E ben de yine geç kaldım diye hayıflanıyordum, bu sefer katılım az olmuş sanki üzüldüm biraz.
Dost Yaşamasız oldukça güzel bir öykü olan Dost ile başladı. Bülent Bey’in bahsettiği gibi az (az değil aslında, olması gerektiği kadar) kelimeyle karakterin ne düşündüğünü, nasıl biri olduğunu birkaç paragrafta bize açık etmiş Bener.
“Allah belasını versin. Hayat mı be! Şimdi ben zevk mi alıyorum, bu adamla oturup içmekten? Sıkıntı işte. Keşke eve gitseydim. Kitaplar. Yerin dibine batsın kitaplar! Ne öğrettiler bana? Sökebildiler mi içimdeki huzursuzluğu?”
Sonra bu etkileyicilik, akıcılık diğer öykülerde de devam etti. Kitabın ilk kısmında yer alan öykülerde bol bol diyalog var, bir de üstüne öyküleri başkarakterin ağzından okuyunca (İlki’ye kadar olan 12 öykünün 11’inde birinci tekil şahıs bakış açısı kullanılmış) sanki yazar karşımıza oturmuş da başından geçen bir olayı anlatıyormuş gibi hissettim. Bol bol öykü okumaya çalışırım, özellikle de Türk yazarların öykü kitaplarını, hatta öykü dergilerini mümkün olduğunca takip ederim. Günümüz yazarları genellikle dille oynama, okuru yalnızca anlatılanlarla değil kelime oyunlarıyla da şaşırtma derdinde. Yalan yok, hoşuma gitmiyor da değil böyleleri. Ancak Vüs’at O. Bener’in duru, gösterişten uzak anlatımı gerçekten beni mest etti.
“Seyirciler gittikçe artıyor. Yoldan geçen meraklılar, işi savsaklayan inşaat ameleleri… Köşe başındaki köfteci bile, ocağını bırakıp, geldi. Ben de hoşlanmaya başladım, farkındayım. Vur, ez! Hangisi iyi vuruyorsa, ondan yanayım. Kafasına, kafasına, ha şöyle! Bir de bağırabilsem.”
Bu kısımda, hatta kitabın tamamında en sevdiğim öykü Havva oldu. Bu kadar kısa bir hikayeyle okur üzerinde farklı duygular uyandırıp böyle bir etki bırakmak değme yazarın yapabileceği bir iş değil. Bana göre Bener hayatında sırf bu öyküyü yazmış olsa bile kendisine usta demeye yeterli olurdu. Havva’nın dışında Kömür, Korku ve Yazgı diğerlerinden ayrı tuttuğum öyküler.
“Eskiden böyle değildim. Mezarlık korkuturdu. İnsan ölmekten değil, ölümden korkarmış. Daha doğrusu unutulmaktan. Yok olup gitmek kötü şey. Bu kasabada unutmaya da unutulmaya da alıştım; artık umursamıyorum.”
Ancak İlki öyküsüyle beraber Bener’in biçemi de değişiklik sinyalleri verdi. O diyaloglara dayanan anlatımın yerine artık karakterin iç dünyasına daha ağırlık veren, soyut bir anlatım geldi. Tabi kalan her öykü böyle değil ama özellikle Kan, Yaşamasız, Avuntu ve Kuş öykülerindeki anlatım şekli kitaptaki diğer öykülerden epeyce ayrışıyor. Bener tek kelimelik cümlelere, hatta kimi zaman kendi uydurduğu kelimelere dahi yer vermiş. Bu öyküleri okumak, sindirmek güç oldu benim için. Muhtemelen ileride kitabı elime alıp bu öyküleri tekrar okuyacağım, bir kez okumanın yeterli olacağını sanmıyorum.
“Uğunuk kulakları duydu: Oda soluğunu veriyor. O soluğunu veriyor. Genç ciğerlerine şarkılar doluyor; bilinmedik, uzak, tatlı, bulanık sığ. Sıcak beşiklerde sallanıyor yoksul bedeni. Kapalı gözlerinin gerisinde birinin dudakları mırıltılı. Alnında kendi dudakları. Terli. Ilık. Soğuduğundan habersiz. Boş yüreği. Aydınlık. Kısır.”
Bu kısımda da Acamı, Kan, Anlaşılmayan, Sal, Laedri ve Bakanlık Makamına oldukça sevdiğim öyküler. Bir de özellikle bazı öykülerde kendini iyice hissettiren bir kara mizah olduğunu düşünüyorum, Laedri ve Bakanlık Makamına aklıma ilk gelenler.
“Ben yüzme bilmem. Kollarım yoruluncaya dek çırpınabilirim. Onlara bilmem dememiştim. Az önce -bana öyle geliyor- dördümüz kıyıdaydık. Şerif giyinik. Üçümüz suda. Eğleniyorduk. Neden bilmem demedim? Sormadıkları için olacak. Söylemekten sıkıldığım da akla gelebilir.”
Velhasılı ben epey sevdim Vüs’at O. Bener’i. 50’lerin Türk edebiyatı kuşağına daha çok ağırlık vermem gerektiğini, orada okunmayı bekleyen büyük bir hazine olduğunu da bir kez daha görmüş oldum.
Bakalım Kitap Kulübü önümüzdeki ay bizi nasıl şaşırtacak.