KR Kitap Kulübü #2 Kurt Vonnegut - Otomatik Piyano

bu kadarı zaten açıklamasında da var.!?Bu kadar sinire gerek yok.

Başarısız bir devrim girişiminin neresi spoiler değil?Kitabı okuyorum mesih,isyan olayları konuştu başkahraman.Bir devrim olacak belli.Sen bu devrimin sonucunu burada belirtmişsin.Tabi canım açıklamada da bu yazıyordu zaten.

Kitap açıklaması:
İlerleme
Kulağa pek hoş gelen bir kavram.
Hep ileri, daima ileri! İnsanlığın gelişmesi, sınırlarını zorlaması, aşması…

Peki, bedeli?

Üçüncü Dünya Savaşı sonrası: Aşırı mekanikleşmiş bir toplum. Fabrikalar, tüm üretim, her şeyin çalışması için bir avuç insan, bir avuç becerikli mühendis yeterli. Geri kalanlarsa…

Bu toplumun süper-mühendislerinden Paul Proteus, yaşadığı ‘Mekanize Amerikan Rüyası’ndan uyanarak varlığını, hayatın anlamını, toplumdaki muazzam ayrışmayı, ilerlemenin nelere mal olduğunu sorguluyor. ‘İnsan’ dünyayı yeniden kazanmak için isyan hareketine mi katılmalı yoksa görece muazzam refahın bedelini ödemeye razı mı olmalı?

Otomatik Piyano, ataları Biz, Cesur Yeni Dünya ve dört yıl büyüğü 1984 gibi akıl-ilerleme-mekanikleşme temalı bir distopya. Ama farklı. Çünkü Vonnegut’ın distopyasındaki makineler, diğer distopyaların yazarlarının muazzam hayal güçlerinden çıkmış makineler değil, kitabın yazıldığı dönemde var olan makineler.
Otomatik Piyano bizleri uzakta değil, çok yakında olan bir şeye karşı, hem de ‘İlerleme’ye laf etmenin hiç hoş karşılanmadığı 50’li yıllardan uyarıyor ve teknolojinin muazzam gelişiminin işin içine insana has hırslar girdiğinde nerelere varabileceğini gösteriyor.

Otomatik Piyano, Kurt Vonnegut’ın bildik sivri dilli açık sözlülüğüyle, “Konusunu, konusu güle oynaya Biz’den araklanmış Cesur Yeni Dünya’dan güle oynaya arakladım,” dediği ilk göz ağrısı…

Benim yaptığım nasıl spoiler oluyor. Burada endüstri 4.0 ile bir benzeşim var. Ne diyor fabrikalar tüm üretim. Devrim ise insan dünyayı tekrar kazanmak için isyan hareketine. Ben şu an dünya gündemi ile bir benzerliğini vurguladım. Şu an tartışılan otomasyon robotik ve yapay zekanın etkileri üzerine. Burda önemli olan zaten konunun işlenişi karakter gelişimi ve arkaplandır. Vonnegut’ın ilk romanı ve de kendisi konuyu cesur yeni dünyadan aparttığını belirtmiş. Neyse ben burada noktalıyorum.

Hata oldu diyelim geçelim. Ben düzenledim mesajı zaten. Şu başlıkta bunu uzatmanın manası yok. :slight_smile:

3 Beğeni

Yavaştan koltukları ayıralım. Çay, kahve ve bisküvileri de hazırladıysak muhabbet bugün başlayabilir.

Onur konuklarımız Paul, Finnerty, von Neumann ve Lasher da geldiyse, “İleri Marş!”

4 Beğeni

Henüz bitiremedim :persevere: belki akşama bitirebilirim. Bitiremesem de yerimi aldım, takipteyim :eyes:

3 Beğeni

Merhaba, kitapla ilgili düşüncelerim aşağıdadır. :smile:

Otomatik Piyano, göz boyayan ama içindeki insanların mutsuz olduğu bir dünyada bizi ağırlıyor. Bu dünyada kast sistemine benzer bir yapı kurulmuş ve insanlar zekâlarına, becerilerine göre sınıflandırılmış. İnsan üretim aşamasından çekilirken yerini bir orkestra edasıyla çalışan makine sistemine bırakmış. Yani bu yeni dünyada insanoğlu üstünlüğünü kaybetmiş.

İhtiyaçtan doğan makineleşme belli bir süre sonra insanların işlerinin ellerinden alıyor ve böylece
bu dünyada rekabet varlığını yoğun olarak hissettirmeye başlıyor. Makine-insan rekabeti, insanların mevki için birbirleriyle olan rekabeti… Makineleşme, ilerleme söz konusu ama insanların rekabetçiliği, hırsları, birbirlerine tuzak kurmaları aynen devam ediyor. :smile:

Sistemi sorgulayan Doktor Proteus, rekabetten ve oyunlardan yorulup sahip olduğu hayattan sıkılınca teknolojiden uzaklaşıp doğaya yönelmek, kendi emeğiyle üretim yapmak istiyor ki bu günümüzde oldukça rağbet gören bir eylem. İnsanlar şehrin göbeğinde küçücük hobi bahçeleri kiralaması gibi mesela. Her şeyi makinelerde yapmak, hazır almak bazen insana kendini işe yaramaz hissettiriyor sanırım. İnsan için yaşamak bir şeyler üretmekse, bir şey üretmediği zaman kendini mutsuz hissediyor ve durumu değiştirmeye çalışıyor diyebiliriz.

Benim fikrimce bu dünyada posası çıkanlar, faydasız olanlar Yuva denilen yere atılıyor ve bu Yuva, bazı fikirlerin doğuşuna ev sahipliği yapıyor. Burada Doktor Proteus gibi sistemi sorgulayanlar, sistemde var olamayanlar devrim gerçekleştirip insanlara kaybettikleri itibarı iade etmeye yelteniyor.
Başarılı oluyorlar mı bilinmez ama en azından dedikleri gibi denemiş oluyorlar.

Uzun lafın kısası, ilerlemeler kötüdür diyemeyiz ancak bugüne kadar yapılan her atılımda kazanan ve kaybeden olmuştur, olacaktır. Kroner medeniyet alayının başında yeni kapılar açmanın onların işi olduğunu söylerken aklıma uzayda kolonileşme konusunda yazılmış bir yazıda okuduğum şu cümle geldi. Diyordu ki Dünya medeniyetin beşiği ama insanoğlu sonsuza dek o beşikte yatamaz. Makineleşme, yapay zeka sevdaları umarım insanoğlunun başına çorap örmez.

(İster istemez bazı yerlerde Westworld ile bağlantılar buldum ya da en azından bana öyle geldi.
Bar, otomatik piyano, doktor unvanı, bardaki kişiden ev sahibi olarak bahsetmesi, ana kara - ada bağlantısı, Hayalet Gömlek, Kızılderililer gibi… :smile: )

10 Beğeni

Tartışma başlangıç tarihi olduğu için artık “spoiler” içinde belirtmeye gerek yok.

2 Beğeni

Kitabı bitirmek için her elime aldığımda bir telefon geliyor yarın quiz varmış kanka diye. Keşke benim yerime makineler gönderebilsem quizlere. Neyse rezerv alalım yarın burdayız. ( sıfır almazsam tabii. Sıfır alırsam en dik yokuştan salıcam kendimi anca toparlanıyorum. :// )

2 Beğeni

O zaman iletimi düzenleyeyim, teşekkürler. :slight_smile:

2 Beğeni

Dayanamadım ve geldim.
Kitabın konusunu ilk okuduğumda çok beğendim ve hevesle başladım. Teknolojik gelişmeler,bunun getirebileceği sonuçlar, sonsuz hayalgücü… Daha ne olsun. Ama üzülerek söylüyorum ki istediğim kadar keyifle okuyamadım kitabı. Yaklaşık 3’te 1’i bitene kadar hala havada gibiydi konuya tam girememişti. Bu nedenle bir türlü adapte olamadım,ilerleyemedim. Bir de bazı cümleleri anlamak için defalarca okumam gerekti. Çeviriden mi kaynaklandı orijinalinde de mi aynı durumda bilemiyorum. Yanlış anlaşılmasın şurası böyleymiş, burası böyleymiş diye eleştirel yaklaşmak değil amacım. Sadece birbirimize uygun değilmişiz pek onu anlatmak istedim :grinning: . Toplumun içinde bulunduğu mutsuz ruh hali çok gerçekçiydi. Zaman zaman rahatsız da oldum ki bunun okura geçmesi iyi birşey bence.
hala kitabı bitiremedim çaktırmayın…

2 Beğeni

Ne! Makine mi? Hemen yakalım. Bu arada ben de bugün müsait olamadım, yarın katılacağım.

1 Beğeni

Araya başka kitaplar sokuşturduğum için okumam yarım kaldı :sweat_smile:

1 Beğeni

Bu sefer neden böyle oldu anlayamadım. Sanırım çoğumuz yetiştirememişiz. Ben de halen okuyorum.:expressionless:

Herkese iyi geceler, kitap hakkında konuşmaya geldim. Birtakım noktalardan kısa kısa bahsedeceğim, birlikte düşünmek isteyenler alıntılayıp kendi düşüncelerini yazmaktan çekinmesin.

Kitabı genel olarak beğendim. Bana kalırsa, iyi bir yazarın bir konuyu nasıl cilalayıp kendine özgü bir eser ortaya çıkarabileceğini göstermek konusunda oldukça başarılı bir eser. Çünkü kitabımız aslında ‘‘sistemin içindeki adam, sistemi sorgulamaya başlar.’’ şeklinde özetleyebileceğimiz ve diğer başarılı örnekleri aklımıza hemen geliveren bir konuyu anlatıyor. Ancak bu konuya Kurt Vonnegut’un kendine has anlatımı ve hikayeyi anlatma tercihi eklenince hoş bir kitap ortaya çıkıyor. Peki Kurt Vonnegut’un dokunuşları neler? (Burada aklıma ilk gelen örnekler olan ‘‘Biz’’ ve ‘‘1984’’ üzerine düşünerek devam edeceğim. Birkaç nokta dışında ‘‘Cesur Yeni Dünya’’ da bu eserlerle benzerlik taşıyor. Ancak onu kenarda bırakıyorum.)

Öncelikle kitabın izleği Doktor Proteus’un sistemde ilerleyip en tepeye ulaşabilecek bir adamdan, sistem karşıtlarının simgesi (hatta neredeyse peygamberi) haline gelmesini anlatıyor. Bunu anlatırken karakterin iç dünyası ile etrafında dönen, ayak uydurmaya çalıştığı dünyanın arasını çok iyi çiziyor. Proteus’un hissettiklerini, çevreyle etkileşimi doğrultusunda karakterinde meydana gelen değişiklikleri başarılı bir şekilde yansıtıyor. Zamyatin’in Biz’i ya da Orwell’in 1984’ünde ise bu noktanın biraz daha karakterin iç dünyası anlatılarak okuyucuya aktarılmaya çalışıldığını görüyoruz. Biz’in birinci kişi anlatımıyla yazılmış olması ve dış dünyanın, anlatıcımızın deneyimlediği ve bize aktardığı kadarıyla karşımıza çıkıyor olması; 1984’te ise tedirgin ediciliği ve sürekli gözetim hissiyatını vermek için çevrenin biraz daha belirsiz bırakılması, ister istemez karakterlerin iç dünyasının biraz daha ön plana çıkmasına neden oluyor. Bu 1984’te Winston’ın aşk macerasının onun sistem dışına çıkışıyla paralel anlatılması, aynı şekilde Biz’de anlatıcımızın güzel I-330 ile karşılaşıp sistemi sorgulamaya başlamasının yakın zamanlı olması, karakterlerin hissiyatlarının bir nebze ön planda olduğunu gösteriyor.

Otomatik Piyano’da ise Proteus’un sistemden sistem dışına doğru yolculuğuna daha organik bir şekilde gerçekleşiyor. Çünkü yazar, deyim yerindeyse kalemini yalnızca Proteus’un yolunu çizmek için kullanmıyor. Dünyayı bize gösterip Proteus’un buhranının aslında son derece normal olduğunu gösteriyor. Proteus izleğinin dışında devam eden Bratpuhr Şahı izleği de bir ölçüde bize dünyayı tanıtmak için düşünülmüş ve -bence- özellikle mizah dozu biraz daha yüksek ayarlanmış bir parça. Vonnegut’un sonraki kitaplarındaki mizahın kullanımının ilk örneklerinden olan bu kısımlarda aslında trajikomik olaylar ile karşılaşıp kitap dünyasının pek de matah bir yer olmadığını deneyimliyoruz. Deneyimliyoruz diyorum, çünkü yazar çoğunlukla bunu bize gösteriyor, dünyanın kötü olduğunu söyleyip bırakmıyor. Eşini aldatan adamı, üniversite takımı seçme kısmında karşımıza çıkan karakterleri, Şah’ı gezdirmekle görevli karakterin yol boyunca karşılaştıkları her durumda düzeni sonuna kadar savunurken bir evrak karışıklığı nedeniyle karşılaştığı tuhaf problemi çözmeye çalışması vs. düşündüğümüzde yazarın bize ‘‘Bakın, burası kötü.’’ demeden kitabın dünyasında pek çok şeyin aslında ters gittiğini deneyimlemiş oluyoruz. Diyalogların akıcılığı da aslında sahici bir dünyada dolaştığımız hissini pekiştiriyor. Hal böyle olunca da Prospero ile empati kurabiliyoruz. Bu noktadan bakınca Bratpuhr Şahı’nın aslında okur olduğunu, Şah’ı gezdirmekle görevli karakterin ise yazarın kendisi olduğu düşüncesi bana çok hoş geliyor. Çünkü baktığımızda çoğu distopya/ütopya kitabında kitabı ilk kez okuyan okurun Amerika’yı ilk kez gören Şah’tan farkı yoktur. Yazar, bizi kendi dünyasında gezdirirken Şah’ın etrafına baktığı gibi merakla bakarız, zihnimizde sorular belirir, rehberimiz ise kendi dünyasını anlatmaya devam eder. Bizden dahil olmamızı bekler adeta.

Bu kitap, dahil olmamızı beklemiyor; bizi dahil etmek için özellikle uğraşıyor.

(Devam edebilirim, ancak şu an yoruldum. Buraya kadar okuduysanız teşekkür ederim.)

13 Beğeni

+Sen gerçek misin?
-Ayırt edemiyorsan ne önemi var?

Kitabın seçim aşamasında bir kaçımızın tercihinde bize Westworld’ü anımsatması vardı. Bu yüzden yorumuma diziden bir alıntı ile başladım. Ve bu alıntıyı kitapta sayfa 308’de ki şu cümle ile bağdaştırdım. ‘’Kölelerle rekabet eden köleleşir.’’

Roman 3. Sanayi devrimi ardından var olan büyük bir otomasyon dönemini ele alıyor. Aranızda okuyanlar varsa anımsamış olmalılar Sen ‘Alo’ demeden önce kitabında İtalo Calvino Henry Ford ile hayali bir diyalog kurgulamıştı. Orada Henry Ford bir kuş parkında kuş beslerken bir yandan röportaj veriyordu. Gazetecinin seri üretim fikrinin hangi amaçla doğduğu sorusuna ‘’eğer makinelerden en iyi verimi alırsak insanın hayatına ayırmak için daha çok zamanı olur.’’ diye yanıt veriyordu. Yani sırf kuşlarla daha çok vakit geçirmek için işlerini makinelere yaptırarak amacının para kazanmak değil, vakit kazanmak olduğunu söylüyordu. Okumuş olduğumuz bu kitapta da (elimde tuttuğum şu jilet bıçağı :Pp) aynı Amerikalıların aynı ideallerle bu otomasyon devrimini gerçekleştirdiğini sayfa 31’de şu şekilde görüyoruz. ‘’ Makineleşme sayesinde insan hatasını, örgütleşme sayesinde gereksiz rekabeti yok ederek sıradan adamın hayat standartını son derece yükselttik.’’
Yani aslında Kurt bize bilimkurgu veya distopyaların çoğunda olduğu gibi başka bir dünya çizmiyor. Sadece yaşadığı dünyanın kendince varacağı noktayı resmediyor. Çünkü Henry Ford’un savaş zamanı makineşmeye getirdiği soluk ve sonrası gibi algıladım ben kitabı.

Tüm ideolojiler temellerini iyi niyetten alır. Ve bu otomasyon çağı da insane yaşımındaki standartı artıracağını Kabul ettirerek sistemi ele geçirmiş gibi gözükyor. Peki durum gerçekten öyle mi? En azından nehrin bir yakasında hiçte öyle değil. İnsanların yaptığı her işi yapabilmeye başladıkça makineler kendini işsiz ve önemsiz hisseden bir kesim birikmekte. Öte yandan IQ değerleri yüksek, oluşan düzende cafcaflı bir statü elde eden ama nehrin öte yakasına düşmemek için makinelerle rekabet etmek zorunda olan bir kesim var. Ve en başta kitaptan yaptığım alıntıyı tekrarlayacak olursam. ‘’kölelerle rekabet eden köleleşir.’’ Yani nehrin bu yakasında gittikçe makineleşen bir kesim oluşuyor. Bunu paul ve Anitanın ezberlenmiş veya kodlanmış diyaloglarından, rekabet hırsının duygularını öldürdüğü insanlardan sezinleyebilirsiniz. Yani öyle bir durum gelebilir ki insan mı makine mi ayırt edilemez mesajı veriliyor tıpkı Westworld gibi. Peki tüm bu arapsaçının içinde kalmış paul ne yapıyor. Hatırlayacaksını ki Finnerty ile içmeye gittikleri ilk gece bilinçsizce köprünün ortasında buluşmalı diyor. Yani ben buna yordum ve bu şekilde çok anlamlı geldi.

Bir distopya eseri olarak ele alırsak günümüzde var olan korku senaryoları mevcut. Misal gençlerin geleceğinin sınavla belirlenmesi, ıq değerlerine gore bir gelecek elde etmeleri ve mutlu olabilme şanslarının o sayılarla doğru orantılı olması. Sistemi sorgulayacak yaşlarda düzenlenen çayır turnuvalarının, hayattaki yaşamsal meselelere odaklanmak yerine spor fanatizmi ile benzeşmesi. Sanayi liderleri ve bürokratların birbirini sevmese de varlıkları için birbine meccbur olmaları ve günümüzde bu iki gücün sıradan insanın hayat taslağını kendi menfaatlerince belirlemesi.

Ve üstünde durmak istediğim son konu otomatik piyano. Kendisi 0-1 dilinde çalışan ilk makinelerden sanırım. Yani kitapta geçen çoğu makinenin atası. Makineleşmenin ortadan kaldırdığı şeyi çok iyi ifade ediyor aslında. Insan varlığı ortadan kaybolarak yerini sanki bir hayalete bırakıyor. Ve dünya gittikçe daha hissiz bir yer haline geliyor. Ve gelişimleriyle bu canlılık özünü ortadan kaldıran makineler deyimse, her şeyin özüne saygı duyan ve özünü arayan kızılderililer anti deyim oluyor dizide ve kitapta olduğu gibi.

En nihayetinde kitaba yorumum bu şekilde oldu. Bir felakat senaryosu olarak otomasyon ve onun etkileri altında dizayn olmuş bir toplumun neye benzeyeceği resmedilmiş. Güzel bir konu olduğunu düşünmeme rağmen kitabı okurken çok zorlandım. Bana sizi içine çeken kitaplardan değil, sizin içine girmeniz gereken kitaplardanmış gibi geldi. Neyse sanırım çok abarttım. Başka etkinliklerde buluşmak dileğiyle :Dd

Birde Anitaya cidden lanet ettim okurken. Ve sayfa 75te bir not aldım. Emindim olacağından ve oldu. :Dd

@DentArthurDent baya güzel bir okuma yapmışsın. O yüzden bir şey sormak istiyorum. Farın kırılmış cümlesi bir kaç kez tekrar ediyordu. Buradan yapılcak bir çıkarım var mı?

9 Beğeni

Normalde dün yorum yazacaktım ancak yorgunluktan uyuyup kalmışım. :smiley:

Öncelikle her katılan ve katılacağa şimdiden teşekkürler. Ben de öncelikle sizin yazdıklarınızla ilgili birtakım yorumlarda bulunacağım. Sonrasında kitabı okurken kafamda kurduğum üzere Melanie Klein’ın Haset kavramı üzerinden romandaki insan-makine ilişkisine dair yazmaya çalışacağım. Son olaraksa tartışma kapısı açmak adına hepimize bir soru soracağım.

Hadi başlayalım.

Bu dünya Cesur Yeni Dünya ve Biz gibi pek göz boyayamıyor bana kalırsa. Daha çok boyamaya çalışan bir sistem var. Daha paslı ve kirli. Makineler daha sızıntılı, topluma oturmamış ve çok yeni. Bilhassa bu beceriksizliği Halyard, Şah ve çevirmeniyle olan bölümlerinde görüyoruz.

Evet. “İlerleme”, toplumsal veyahut düşünsel olmuyor. “Makinesel” oluyor. Orwell ve Vonnegut gibi yazarların dayatılan “ilerleme” güzellemesine en büyük karşıtlıkları da bu noktada. Teknolojinin toplumun önünde ilerlemesi çok sakıncalı olabilir. Teknolojinin “doğru” kullanılması için kullanacakların buna hazır bir seviyede olması gerekli.

Buna ek olarak ilk başta çok bilinçli olmadan bayıyor, sorgulamaya kapısı açık ancak sorgulayanlar aracılığıyla dâhil oluyor. Gerçekten ilk sorguladığı an, Proteus’un adıyla yazdıkları bildiriyi duyduğu zaman sanırım. Diğerleri baymayla ilişkili ve daha bilinçdışı.

Bence başarılı oluyorlar ve nihai başarı mümkün değil. Devamı Klein kısmında. :smiley:

Özellikle otomatik piyano, tekinsiz makineleşmeyi anlatmak için harika bir yol gerçekten.

Katılıyorum. Vonnegut’un Playboy röportajında ben şunlardan çaldım demesinin mizahi yönü de aslında üslup kısmı. Önemli olan eldeki konuyu nasıl işlediği ve kurguladığı. Tablo aynı, çizen kalem farklı.

Buna ek olarak berberin monoloğu, “sıradan” aileye Şah ziyarete gelmeden kocasının içsel düşünceleri, sporcuyla koç arasında geçen bölüm… Hem mizah hem de anlatımsal açıdan yaratıcılığı yüksek kısımlar fazlaydı. Buralara bayıldım.

Ayrıca Şah’ın makineye sor bakalım insan hakkındaki düşüncesi neymiş gibi bir yorumu vardı. Oyy.


Melanie Klein, Haset, Makineler ve Otomatik Piyano

Klein’a göre bebekler muhtaç canlılardır. Beslenme ve güvenlik açısından memeye kölece bağımlı hisseder kendini. Eğer istediğind meme gelirse iyidir. Gelmezse o kötü memedir. Çok detaylıca girmeyeceğim bu kısma. Ancak bu gelmeme durumu devam eder, bakım verenin ihmalkâr tutumu devam ederse, memeye karşı kuşkucu tutumu büyür. Bebek memenin iyi sütü kendine sakladığını düşünür ve onu elde etmek ister. Bebek memenin değerli ödülünü, yani sütü az alıyor almaktan dolayı kızgındır. Bu yüzden daha çok elde etmek için açgözlülük duyar. Haset ise farklı bir tepkidir. Artık elde etme umudu kalmamıştır ve iyiye sahip olmak istememektedir, amacı ona zarar vermek ve yok etmektir.

Bu durumu Otomatik Piyano ile bağlantılı bir şekilde okuyacağım. Yani bebeği insanlar, anneyse sistem ve makineler genel olarak EPICAC olarak düşündüm.

Otomatik Piyano’da makine devriminin ilk dönemlerine şahit oluyoruz. Büyük savaşlar olmuş ve toplum bu süreçten makinelerin yardımıyla çıkmış. Sonrasında makineler yaşamın vazgeçilmezi olmuş. Bizim gördüğümüz insanlarsa bu devrimi ilk deneyimleyenler, yani değişen sistemin öncesini bilenler ve onların çocukları. Yeni nesil görece bu farklılıklardan daha az etkinlense bile, hâlâ tam anlamıyla uyum gösteriyor diyemeyiz. Çünkü oturmayan sistemin ilk insanları bunlar, sisteme doğanlarınsa önceki hâlini bilenlerle ilk elden tanışıklıkları var. Atwood’un "Damızlık Kızın Öyküsü"nde dediği gibi alışmak önemli ve tehlikeli; “Sıradan olan, derdi Lydia teyze, alıştığınız şeydir. Bu size şimdi sıradan görünmeyebilir, ama bir süre sonra öyle görünecektir, sıradan olacaktır.”

Özellikle savaşta makinelere sahipler. Onun gücünü elde ediyor ve tadıyorlar. Yer yer hayatlarında da makinelerin gücüne sahip hissediyorlar. İlk başlarda “elde etmek” hissi insanlarda var. Ancak yavaş yavaş daha işlevsiz hâle geliyor ve gittikçe güçsüzleşiyor insanlık. Makinelerse gücü tamamen kendinde toplamaya başlıyor. Gittikçe “elde etme” arzusunun kaybolduğunu görüyoruz. Yavaştan umutlarını yitiriyorlar ve kendilerini teslim ediyorlar ve öfke büyümeye devam ediyor. “İlerleme” fikriyle beslenen makinelere karşı onu elde etmeyle başlayan süreçte açgözlülük var.

Tamamen yok sayılmayla birlikte artık haset başladı. Belki mühendisler hâlâ açgözlülük kısmında, ancak onlar da küçük bir kesim. Genel olarak insanlarda artık makinelere karşı yıkıcı düşünceler iyice ayyuka çıkıyor. Ona zarar vermek ve yok etmek istiyorlar. Ulaşamıyorlarsa (işe yarama, varoluş) makineler yok olsunlar!

Makinelere karşı devrim denemesini de bu noktada bağlantılı görüyorum. Baştaki birçoğunun (Lasher hariç) kafasında planladığı, insanın işe yaramasını tekrar sağlayacak bir düzen oluşturmaktı. Bilhassa Paul ve Finnerty böyle düşündü. Çünkü onlar açgözlülük kısmındaydı, “elde etmeyi” hâlâ istiyorlardı. Paul teknolojinin kısıtlanarak, doğru bir şekilde kullanıldığı bir sistemi de hayal etmişti. Devrimin ilk kısımlarında da yok etmeye karşı “olumsuz” duruşu bunu gösterir nitelikte. Ama toplum bu düşüncede değildi. Yıkmak istedi ve bundan haz duydu. Toplum rasyonel olarak yeni ve kendisinin daha işlevsel olacağı sistemi planlamadı, sadece haset duyduğu özneyi yok etmek istedi.

Bu yüzden yok ettiklerinden sonraki ilk eylemleri, nasıl daha iyi bir hâle getiririz, sistem kurarız olmadı. İlk yaptıkları portakal makinesini tekrar kurma arzusuydu ve onun üzerinde güç elde etmekti. “Bak seni yıkabildim ve seni tekrar onarıyorum,” dediler âdeta. Nefret ettikleri şeyi yok ettiler ve tekrar yok etme arzusuyla inşa etmeye koyuldular.

Lasher bunu biliyordu. Bu yüzden amaç sadece denemekti dedi ve başarılı oldu. Maksat hiçbir zaman sonuç değildi, yoldu. Agresyonun dışavurumunun hazzıydı.


Size yönelteceğim soruysa şu:

Makineleşme geriye doğru “ilerleme” ile değiştirilebilir mi? Yoksa insanın ilerlemeye doğru içgüdüsel arzusu ve merakı bunu her hâlükârda engelleyecek midir?

9 Beğeni

@Nemo ben ikinci şıktan yanayım. Çünkü kitap bana american psycho’u da anımsattı. Ve insanlar yükselmek için hırsla yanarken bir kartvizitin bile neye sebep olduğunu biliyoruz. American psycho gibi bir çok insanın o boşlukta o buhranda olduğunu hissediyorum ben. Toplumun evrimi bana bu izlenemimi veriyor nedense. Bu yüzden ilerleme arzusu bizi alıkoyacak. Ve bir kıyamet günüyle sifonu çekip sil baştan başlamamız gerekecek.

Benim de aklıma bir şey geldi Finnerty’nin Anitayı senin makineni yaparım diye alaya aldığında. Biraz yüzüğü neden kartallarla atmadılar gibi bir şey olacak ama. Her şeyin makinesini yapmak mümkünken neden insanların kendini önemli ve ihtiyaç duyulan birisi gibi hissedeceği makineler yapmıyorlar? Azınlık raporunda kahinin hafızasından görüntüyü kaydetmeye gittikleri yerde adamın biri bir sanal gerçeklik cihazında iş arkadaşlarının onun pohpohlamasını düşlüyordu onun gibi bir şey. Aman öyle aklıma geldi bir an : Dd

5 Beğeni

Öncelikle bir husus hakkında konuşmam lazım, aksi halde kendimi kötü hissederim. Kendimi detaylardan kitap hakkında teoriler, kurgular, derin anlamlar çıkaran okurlardan görmüyorum. Kitaplar üzerine düşünürken düşüncelerimi, genelde Eco’nun ‘‘yorum/aşırı yorum’’ düşüncesi bağlamında süzgeçten geçiriyorum. İlk gönderideki okumamı da kitapta izini sürebildiğimi gördüğüm için aşırı yorum olmayacağını düşünerek paylaştım.

Soruya gelecek olursak;

Dikkatimi çeken detaylardan biriydi. Ben daha çok Proteus’un eski şeylere olan merakını, özlemini göstermek için arabasından bahsedildiğini düşündüm. Kendine ait bir araba, bir ev, otomatikleşmeden önceki Amerikan rüyasının temel vaatlerinden oldukları için geçmişe yönelik özlemi işaret ediyor olabilir. Farın kırılması ve bunun tekrarı ise üzerinde biraz daha düşünmem gereken bir nokta. İlk düşüncede, farın kırık olmasının sürekli olarak Yuva’da yaşayanlar tarafından fark ediliyor olduğunu ve bunun, Yuva’dakilerin sürekli kendilerini meşgul edecekleri şeyler aramalarını gösterdiğini söyleyebilirim. Ancak pek emin değilim.

Eklemeye bir ek ile devam edeyim o halde. Ana hikayenin etrafında gerçekleşen hikayelerin sonlarının hep trajik bir noktaya varması ince düşünülmüş bir detay. Vonnegut’un dünyaya bakışını gösteriyor olması açısından da çok hoşuma gitti. Berberin mesleğinin son döneminde olması, sıradan ailenin dertleri ve en sonunda sıradan ailenin babasının adeta cinnet geçirmesi, sporcunun yaşadığı ikilem, Proteus’un nasıl silindiğini gören Doktor’un sporcuya anlattıkları, hatta Şah’ın yolculuğunun sonu dahi dünyanın trajikomikliğini göstererek distopyanın gücünü artırıyor.

5 Beğeni

Ben de engel olur diye düşünüyorum @Nemo. İnsanlar rahat kolay alışır.

1 Beğeni