuzluklar yaratması sebebiylen mi ilgi uyandırdığı. Ekonomik çarklar; o bilgi ve kılavuzluğun kendine çektiği popülerliğin yarattığı mali birikim ve güce göre, üretimin ve dağıtımın desteklenmesi. Yayılması; ulaştığı kişi sayısının belli bir sınırın altında kalması veya üstüne çıkması. Yaygınlaşma biçimi; o bilgi ve kılavuzun yarattığı his ve düşünceler sebebiyle esere bağlanmanın ya da eseri yok saymaya çalışmanın övgü
ya da yergi olarak dışa vurumu, o bağlamda eserin olumlu veya olumsuz bulunan yönleriyle anılması, o intibalar üzerinden tartışmaya açılması. Üretilenin niteliği; o bilgi ve kılavuzun kaynağı eserin insanlarda anlık tepkiler uyandırarak yatıştırmakla mı, eyleme geçirmeye yönelten huzursuzluklar uyandırmakla mı meydana geldiği. Üreticinin niteliği; insanlara, içinde bulunduğu topluma ve onun var ettiği otoritenin doğru ve yanlışlarına karşı nasıl bir tutum sergilediği, eserini "nasıl"a göre mi "neden"e göre mi ortaya koyduğu, diğerlerinin suyuna giderek mi, yoksa onların iyiliği için hoşlarına gitmeyeni hatırlatarak mı üretim yaptığı…

Hepsi aynı anda birbirlerini etkiliyor.

Bu yazıda teoride hoş pratikteyse etkisi veya doğruluğu tartışmalı öğütleri el üstünde tutan ya da vadettiği şeyler açısından sınırlı işlerin neden çabucak popülerleştiği hakkında minik ipuçları veriliyor. Ayrıca teoride olduğu kadar pratikte de mevcut durumları güzelcene özetleyebilen, farkına vardıran işlerin arkasındaki dinamiklerin neden aynı zamanda genelin beğenisini kazanmakta zorlandığı hakkında fikir de veriyor. Tabii popüler ile popüler olmada zorlanan arasındaki bu ince çizgi sebebiyle iyi ve kötü eseri ayırt etmenin zorluğuna da değinilmiş.

@marydinkle,

Bu durum ülkemizle sınırlı değil. Kültür/sanat ürünlerine dair genel bakış, kendi tutkulu çevresi için bile pek iç açıcı gelmiyor.

Devamı...

Genel/Popüler/Ana Akımda zaten kültür/sanat ürünleri yazıda bahsedilen “eylemle eş tutulamayacak tepkiler verdirerek rahatlatma” araçları gibi algılanıyor. Rahatlatma amacını yerine getirmesi istenen eğlence araçları olarak algılanıyor.

O yüzden sık sık “Okuyun/izleyin/dinleyin geçin, kafanızı fazla meşgul etmeyin!” tarzı nasihatler verilip duruluyor.

O nasihati uygulayabilmek için bile algılarımızı ve bilişsel yeteneklerimizi çalıştırmak gerek. Ancak tüketilen şeyin “neden” eğlendirdiği, beğeni veya rahatsızlık oluşturduğuna dair düşünmeye zaman ayrılması (algı ve bilişsel yeteneklerimizi odaklı ve koordineli biçimde çalıştırmak) israf olarak algılanıyor.

Sanırım bu yüzdem eserleri şekilci açıdan değerlendirmek, uyandırdıkları ilk duygu üzerinden yargılamak yaygın. Bu sebeple çoğunlukla olay örgüsündeki ayrıntılar tartışma konusu oluyor; o ayrıntının çalışmanın bütünündeki işlevi, uyandırdığı duygu ve düşüncelerin o bütüncüllük içerisinde nereye kanalize edildiğine dikkat edilemeyebiliniyor.

Bir sanat dalına, türe, eser sahibinin çalışmasına vb. özel olarak ilgi duyan, takipçilik eden kesim için bile aynı şey geçerli olabiliyor.

Sansür konusu başlı başına bir konu. Önceden, yerli veya yersiz tepkilerinin arkasındaki sebeplere dair bir şeyler yazmıştım. Link

6 Beğeni

Her şeyin her şeyi değiştirebileceğine inanan taraftayım. Sanat da öyle tabi ki.

. Ursula Le Guin’in piyasa sansürü olarak nitelendirdiği şey bugün yanına başka arkadaşlar da edinmiş gibi geliyor. Sosyal medyada linçlenme korkusu sebebiyle gelişen büyük bir otosansür var bence. Normal insanlardan, anonim hesaplardan bahsetmiyorum, tanınır ve “takipçili” insanlardan bahsediyorum. Twitter gündeminde her gün mutlaka bir iki kişi linç ediliyor. Kimi yaptığı stand up yüzünden, kimi 20 yıl önce yazdığı bir kitap hakkında, kimi sakıncalı tweetleri sebebiyle. Kişi bu linçten sağ kurtuluyor ama muhtemelen bir sonraki adımını sansürlü bir şekilde atıyor. Bu açıdan internet benim için bir hayal kırıklığı oldu. Hani özgürleşecektik? Mahalle baskısının katlanarak arttı gibi hissediyorum. Yani bir fikir sadece satar mı üzerinden değil, hatta like alır mı bile değil, linç yer miyim üzerinden değerlendirilmeye başlayınca baya sıkıntılı bir yere gidiyor.

6 Beğeni