Leke (Bilimkurgu Romanı)

15 yıllık düşünce, uzun zamana yayılan bir yazım süreci, ömür geçiyor endişesiyle hızlı bir sprint ve üçlemenin ilk kitabı Leke nihayet hazır.

Roman bir İngiliz nükleer balistik denizaltısının Atlas Okyanusu’nda devriye gezerken bilinmeyen bir varlığın saldırısına uğramasıyla başlıyor ve devamında tüm dünyayı kaosa sürükleyen olaylar zinciri eşliğinde insanın aklına iki soru düşürüyor. Bu dünyanın sahibi gerçekten bizler miyiz, dahası bizler gerçekten de bu dünyaya mı aitiz?

Yazım biçimi olarak Hard Sci-Fi tarzını belirledim. Günümüz sayılabilecek kadar yakın bir gelecek kurgusu dahilinde, her şeyi kendi içinde tutarlı ve okuyucuya “bu iş olsaydı gerçekten de böyle olurdu” diyebileceği bir şekle oturttum. Bilimsel doğruluk ön planda, sihirli değnek yok, mucizevi teknolojiler veya tesadüfler yok.

Hikaye aslında üçleme olmayacaktı ama adı sanı duyulmamış bir yazarın 700-800 sayfa sürecek hikayesini kim basar ki dedim ve hikayeyi üçe ayırdım. Şu an yayıncı arayışındayım. Acele etmeden, yavaş yavaş. Bir yandan da ikinciyi yazmaya başladım. Bakalım zaman ne gösterecek.

İlk kitap 7 bölümden oluşuyor. İlk bölümü buraya parça parça atayım istedim. Kim bilir, belki bir gün elinize alıp sayfaları çevirerek okuma fırsatınız da olur. Hem devamını daha yazmak için motivasyon da sağlar.

Varsa yorum ve eleştirilerinizi okumaktan memnun olurum.

BÖLÜM 1: İNTİKAM

- 1 -

20 Ağustos. Kuzey yarımkürede yaz sıcaklarının iyice bastırmasıyla, büyük şehirlerdeki kalabalığın akın akın geldiği sahillerde neredeyse adım atacak yer kalmamıştı. Uçsuz bucaksız mavilik dev bir huzurun simgesi gibi ufuk çizgisinin ötesine doğru uzanıyor, hayat mutlu bir umursamazlıkla çevrelenmiş hoş kokulu bir tütsü gibi iki mavinin arasında kayboluyordu. Gündelik yaşamın yıl boyu biriken stresi çıplak ayaklardan sayısız kum tanelerine akıyor, insanlar serinlemek için kendilerini yumuşacık bir yatağın yeni serilmiş masmavi çarşaflarına dolamak istercesine denizin soğuk sularına bırakıyordu.

Hiçbiri, kaderlerinin sonsuza dek değişmek üzere olduğunun farkında değildi.

Atlas okyanusunun ortalarında bir yerlerde, denizin dört yüz metre derinlerinde devasa bir gölge hafifçe kıpırdandı. Karanlık suları kendine siper eden kıyamet makinesi, üzerindeki onlarca atmosferlik basınca aldırmadan, sessizce hareket etti.

Kaptan Alistair Hargrove, bir önceki günün neredeyse aynısı olan raporları gözden geçirmeye ara verip omuzlarını geriye doğru esnetti. Sualtı devriyeleriyle geçen otuz yılın ardından artık kendini iyice yorgun hissediyordu. Nükleer bir denizaltının kaptanı olarak dünyanın kaderini elinde tutan bir avuç insandan biri olmak, gerçekten de normal bir insanın taşıyabileceği yük değildi.

Gerçi Hargrove da normal biri sayılmazdı. Bulunduğu konum olağanüstü bir sağduyuya, insanüstü bir sabra, çelik gibi sinirlere sahip olmayı gerektiriyordu. Gördükleri özel eğitim ve uyguladığı sıkı disiplin olmasa gece gündüz ayrımının bile olmadığı bu daracık metal kutuda daha bir hafta bile geçmeden çıldırmak işten değildi.

Fakat Hargrove son zamanlarda taşıdığı sorumluluğun üstüne bindirdiği yükün ağırlığını daha fazla hissetmeye başlamıştı. İçindeki giderek büyüyen sıkıntıya anlam veremediği gibi, buna bir türlü engel olamıyordu.

Derin bir iç geçirdi. Geriye doğru esnettiği omuzlarına yarım daire çizdirerek yeniden masaya eğildi. Her gün aynılarını defalarca okuduğu raporları bir kez daha gözden geçirmeye koyuldu.

Hargrove’un sıkıntısının tek kaynağı, bazen üç ay boyunca su yüzüne çıkmadıkları bu daracık gemide disiplini sağlamaktan ibaret değildi. Soğuk savaş dönemi bittiğinden beri olası bir nükleer kıyametin kendi ömründe gerçekleşmeyeceğine artık iyiden iyiye inanmaya başlamıştı.
Fakat her gün aynı şeyleri yaparak belki de hiç gelmeyecek bir günü beklemek artık ona ağır geliyordu. Hayatının bir parçası haline gelen belirsizlik çelik bir halat gibi gerilmiş sinirlerinden her gün birkaç tel daha koparıyor, vücudundaki birkaç kılın daha ağarmasına neden oluyordu.

Hani bunun ne demek olduğunun farkında olmasa, biraz hareket istediğini söyleyecekti.

Gün ışığının milyonlarca yıldır ulaşamadığı, basıncın insanın göğüs kafesini sırtına yapıştıracak kadar yüksek olduğu derinlikte denizaltı sessizce ilerliyordu. Burada yaşamla ölümü ayıran çizgi, etraflarını çevreleyen iki katlı metal bir zırhtan ibaretti.

HMS Leviathan, İngiltere’nin tüm nükleer gücünü temsil eden Vanguard sınıfı nükleer denizaltıların donanmaya katılan son üyesiydi. Yakıt almadan dünyanın çevresini kırk kere dolaşmasına yetecek kadar enerji sağlayabilen gelişmiş bir nükleer reaktöre sahipti. Jet itmeli motoru fısıltı gibi çalışıyor, özel zırh altı izolasyonu sayesinde yüzerken yavru bir yunus kadar bile ses çıkarmıyordu.

Geminin derin sularda böylesine iz bırakmadan sessizce yol almasının tek bir sebebi vardı: İntikam.

Leviathan, diğer Vanguard sınıfı denizaltılarda olduğu gibi toplam kırk sekiz nükleer başlık taşıyan, kıtalararası menzile sahip on altı tane balistik füzeyle donatılmıştı. Her bir başlık, ortalama büyüklükte bir şehri haritadan silmeye yetecek güce sahipti. Eğer İngiltere bir gün beklenmedik bir nükleer saldırıya maruz kalırsa, donanmaya ait nükleer denizaltılar yüzeye yaklaşacak ve füzelerini ateşleyecekti.

Tüm mürettebat, bunun dünyada kıyametin kopmasına dakikalar kaldığı anlamına geldiğini çok iyi biliyordu. Sevdikleri birçok kişiyi kaybetmek üzere olduklarını, hiç tanımadıkları milyonlarca yaşamı birkaç tuşa basarak dakikalar içinde küle dönüştüreceklerini de.

“Eğer bir gün bunu yapmak zorunda kalırsak” diye düşündü Hargrove, “Hangi tanrı bizi affedecek kadar büyük olabilir ki?”

Yüzüne sıkıntıyla karışık belli belirsiz bir gülümseme belirdi.

“Belki de astronot olmalıydım” diye mırıldandı.

- 2 -

Denizaltının yemek alanı mürettebatın bir nebze olsun normal hayata dönmeye çalıştığı, nefes aldığı ender yerlerdendi. Kahvaltısını bitiren Hargrove, en sevdiği kahve olan mocha’dan küçük bir yudum aldı. Kahvenin yoğun aroması dilinin ucundan başlayarak önce tat duyularını harekete geçirdi, ardından tüm vücudunda enerji dolu bir kıpırdanma hissetti.

Şaşırdı. Sıradan bir sabah kahvesinden böylesine haz duyacağını hiç düşünmemişti.

Biraz önce kafasında dolanan düşünceler bir anda dağılıp gitti. Elindeki fincana hayranlıkla bakarken keyifle mutfağa doğru seslendi.

“Bugün kahve nefis Mike. Ne kattın bunun içine?”

“Sanırım okyanusun bu taraflarında maden bulduk kaptan” diye cevapladı Mike. “Arıttığımız sular çok lezzetli çıkıyor.”

Kaptan elindeki ılık fincanı hafifçe çevirdi. “Bundan sonra hep böyle güzel olsun isterim.”

Mike’ın gür ve neşeli sesi mutfakta yankılandı. “Emredersiniz kaptan!”

Kaptan Hargrove kahvesini yudumlarken yardımcı kaptan William hızlı adımlarla içeri girdi. Yüzünün rengine bakılırsa egzersizden yeni çıkmışa benziyordu. Orta yaşı biraz geçmiş olmasına rağmen gemideki benim diyen genç denizcilere meydan okuyacak kadar dinç görünüyordu. Başıyla hafifçe selam vererek kaptanın karşısına oturdu.

Kaptan William’ı şöyle bir süzdü.

İkisi yan yana geldiğinde Hargrove yardımcısı kadar heybetli durmuyordu. Hatta ikisini ilk kez bir arada gören biri, William’ın daha baskın olduğunu bile söyleyebilirdi.

Zaman zaman bu durum biraz canını sıkmıyor değildi. Zira bazen komuta kademesindeki ağırlığını koruyabilmek olgun görünümden ve tecrübeden fazlasına ihtiyaç duyuyor, saf gücün belirleyici olacağını hissettiği anlar oluyordu. Kaptan, William ile aralarında oluşabilecek herhangi bir fikir ayrılığında herkesin koşulsuz bir biçimde kendi tarafında duracağından emin olmak istiyordu.

Neyse ki William yetenekli bir denizaltı subayı olmanın yanında, son derece mantıklı kararlar alan ve kaptanın inisiyatifine koşulsuz saygı duyan biriydi. Sergilediği stratejik ve taktik yaklaşımlarla gerçekten konumunun hakkını veriyordu.

Dahası, insan doğasını anlamak ve iletişim kurmak konusunda dikkat çekici bir yeteneğe sahipti. Personelle geliştirdiği yakın ilişki ve kurduğu empati sayesinde gemideki duygusal sıkışmaları önceden sezebiliyor, olası gerilimleri büyümeden kontrol altına alabiliyordu. Zamanla Hargrove’un hayatta en çok güvenebileceği kişi haline gelmişti.

Aslında öyle de olması gerekiyordu. Zira Hargrove günün birinde bir nedenle kendini kaybedecek, elindeki gücü kötüye kullanacak denli aklını kaçıracak olursa, karşısında duracak ilk kişi yine William olacaktı.

William’ın görevi sadece kaptanı onaylamaktan ibaret değildi. Emirleri arasında gerekirse kaptana karşı gelmek de vardı. Bu bile William’a güven duymasını gerektiriyordu.
“Ne büyük bir ironi” diye düşündü içinden.

Keyifle gülümsedi. “Burada günün on sekiz saat olmasının en çok hoşuma giden tarafı ne biliyor musun Will?” dedi. “Sabahları kahve içmek için insanın daha çok fırsatı oluyor.”
Kahvesinden bir yudum daha aldı. “Bir de bunu yaparken bahçemde oturup güneşlenebilseydim harika olacaktı.”

William gülümseyerek karşılık verdi. Yüzüne oturan kızıl renk hala dağılmamıştı.

“Bugün Mike gerçekten harika bir iş çıkarmış” dedi. “Sana da bir fincan tavsiye ederim.”

“Teşekkür ederim kaptan” dedi William. “Şu an soğuk bir şeyler içmeyi tercih ederim”.

İçi içine sığmıyor gibiydi. Neşeli tavırları Hargrove’un gözünden kaçmamıştı.

“Seni bugün bu kadar keyifli yapan nedir Will?"

William’ın yüzünde telaş ve mutlulukla karışık bir ifade belirdi. “Kızımdan haber geldi” dedi. “Evleniyormuş. Düğün gününü iki görev arasına sıkıştırmanın yoluna bakıyorlar.”

Masaya koyulan soğuk suyu iştahla eline aldı. “Bu kadar düşünceli olduğunu bilmezdim. Galiba babasının ortalık yerde hüngür hüngür ağladığını görmek istiyor."

William suyu bir dikişte yuvarlarken Hargrove kocaman bir kahkaha attı. “Orada bebek gibi ağlayacaksın öyle mi? Yanında mendil götür de donanmayı rezil etme bari!”

Will ellerini havaya kaldırdı. "Oraya savunmasız gideceğimi mi sanıyorsun? Bir baba asla kızına boyun eğmez. Gençliğine dair hatırlamak istemeyeceği hikayelerle dolu bir konuşma hazırladım bile!”

İkisi de gülmeye başladılar. Denizaltının gergin ve boğucu havası yumuşamış, komuta kademesinin neşesi mürettebata da bulaşmıştı.

Hargrove William’a baktı. Sık sık attığı kahkahalarla güvertenin moralini nasıl yükselttiğini düşündü. Sadece komutadaki boşlukları doldurmakla kalmıyor, sanki etrafındakilere Leviathan’ın çelik duvarlarının ötesinde de yaşanacak bir hayat olduğunu hatırlatıyordu.

William’ın sorusuyla düşüncelerinden sıyrıldı. “Peki ya sen? Sende yeni bir şeyler var mı kaptan?”

Denizaltının uğultusu arasında, kaptanın gözleri uzaklara daldı. “On sekiz ay kaldı” dedi Hargrove. "On sekiz ay sonra özgür bir adam olacağım. Otuz beş yıllık devriyem nihayet sona eriyor.”

Sesinde mutlulukla hüzün arası bir ton vardı. William yüzünü hafifçe kaldırıp kaptana baktı. Hargrove’u deniz kenarındaki sakin bir kulübede, bahçede oyalanırken hayal etmeye çalıştı.
"Sakin bir kariyerdi, ha?”

Hargrove’un gözlerinde muzip bir parıltı belirdi. “Sakin? Kafamda biriktirdiğim her hikâye için kenara bir pound koysaydım King’s Cross’ta daire alırdım!”

"Hadi Kaptan” diye üsteledi William. “Bugün benim için güzel bir hikayen olmalı. "

Hargrove’un gözü etrafı kahve kokusuyla dolduran makineye takıldı. Bir şeyler hatırlamak istercesine hafifçe gözlerini kıstı. Birkaç saniyelik duraklamanın ardından William’a döndü.
“Peki” dedi, “Sana nasıl donanmaya katılmaya karar verdiğimi anlatayım. Bunu daha önce anlatmış mıydım?”

“Hayır” dedi William. “Ama dinlemeyi çok isterim.”

Kaptanın bakışları eski bir anıyı hatırlarcasına hafifçe buğulandı.

"Daha yedi ya da sekiz yaşlarındayken, sabah sisinin ortasında babamla birlikte Devon sahilinden eve dönüyorduk” dedi. “Grinin tonuna bakılırsa hava aydınlanalı fazla olmamıştı.”

Elindeki fincanı yavaşça döndürdü. “Sis o kadar yoğundu ki, beş metre önümüzü bile göremiyorduk. Gözümüzün önünde farların zar zor aydınlattığı, hiçlikten gelir gibi bir anda beliren şerit çizgilerinden başka bir şey yoktu. Nerede olduğumuzun, nereye gittiğimizin önemi kalmamış gibiydi. Sanki sihirli bir değnek bizi bu dünyadan koparıp almış, bilmediğimiz bir yerin ortasına koymuştu.”

William kaptanın böyle samimi hikayeler anlatmasına pek alışık değildi. Devamını dinlemek istercesine başını salladı.

“O sisin içinde en az on dakika yol aldık” dedi Hargrove. "O an çok farklı bir his kapladı içimi. Nereye gittiği belli olmayan, diğer ucunda hayal bile edemeyeceğimiz dünyalara çıkacak bir bilinmeze doğru yol alıyor gibiydik. Sanki belirsizlikten öte bir çağrıya benziyordu.”

Durdu, gözleri sanki o anı yeniden yaşar gibiydi. “İçine düştüğüm sonsuz belirsizlik ve yalnızlık hissiyle birçok duyguyu bir arada yaşamaya başladım” dedi Hargrove. “Umut, endişe, merak, gizem, korku, cesaret… Hepsi birbirine karışmıştı. Hayallerimle arama girecek başka hiçbir şey kalmamıştı. Kafamda düşünceler deli gibi uçuşmaya başladı. İçimin inanılmaz bir keyifle dolduğunu hissettim."

William’ın gözlerinin içine baktı.

“O gün, herkesin yaşadığı sıradan bir hayatın bana göre olmadığını anladım” dedi Hargrove. “O anı ve duyguyu bir daha hiç unutmadım.”

Masanın üstüne uzun bir sessizlik çöktü. William dinlediği hikayeden oldukça etkilenmişe benziyordu.

“Duyuyor musun Will” dedi Hargrove.

“Neyi kaptan?” diye sordu William.

“Etrafındaki sesleri. Bugünün de sanki diğer günlerden hiç farkı yokmuş gibi…”

“Evet” dedi William. “Gerçekten de her şey yolunda görünüyor.”

“Sıradanlık insanın beynini uyuşturur” dedi Hargrove. "İşlerin bu kadar yolunda gitmesine ihtiyacımız yok. Reflekslerimizin keskin olması lazım.”

Tabaklarını kirli rafına koyup üzerini düzeltti. Ses tonundan duruşuna bir anda bambaşka birine dönüşmüş gibiydi.

“Bugün tatbikat için iyi bir gün olabilir."

William’ın telsizden yankılanan emriyle birkaç dakika içinde denizaltının bütün stratejik noktalarından durum bilgisi gelmeye başladı. Torpido odası, savaş odası, navigasyon, haberleşme, tüm birimlerden hazırız mesajları yağıyordu.

Sadece sonar odası sessizliğini koruyordu. Hargrove sabırsızlanmaya başlamıştı. Telsizi eline aldı.

“Sonar, hazır olduğunuza dair onayınızı bekliyoruz.”

Birkaç saniye sonra telsizden sonar subayının sesi duyuldu:

“Kaptan, sanırım buna bir de siz göz atsanız iyi olacak…”

- 3 -

William ve Hargrove, dar koridorların soğuk metal duvarlarına tutunarak uçarcasına sonar odasına koştular. Elektronik cihazların keskin uğultusunun ortasında, Binbaşı Charles Linden kapının hemen önünde duruyordu. Yüzüne yerleştirmeye çalıştığı profesyonel ifade, gözlerindeki huzursuzluğu gizlemeye yetmiyordu.

“Kaptan,” diye başladı Charles. "Pasif sonarlarımızda bir anomali tespit ettik. Aslında tam olarak bir sinyal değil, ama düzenli ve kendine has bir akustik profil ortaya koyuyor. Sinyal son derece zayıf ve tahminlerimize göre bir hayli derinden geliyor.”

Konsolunun arkasında, kulağındaki kulaklıkla ekrandaki verilere odaklanan Mira’yı işaret etti. “Anomaliyi ilk fark eden Mira oldu. Hala ne olduğunu çözmeye çalışıyoruz.”

Hargrove’un kaşları çatıldı. Sesi keskin bir bıçak gibi havayı keserek odada yankılandı. “Ne kadar zamandır bunun farkındasınız? Neden bunu şimdi öğreniyorum?”

Charles, saygılı bir tonla cevap verdi. “Efendim” dedi, “Gecikmenin tüm sorumluluğu bana ait. Kullandığımız sonar sistemi henüz test aşamasında. Durumu alarm seviyesine taşımadan önce sistemlerde bir hata olup olmadığını kontrol etmemiz gerekiyordu.”

Mira, kestane rengine boyanmış uzun dalgalı saçlarının arasından kulaklığını dikkatlice çıkartarak saygılı ama kararlı bir ses tonuyla araya girdi. "Kaptan” dedi, “Anomaliyi bir süredir yakından izliyoruz. Bu şey sadece elektronik yankılanmadan ya da kalibrasyon hatasından ibaret değil. Tutarlı bir desen ortaya koyuyor. Sanki bir amacı var gibi. Sanki…”

Duraksadı, devamını söylemekle söylememek arasında gidip geliyordu. “Sanki derinlerde bizi takip ediyormuş gibi…”

William düşünceli bir ifadeyle ekrana eğildi. “Demek derinlerde büyük bir şey bizi takip ediyor ve bunun bir arıza olmadığını düşünüyorsunuz.”

“Evet efendim” dedi Mira. “Bu şey her neyse sabit bir derinlikte ve bizle olan mesafesini koruyor. Ama hiçbir şey iletmiyor. Tamamen sessiz. Okyanusun dip gürültüsüne neredeyse mükemmel bir şekilde uyum sağlıyor. Harmonik frekanslardaki ufak değişimleri gözden kaçırsaydık, onu asla fark edemeyebilirdik.”

Charles, Mira’yı onaylama ihtiyacı hisseti. “Kaptan” dedi, “Bu şey her neyse hareketlerimize ayak uyduruyormuş gibi görünüyor. Ama onu algılayabildiğimizin farkına vardığını sanmıyorum. Çok zayıf bir harmonik imzadan yakalıyoruz. Bekleyeceği bir şey değil.”

Hargrove’un canı sıkıldı. Kendini dev bir saklambaç oyununda sobelenmiş gibi hissediyordu.

Ekrana doğru döndü. “Buradaki parlayan şey hakkında ne bildiğinizi bir an önce öğrenmek istiyorum” dedi. “Tipi, sınıfı, büyüklüğü, hızı, rotası, her şeyi!”

Mira söze girdi: “Efendim, temasın hızının ve rotasının bizimle aynı olduğunu tahmin ediyoruz. Sanki bize refakat ediyormuş gibi hareket ediyor. Fakat konumuyla ilgili emin olamadığımız bir durum var…”

Durdu, sözlerini tamamlamasını istercesine Charles’a baktı.
“Bu şey her neyse, en az 3 bin metre derinde olmalı” dedi Charles.


HMS Leviathan, denizin derinliklerinde parmak uçlarına basarak yürüyen sessiz bir dev gibi yavaşça ilerliyordu. Duvarlardaki uyarı ışıkları denizcilerin yüzünde kızıl yansımalar oluşturuyor, çelik ranzaların üzerine soluk gölgeler düşürüyordu. William’ın talimatıyla denizaltıda çıt çıkmaması için gerekli bütün önlemler alınmış, gereksiz tüm sistemler kapatılmış, gerekmedikçe koridorlarda tek bir adım atılmaz olmuştu.

Birkaç dakika içinde Hargrove, William, Charles, Mira, navigasyon subayı Harrison, silah subayı Barton ve iletişim subayı Damon savaş odasında toplandılar.

“Sizi buraya karşılaştığımız yeni bir durumu paylaşmak için çağırdım” diye başladı Hargrove. “Sonar ekibinin iddiasına göre yaklaşık üç bin metre derinde büyük bir şey bizi takip ediyor. Şimdiye kadar saldırgan bir tepki ortaya koymuş değil. Ne olduğunu, bizi nasıl tespit edebildiğini, neyi amaçladığını bilmiyoruz.”

“Üç bin metre?” diye hayretle tekrarladı Damon. “Küçük araştırma denizaltıları hariç bu derinliğe inebilen bir denizaltı olduğunu bilmiyordum”.

“Biz de öyle” dedi William. “Zaten bunun bir denizaltı olduğuna karar vermek için çok erken. Aslında henüz orada gerçekten bir şey olduğundan bile emin değiliz. Öyle değil mi Charles?”

“Başlangıçta biz de bundan pek emin değildik” dedi Charles. “Hedefin tahmini büyüklüğünü ve konumunu değerlendirdiğimizde bu derinlikte böyle bir şeyin olamayacağını düşündük. Bu yüzden elimizdeki verilere şüpheyle yaklaştık. Bunun bir parazit veya sistemlerden kaynaklanan bir arıza olabileceği ihtimali üzerinde durduk.”

“Fikrinizi değiştiren neydi” diye sordu Barton.

“Öncelikle Mira, sinyallerin bizim seyir hızımızla ve rotamızla uyumlu olarak değişim gösterdiğini keşfetti” dedi Charles.

“Bu bizzat bizim gemimizin elektronik sistemlerinin yansımasından kaynaklanıyor olabilir” dedi Damon.

Charles, konuşmasını istercesine Mira’ya doğru baktı.

Bunca yüksek rütbeli subayın ortasında kalan Mira durumdan sıkılmış gibiydi. “Doğru” dedi. “Fakat bu yeni sistem yakın mesafeden kaynaklanacak elektromanyetik değişimleri göz ardı edecek biçimde tasarlandı. Ayrıca hızına ve rotasına bağlı değişimler bize düzensiz gecikmelerle ulaşıyor. Eğer bu gecikmeler hareketimizle tam uyumlu bir düzen içinde olsaydı, sistem arızasından kaynaklandığını düşünecektik.”

“Peki bizi nasıl takip edebiliyor?” dedi Barton. “Sahip olduğumuz teknolojilerin tamamen gizlilik üzerine olduğunu düşünüyordum.”

“Evet” dedi Harrison. “Aktif sonar kullanmadan varlığımızın farkına varmasının imkânı yok. Devriyenin başından beri gizliliğimizi korumak adına tüm prosedürleri uyguluyoruz.”

“Haklısınız” dedi Charles. “Eğer bizi bulmak için aktif sonar kullansaydı bunu anında fark ederdik. Belki onlar da bizimkine benzer bir teknolojiye sahipler.”

“Belki de bizi görüyorlar” dedi Harrison. “Mitolojik deniz canlılarından biriyle karşılaşmış olmayalım?”

Charles soruya sakince yanıt verirken kaşlarının seğirmesine engel olamamıştı. “Bunun keşfedilmemiş bir deniz canlısı olabileceği ihtimalini de göz önünde tutuyoruz” dedi. “Diğer yandan, hareketlerinin uzun zamandır bizimle uyumlu olması bu yöndeki şüphemizi azaltıyor. Eğer dev bir deniz canavarıyla karşı karşıya olsaydık, şimdiye kadar kendi yoluna gitmiş veya bize saldırmış olurdu."

“Peki boyutları ve derinliği konusunda nasıl bu kadar eminsiniz” diye sordu William.

“Bunları yaklaşık değerler olarak öngörüyoruz” dedi Charles. “Bu kadar sessiz hareket edebilen bir cismin bu mesafeden kendini belli edebilmesi için bizden en az iki kat büyük olması gerektiğini düşünüyoruz. Tahmini koordinat hesaplarımız da yaklaşık üç bin metre derinde olduğunu gösteriyor.”

“Doğrulamayı aktif sonarla yapamaz mıyız?”

Kaptan çenesini ovuşturdu: "Eğer Charles ve Mira haklıysa, şu an için elimizdeki en büyük koz bizim onun farkına vardığımızı bilmemesi” dedi. “Aktif sonarı kullanırsak bir şeylerden şüphelendiğimiz anlayacaktır. Böyle bir durumda nasıl bir tepkiyle karşılaşacağımızı bilmiyoruz.”

“Kaldı ki bu gerçekten bir sistem arızasından kaynaklanıyorsa, aktif sonarı kullanarak yerimizi belli etmek istemeyiz" diye tamamladı Charles.

Harrison söze girdi. “Kaptan, bu şeyin bildiğimiz anlamda bir denizaltı olduğundan bile emin değiliz. Eğer gerçekten tanımlayamadığımız bir yüzen cismin varlığından söz ediyorsak, standart protokollerin dışına çıkmaya hazır olmalıyız. Etrafımızdaki iki yüz millik mesafede yardım alabileceğimiz hiç kimse yok.”

Harrison’ın sözleri belirsiz havayı daha da ağırlaştırdı. “Harrison haklı” dedi William. “Böyle bir belirsizliğe karşı gelmek için eğitim almadık. Şimdilik saldırgan görünmüyor. Ama herhangi bir sebeple fikrini değiştirmeye karar verirse kaçmaya veya karşı koymaya hazır olmalıyız.”

Hargrove düşünceli bir şekilde ellerini masaya dayadı.

“Bu gemide onlarca şehri haritadan silmeye yetecek güçte silahlar var” dedi. “Bunun ne anlama geldiğinin eminim hepiniz farkındasınız.”

Oda sessizliğe büründü. Herkes Hargrove’un söyleyeceklerine odaklanmıştı.

“Bu şey ne olursa olsun öncelikle Mira ve Charles’ın şüphelerinde haklı olup olmadığını öğrenmek istiyorum” dedi Hargrove. “Neyle karşı karşıya olduğumuzu bilmiyoruz. Fakat her koşulda bu geminin taşıdığı yükü güvence altında tutacağız. Harrison, manevra planlarımızda değişiklik yapıyoruz. Rotamızla biraz oynayıp bu şeyin hala bizimle kalıp kalmadığını kontrol edeceğiz. Charles, sinyalleri izlemeye devam edin. Gözünüzü dört açın, olağandışı bir hareket tespit ederseniz anında bilmek istiyorum. Barton, olası bir saldırıya karşı ateş emri verdiğim andan itibaren 3 saniye içinde torpidolar suya inmeye hazır olsun. Damon, sonar verilerini detaylı rapor haline getirin ve gönderilecek şekilde paketleyin. Şu andan itibaren yüksek alarm seviyesine geçiyoruz. Herkes görev yerlerine!”

Subaylar selam vererek odadan çıkıp hızla görev yerlerine dönmeye başladılar. Odada sadece Hargrove ve William kalmıştı.

Kaptan sonar raporunu eline aldı. “Kahretsin” dedi. “Bu da neyin nesi? Dünyanın hangi ülkesi kimsenin haberi olmadan böyle bir teknoloji ortaya koyabilir?”

“Davranışlarına bakılırsa sadece bir gözlem aracına benziyor” dedi William. “Yine de istihbarat raporlarımızda yer almaması gerçekten ilginç.”

“Döndüğümüzde MI6’dekilerin tembel kıçına sıkı bir tekme yapıştıracağım” dedi Hargrove. Boyutlarla ilgili tahminlere bir kez daha göz attı. “Birileri uçak gemisi büyüklüğünde denizaltı inşa ediyor ve istihbarattakilerin ruhu bile duymuyor. Bu şeyi kızdırırsak bize neyle saldıracağını bile bilmiyoruz.”

“Belki de bunu görmezden gelip sadece rapor etmek daha doğru olacak” dedi William.

“Aklından tam olarak ne geçiyor Will” diye sordu Hargrove.

“Charles, Mira’nın bu şeyi test sonarıyla yakaladığını ve varlığını dip gürültüsü frekansından tesadüfen ayrıştırdıklarını söylemişti."

“Yani?”

“Demek istediğim” dedi William, “Eğer elimizde bu teknoloji mevcut olmasaydı belki de hiç farkına varmadan üzerinden geçip gidecektik. Bu şey her neyse belki daha önce de buradaydı. Belki de hep buradaydı. Dünya üzerinde kimsenin varlığından haberdar olmadığı bir şeyi keşfetmiş olabiliriz. Ben bunu elimizdeki verilerle bir an önce raporlamamız gerektiğini düşünüyorum.”

Hargrove, elindeki raporu masaya bırakıp William’a baktı.

“Will” dedi, “Karşılaştığımız şey bu gemiyi tehdit eden bir düşman olabilir. Nükleer silahlarımızın peşinde bir casus olabilir. Hatta belki Poseidon’u bile bulmuş olabiliriz. Bu şey her neyse onunla açık denizlerde savaşa girme niyetinde değilim. Bu bizim işimiz değil. Ama merkezde adımın tanımlanamayan yüzen cisimlerle ilgili anlaşılmaz raporlar gönderen biri olarak telaffuz edilmesini istemiyorum.”

Şapkasını sert bir hareketle düzeltti:

“Hadi şunun ne olduğuna bakalım.”

İçinde bulundukları bu tehlikeli belirsizlik William’ın hiç hoşuna gitmemişti. Hayatında ilk kez bu kadar gerildiğini hissetti.

Döndü, kontrol odasına gitmek üzere açık duran kapıya yöneldi.

O an Hargrove’un gözlerindeki bakışı yakalayabilseydi, sonsuz sis içinde ilerleyen o çocuğu yeniden görebilirdi.

- 4 -

Atlas okyanusunun derinliklerinde sessizce ilerleyen Leviathan’ın yabancı cismi tespit etmesinin üzerinden yaklaşık üç saate yakın bir zaman geçmişti. Hargrove, rotada keskin değişimler ve ani hızlanmalarla takipçisini şüphelendirmek yerine, denizaltıyı birkaç saat içinde normalde varması gereken konumdan on mil kadar uzağa taşımaya yetecek ölçüde büyük bir yay üzerinde hareket ettiriyordu. Böylece ani manevralardan kaçınarak, denizaltı üzerindeki sessizlik örtüsünü de korumayı umuyordu.

Kontrol odasındaki herkes, karşı karşıya oldukları durumun hata veya yanılgıdan ibaret olduğu umuduyla merak içinde sonar odasından gelen raporlara kulak kabartmıştı. Fakat raporlar gelmeye devam ettikçe yüzlerdeki endişe daha da derinleşti. Hedef önce gemiyle birlikte bir süre hareket etmiş, ardından rotayı oluşturan kavisin ortasına yakın bir pozisyon alarak olan biteni izlemeye koyulmuştu.

Bu, Leviathan’ın geniş bir alanda gerçekleştirebileceği tüm manevraları kontrol altında tutabildiği anlamına geliyordu.

Hargrove’un canı sıkıldı. Cismin konumundaki bu düzensiz değişimler ve sergilediği taktikler, stratejik amaçları olan bir şeyle karşı karşıya oldukları ihtimalini iyice kuvvetlendirmişti. Dahası, cisim sanki Leviathan’ın onun farkına vardığından şüphelenmiş gibiydi. Başlangıçta avını sessizce takip etmeyi tercih ederken, şimdi son hamleyi yapmak üzere hazırlanan bir yırtıcı gibi pozisyon almaya başlamıştı.

Hargrove, elindeki tek kozu yitirmek üzereydi.

Bir an William’ın dediği gibi sessizce uzaklaşmayı düşündü. Fakat bu şeyi kızdırmaktan olduğu kadar, görmezden gelirse bunun sonuçlarının nereye varacağını düşünmekten korkuyordu.

Önünde fazla bir seçenek kalmamıştı. Artık izlendiğinden haberi yokmuş gibi davranmaya devam etmenin bir anlamı yoktu. Telsizi eline aldı ve Charles’a aktif sonarı çalıştırması için talimat verdi.

Leviathan’ın gövdesinden yankılanan keskin çığlık, okyanusun karanlık sularını yırtarcasına incecik bir çizgi halinde ileri doğru fırladı. Birkaç saniye içinde hedefin olması gereken yerde dolanan balık sürülerinden, okyanusun dibindeki uçsuz bucaksız çöllere kadar tüm detaylar ekranda yansımaya başlamıştı.

Fakat görmeyi umdukları şeyden eser yoktu. Kendilerinden en az iki kat daha büyük olduğunu tahmin ettikleri denizaltının olması gereken yerdeki tek şey koca bir hiçlikten ibaretti. Mira, kulaklığının sol tekini aralayarak Charles’a döndü: “Efendim, aktif sonarda hedefe dair bir işaret görünmüyor ama pasif sonardan sinyal almaya devam ediyorum. Burada yolunda gitmeyen bir şeyler var.”

Charles’ın kafası iyice karışmıştı. Mira’ya dönerek tüm bunların sorumlusunun o olduğunu ima edercesine sert bir bakış fırlattı. Saatlerdir uğraştıkları bu şey yüzünden rotalarından ayrılmış, gemiyi yüksek seviyeli alarma geçirmiş, hepsinin üstüne aktif sonarı çalıştırarak çevredeki tüm olası hedeflere karşı gizliliklerini ciddi bir tehdit altına sokmuşlardı.

Diğer yandan, Mira’nın söylediklerinin doğru olabileceğine dair derin kuşkuyu içinden atamıyordu. Charles, Mira’nın bugüne kadar yaptığı işlerden dolayı tanrı vergisi bir yeteneğe sahip olduğuna inanmıştı. Gencecik kariyerinde bir sonar prototipinin geliştirme ekibinde yer almak, dahası bizzat testlerine katılmak donanmadaki yaşıtlarının ancak rüyasında görebileceği türden bir başarıydı.

Tüm bu olan bitenin gerçek olduğunu varsayıp işin sonunda yanıldıkları ortaya çıkarsa, nükleer bir denizaltının gizliliğini tehlikeye atmaktan askeri mahkemede yargılanmaya kadar giden onur kırıcı bir prosedür gündeme gelebilirdi. Acaba bu riski kabullenebilir miydi?

Peki ya Mira haklıysa? Bu İngiltere’nin nükleer gücünün dörtte birinin doğrudan bir tehdit altında olduğu anlamına geliyordu ki, büyüklüğü açısından sorgulanamaz bir riskti.

Hiddetle dişlerini sıktı. Güvenilirliği tam olarak ispatlanmamış böylesine bir teknolojiyi denizaltıdan içeri sokanlara sunturlu bir küfür savurdu.

Denizaltının gönderdiği sonar sinyalinin üzerinden saniyeler geçmiş, kontrol odasındaki herkes Charles’dan gelecek habere kulak kabartmıştı. Charles telsizi eline aldı: “Kaptan” dedi. “Aktif sonar hedefin tahmini konumunda herhangi bir hareket tespit edemedi. Fakat pasif sonardan sinyaller gelmeye devam ediyor. Emirlerinizi bekliyoruz.”

Denizaltının makine yağı ve yiyecek kokusu sinmiş suni atmosferinden derin bir nefes çekti. Bu işten dolayı yiyeceği azarları düşünerek telsizi yerine bıraktı.

Şimdi düşünme sırası Hargrove’a gelmişti. Hargrove, geminin seyir kayıtlarında ayrıntılı biçimde yer alan bu olayı bir şekilde merkezdekilere açıklaması gerektiğini biliyordu. Eğer aktif sonarla bir şeyleri tespit edebilselerdi işleri çok daha kolay olacaktı. Ama yaşadıklarını sıradan bir hata olarak nitelendiremeyecek kadar ileri gitmiş, ciddi bir güvenlik zaafına neden olmuşlardı.

Hargrove, yanlış bir karar verdiğini itiraf etmektense bilmediği bir şeyle savaşmayı tercih edecek duruma gelmişti.

Neyse ki bu düşüncesinin ne kadar boş olduğunun farkındaydı. Kontrol odasından çıktı, doğruca sonar odasına doğru yürüdü.

Charles, kırık bir vazonun yanında başını eğmiş bir çocuk gibi kaptanı kapıda karşıladı.

“Charles” dedi Hargrove, “Sonar menzilinde herhangi bir başka temasa rastladınız mı?”

“Hayır kaptan” dedi Charles. “Sonar menzili dahilinde hiçbir temasa rastlamadık.”

“Bu pasif sonardan geldiğini söylediğiniz sesler ne o zaman!” diye gürledi Hargrove, sinirden yüzü kızarmış halde.

“Kaptan, teorik olarak bu kadar büyük olması gereken bir denizaltının kendini aktif sonardan gizleyemeyeceğini düşünüyoruz. Kalan tek ihtimal, bunun bir prototip olabileceği.”

“Prototip? Neyin prototipi?”

Charles, üzerindeki baskının verdiği heyecanla o an aklına gelen ihtimali anlatmaya başladı: “Efendim, eğer birileri yeni pasif sonar teknolojimizden haberdar olduysa sisteme kendini farklı gösterecek bir tuzağı devreye sokmuş olabilir. Böylece bizi bir tehditle karşı karşıya olduğumuza inandırıp, aktif sonarı devreye sokmaya ve yerimizi açık etmeye zorlamış olabilirler.”

Gelişigüzel konuşuyordu ama konuştukça kendi yazdığı senaryoya kendi de inanmaya başlamıştı.

Hargrove, Charles’ın anlattıkları üzerine duraksadı. Gerçek olamayacak kadar büyük bir denizaltının ses karakterini taklit edebilen, binlerce metre derinlikteki korkunç basınç altında serbestçe hareket eden, aktif sonarın dikkatinden kaçabilecek kadar küçük bir tuzak. Bir yem… Bu gerçekten olabilir miydi?

Aslında bazı şeyleri tam olarak açıklayamasa da Charles’ın senaryosu içinde bulundukları duruma gayet güzel uyuyordu. Belki karşı taraf da Leviathan’ın konumundan emin değildi. Ellerindeki veriyi kesinleştirmek için denizaltıyı aktif sonarı kullanmaya zorluyordu.
Eğer bu doğruysa, ciddi bir askeri casusluk komplosuyla karşı karşıya oldukları anlamına geliyordu.

Hargrove, tüm motorların durdurulmasını ve denizaltının pozisyonunu korumasını emretti. İçinde bulundukları koşullarda daha fazla gürültü çıkarmak yerine, sıcak ve soğuk akıntıların kesiştiği yerde, sinyallerin kolayca kırılabileceği bir noktada sessizce beklemek daha uygun olacaktı.

Sıra merkezde bu duruma dair herhangi bir istihbaratın olup olmadığını öğrenmeye gelmişti. Kaptanın verdiği emirle denizaltının üzerinde açılan kapaktan çıkan iletişim dubası, bağlı olduğu çelik kablonun sargısını yavaşça gevşeterek sessizce yüzeye tırmandı. Damon ve ekibinin kurduğu güvenli uydu bağlantısından gelen mesajlar, birkaç dakika içinde kaptanın önündeki ekrandan akmaya başladı.

Fakat raporlarda Hargrove’un görmeyi umduğu hiçbir şey yoktu. Ne bir bölgesel tehdit uyarısı, ne bilinmeyen denizaltı hedeflerine dair bir rapor, ne teknoloji casusluğu konusunda herhangi bir istihbarat bilgisi…

Hargrove’un gözü, denizaltı personelinin ailelerinin gönderdiği mesajlara takıldı. William’ın söylediklerini yeniden düşünür gibi oldu. Ama artık çok geçti. Bu pisliğin ortasına saplanıp kalmışlardı.

Telsizi eline aldı, hedefin saptandığı frekansa dair detayların ve başından beri edindikleri izleme raporlarının komuta merkezine iletmesi için Damon’a talimat verdi.

Damon, Charles’la elindeki bilgileri güncellemeye yönelik son bir koordinasyonun ardından, o ana kadar topladıkları tüm verileri ve rota bilgilerini aktarmaya başladı.

Aktarıma başlamalarının üzerinden saniyeler geçmişti ki, içerdeki tüm ışıkların yanıp sönmesiyle denizaltının gövdesi sertçe sallandı. Herkes neyin buna sebep olduğunu anlamaya çalışırken, Mira’nın heyecan içindeki sesi duyuldu: “Elektromanyetik şok dalgası! Çıkış noktası on iki mil güneybatı, derinlik üç bin beş yüz metre! Anlık bir güç kaybı yaşadık ama pasif sonar devrede!”

Damon’un ekibiyse o kadar şanslı değildi. “Uydu aktarımında sorun var kaptan” dedi Damon, “Biraz önceki güç kesintisi sırasında iletişimimizi kaybettik!”

“Elimizdeki her şeyi gönderebildik mi?” diye sordu Hargrove.

“Emin değilim” dedi Damon. “Gönderdiklerimizin ne kadarının karşıya ulaştığını doğrulayamıyorum.”

Bu beklenmedik gelişme komuta kademesinin oldukça canını sıkmıştı. Fakat dikkatlice bakan biri, Mira’nın yüzündeki endişenin diğerleriyle kıyaslanamayacak kadar belirgin olduğunu görebilirdi. İki eliyle kafasına sıkı sıkıya bastırdığı kulaklıklardan gelen seslerle ifadesi bir anda buz kesti.

“Kaptan, hedef hızla hareket etmeye başladı! Tekrarlıyorum, hedef harekete geçti!”

“Kahretsin!” diye bağırdı Hargrove. Telsizi kaparak savaş odasına seslendi: “Motorlar tam yol ileri! Barton, akustik torpidosavarları fırlatmaya hazırlanın!”

"Akustik sinyallerde herhangi bir ayrılma tespit edemiyorum” dedi Mira.
Hargrove, şaşkınlık içinde Mira’ya baktı.

“Bu şey her neyse, doğrudan üzerimize geliyor!”

- 5 -

Motorların çalışmasıyla hareket eden denizaltının koridorlarında sendeleyerek yürüyen Hargrove, William’a söylendi: “Tam da başımıza bunca gelenden sonra şaşılacak başka bir şey kalmadığını düşünmeye başlamıştım!”

“Şimdi ne yapacaklar?” dedi William. “Denizin dört yüz metre dibinde bizi mi bordalayacaklar?”

“Bilemiyorum” dedi Hargrove. “Tüm bu olup bitenler bana sanki bu dünyadan değilmiş gibi geliyor. Uydu iletişiminin tam frekans raporlarını gönderirken kesilmesi tesadüf olamaz. Belki de onları fark ettiğimizi anladılar, şimdi de bizi susturmaya geliyorlar.”

Son söylediğini pek de inanarak söylememişti. Ama bir an düşününce bunun gerçek olabileceğini fark etti. Hayatı boyunca aradığı o belirsizlik hissinin tam ortasına düşmüştü işte. Ama bu kez durum farklıydı. Belirsizliğin orta yerinden merak veya gizem değil, içten içe büyük bir korku filizleniyordu.

Uzun zamandır ilk defa kalbinin bu kadar hızlı çarptığını hissetti. Yılların yorgunluğunu taşıyan koca kas yığını, denizaltının jet pompalarıyla yarışırcasına göğüs kafesini yumrukluyordu.

Hargrove ve William, denizaltının koridorlarındaki sinir bozucu dağınıklığın arasından geçerek, telaş ve huzursuzluk içinde sağa sola koşturan personelin alelacele verdiği selamlar eşliğinde hızla savaş odasına yöneldi. Hargrove, savaş odasına adımını atar atmaz Harrison’a seslendi:

“Harrison, burnumuzu hedef yönüne doğru çevir! Barton, bir ve iki numaralı torpidoları ateşlemeye hazırlanın!”

William, şaşkınlıkla kaptana baktı.

Hargrove’un verdiği emir üzerine maksimum hıza ulaşan denizaltı, dar bir kavisle burnunu hedefe doğru çevirdi. Mürettebat keskin manevralarla dengesini bulmakta zorlanıyor, herkes bulduğu yere tutunmaya çalışıyordu.

Sonar ekranında Mira’nın işaretlediği noktayı izleyen Hargrove, denizaltının açısını dikkatle takip etti. Denizaltının burnu, hedefin yaklaşma açısıyla kesiştiği anda bağırdı: “Torpido bir ve iki, ateş!”

Geminin burnunda açılan kapaklardan suya düşen bir çift torpido, cüsselerinden beklenmeyecek bir çeviklikle ileri atıldı. Jet pompalarının verdiği itiş gücüyle saatte iki yüz kilometreye yakın bir hızla Leviathan’dan uzaklaşırken, göbek bağıyla annelerine bağlanmış gibi yönlendirme kablolarını da beraberlerinde sürüklüyordu.

“Torpido bir ve iki yola çıktı kaptan” dedi Barton. “Taktik kontrol ünitesi kilitlenebilecek bir ısı veya ses kaynağı algılamıyor!”

“Hedeflemeyi sonar odasından gelecek koordinatlarına göre ayarlayın” dedi Hargrove, “Koşullar ne olursa olsun kablo bağlantılarını koruyun!”

“Fakat Kaptan” dedi Charles, “Prototip sonardan elde ettiğimiz konum bilgileri kabaca tahminlerden ibaret. Yanılma payımız yüzlerce metreyi bulabilir.”

"O zaman en iyi tahminini yap lanet olası!” diye bağırdı Hargrove. “Eğer bu şeyin gövdesinde büyük bir delik açamazsan döndüğümüzde bütün bu olanların sorumluluğunu sana yüklerim!”

William sıkıntıyla boynunu esnetti. Sonar odasında giderek artan baskının farkındaydı. Mira’nın omuzlarındaki yükün ağırlığını da hissedebiliyordu. Ama derdi sadece Mira’yı rahatlatmak değildi. Mira’nın koordinatları doğrulamasını sağlayacak daha fazla ipucuna ihtiyaç duyduğunun farkındaydı.

Bir anda aklına gelen fikirle Charles’a döndü: “Charles, eğer hedefin arkasında bir ses kaynağı yaratabilirsek konumu doğrulamamıza yardımcı olur mu?”

“Bu konuda bir öneriniz varsa hemen duymak isterim efendim.”

"Torpidolardan birini hedefin arkasına dolaştırarak patlatmaktan söz ediyorum.”

Charles’ın gözleri parladı. Hedefin arkasındaki güçlü bir ses kaynağının kendilerine gelen yansımalarını değerlendirerek, arada neler olup bittiğini anlamak mümkün olabilir miydi?

"Sanırım yapabiliriz” dedi Charles, “Fakat çıkacak ses yüzlerce mil öteden duyulacaktır.”

"Zaten şimdiye kadar dünyadaki tüm donanmaları peşimize takacak kadar gürültü yaptık” dedi Hargrove. “Gerekeni yapın!”

Denizin zifiri karanlığında yan yana yüzen iki ölümcül torpido birbirinden ayrılmaya başladı. Torpidolardan biri hızını azaltarak geniş bir daire çizmek için yüzeye doğru yönelirken, diğeri rotasını aşağı çevirerek derin sulara doğru hareket etti.

Barton, cisme yaklaştıkça hedefe kilitlenmelerini sağlayacak olası bir titreşim veya motor sesi yakalamak umuduyla dikkatle torpidodan gelen verileri gözlemliyordu. Mira’nın gönderdiği sonar verisine göre torpido ve hedef aynı düzleme gelmek üzereydi.

Fakat torpido, derin denizden gelen bir hedefi vurmak için tasarlanmamıştı ve bu hızla zorlanmaya devam ederse çok geçmeden tüm yakıtını tüketecekti.

Hedefin Leviathan’a ulaşmasına yaklaşık bir dakika kala torpido ve hedefe dair sinyaller üst üste geldi. Tüm komuta kademesi derin bir sessizliğe büründü. Aradan dakika gibi bir saniye geçti, sonra bir saniye daha…

Üçüncü saniyede iki nokta zıt yönde birbirinden ayrılmaya başladı. Aynı anda Barton’un önündeki ekrandan, torpidonun yüksek frekanslı bir artçı şok dalgasıyla karşılaştığına dair bulgular geliyordu. İki ton ağırlığındaki torpido, karşı yönden hızla gelen dev bir kamyonun rüzgarına kapılmış gibi sertçe savrulmaya başlamıştı.

Barton, bunun ne anlama geldiğini anladığı an dehşet içinde durakladı. Mira’nın tahminleri başından beri doğruydu. Karşı karşıya oldukları şey basit bir tuzaktan ibaret değildi.

Daha önce korkunun hiç bu kadar içine işlediğini hissetmemişti. Olduğu yerde donakaldı.

Ta ki Charles’ın “Barton!” diye haykıran sesi, sonar odasından taşıp denizaltının koridorunda yankılanıncaya kadar.

Barton, şaşkınlığını üzerinden atarak hızla kontrol paneline uzandı. Paneldeki düğmelerden birinin emniyet kapağını kaldırdı, altındaki tuşa kuvvetli bir yumruk indirdi.

- 6 -

Torpidonun ucundaki üç yüz kiloluk savaş başlığı, denizin bin metre derinliğinde kulakları sağır edercesine bir gürültüyle patladı. Derin denizlerde yankılanan patlamanın ses dalgaları denizaltıya ulaştıkça, sonar ekranındaki patlama düzleminde kör bir nokta belirdi. Noktanın konumu, prototip sonarın konum verisiyle üç aşağı beş yukarı uyum gösteriyordu.

Birkaç saniye sonra, derin denizdeki su basıncının patlama nedeniyle oluşan hava kabarcığını yeniden sıkıştırmasıyla oluşan artçı patlamalara ait şok dalgaları da sonarda yankılanmaya başladı.

Mira tam da bunu bekliyordu. Hemen patlama ve artçı şok dalgaları arasına kör nokta koordinatlarını birleştiren bir vektör yerleştirdi. “Onu yakaladık!” dedi Mira. “Hızı yaklaşık iki yüz otuz deniz mili! Tanrım, dünya üzerinde bu hızda yüzebilen bir şey olduğunu bilmiyordum!”

Hargrove, doğrudan üzerlerine doğru yönelen cisme baktı. Yaklaşık bir dakikadan az bir süre içinde temas kaçınılmaz görünüyordu. Kaçış manevrası veya ikinci bir saldırı için yeterli zamanları yoktu. Olası bir tahliye planı için daha fazla zaman kaybetmek istemiyordu. “Harrison, bizi hemen yüzeye çıkar” diye bağırdı. “Bu şey kimseyle iletişim kurmaya çalışmıyor mu?”

“Negatif Kaptan” diye cevapladı Damon.

Denizaltının kalbindeki nükleer reaktörden güç alan pompaların tanklardaki suyu denize boşaltmasıyla, binlerce tonluk makine burnunu kaldırarak hızla su yüzeyine doğru tırmanışa geçti. Personel düşmemek için sağda solda bulduğu sabit cisimlere ve trabzanlara tutunuyor, düzgün sabitlenmemiş malzemeler gürültüyle aşağı yuvarlanıyordu.

Dünyanın en sessiz ölüm makinelerinden biri olmakla övünen denizaltı, karnaval yeri gibi ses çıkarmaya başlamıştı.

Sert manevraların etkisiyle oturduğu yerde düzgün durmakta zorlanan Barton, konsola vurduğu kafasının acısıyla sağlam bir küfür savurdu. “Kahretsin, bunlar kıçını böyle salladıkça önümü görmemi nasıl bekliyorlar” diye söylenerek telsizi eline aldı. “Charles, bana kilitlenecek bir şeyler lazım! Siz kahrolası herifler orada ne yapıyorsunuz?”

Sonar odasındakiler sanki bu sitemi bekliyormuşçasına Barton’un ekranında büyük, kırmızı bir nokta belirdi. Hedefle aralarında fazla bir mesafe kalmamış görünüyordu.

Düşünecek vakti yoktu. Hemen geniş bir yay çizmek üzere su yüzeyine yolladığı torpidonun kontrollerini ele alarak torpidoyu hedefin denizaltıyla kesişeceği noktaya yönlendirdi. Hızlanan torpido, burnunu aşağı çevirerek denizaltının ucuna doğru yıldırım hızıyla hareket etmeye başladı.

Artık herkes nefesini tutmuş, bundan sonra neler olacağına odaklanmıştı. Gözler sonar ekranına kilitlendi. Hedef ve torpido bir kez daha üst üste gelmek üzereydi.

Çarpışmaya saniyeler kala, komuta odasındaki telaş yerini ağır ve endişe dolu bir sessizliğe bıraktı.

Dört saniye… Hızla kıpırdayan dudaklardan belli belirsiz dualar yükselmeye başladı.

Üç saniye… Buldukları yere mengene gibi tutunan mürettebatın parmaklarından çatırtılar geliyordu.

İki saniye… Komuta odasındaki gerilim elle tutulacak hale geldi, dişler kenetlendi.

Bir saniye… Vücutlar şiddetli bir çarpışmanın beklentisiyle gerildi, refleksler bilendi, nefesler tutuldu.

Sıfır saniye…

Giderek yaklaşan keskin bir ıslık sesi denizaltının koridorlarını doldurdu. Ardından gök gürültüsünü andıran patlama, derinlikleri yırtarcasına denizaltının gövdesinde yankılandı.

Şok dalgaları altında inleyen gövdeden ıstırap içindeki bir devin çığlığını andıran sesler yükseldi. Alarmlar çalmaya, ışıklar yanıp sönmeye başladı.

Kaptan Hargrove, bir şeyin ellerini tutunduğu yerden sökmeye çalıştığını hissetti. Sanki yerçekimi ortadan kaybolmuş gibiydi. Zaman yavaşladı, ayakları yerden kesildi. Etrafındaki sesler, yerini boğuk ve anlaşılmayan yankılara bıraktı.

Ayakları yerden kesilen sadece kendisi değildi. Etrafındaki herkes, her şey kendisiyle birlikte havalanmaya başlamıştı. William’ın giderek uzaklaştığını gördü. Yaşadığı şok yüzünden zar zor aralayabildiği gözleriyle neler olup bittiğini anlamaya çalışıyordu.

William bağırarak Hargrove’a bir şeyler söylemeye çalışıyordu. Ama söyledikleri anlaşılmıyordu.

Hargrove, ağırlıksız kalan bedeni tavana doğru yaklaştıkça neler olup bittiğinin farkına vardı. Gemi kendi etrafında dönüyor, taban ve tavan yer değiştiriyordu. Tüm mürettebat sallanan bir kutunun içindeki küçük birer böcek gibi etrafa savrulmuştu. Çoğunun kafası ve vücudu şiddetli çarpışmadan dolayı yara bere içindeydi. Bazıları bilincini çoktan kaybetmiş, geminin dönüşüyle gelişigüzel sağa sola sürükleniyordu.

Soğuk metal duvara sırtını çarpan Hargrove’un yüzü acı içinde gerildi. Kopan borulardan fışkıran gazlar ve hasar gören sistemlerden sıçrayan kıvılcımlar arasında, gerçek zaman algısı geri gelmeye başladı. Her yerden sular fışkırıyor, yaralardan akan kanlar tabanda biriken suyu kızıla boyuyordu.

Gözü gemiyi acil durumda su yüzüne çıkaracak valflere takıldı. Valfin yanında dengesini bulmaya çalışan bir denizaltı subayı, panik içinde yanındaki demir parçasına sıkı sıkıya tutunmuştu.

Hargrove, subaya doğru olanca gücüyle “Valf!” diye bağırdı. “Valfi çek!”

Birkaç saniye içinde üç yüz atmosfer basınçla sarnıçlardan dışarı atılan yüzlerce ton suyun sesi denizaltının gövdesinde yankılandı. Denizaltı, kendisini su altında tutan bağlardan kurtulmak istercesine yüzeye doğru hızlı bir hamle yapmaya yeltendi.

Ama yerinden kımıldayamadı.

Denizaltıyı tutan şey, bir an önce yüzeye çıkmak için can atan dev ölüm makinesini su altında tutmaya yetecek kadar güçlü bir şekilde karşı koyuyordu. Yine de yaptıkları müdahale en azından yuvarlanmayı durdurmaya yetmiş gibiydi.

Hargrove, sallanan zeminde dengesini bulmaya çalıştı. Su altında birilerinin böyle bir saldırıda bulunmaya cesaret ettiğine inanamıyordu. Yavaşça doğrulurken bacağına büyükçe bir demir parçasının saplandığını gördü. Yaşadığı şok yüzünden yaranın acısını hissetmeye bile fırsat bulamamıştı.

Denizaltının pruvasından gelen kulakları sağır edecek bir gürültünün ardından tekrar geriye yuvarlandı.

- 7 -

Derinlerdeki cisim çevresiyle mükemmel bir uyum içinde, sanki orada hiç var olmamışçasına sessizce bekliyordu.

Ön kısmındaki ağza benzer yapının ortasında, dev bir gövdenin üzerine yerleştirilmiş küçük, kokpite benzeyen şeffaf bir kısım vardı. Birbirine eklenmiş katlar halinde uzanan gövdesi, yüzlerce metre uzunluğunda bir kuyruk gibi peşine takılmıştı.

Gövdenin ön kısmından ileri uzanan dört devasa kanca, milyonlarca yıllık evrimle bilenmiş bir yırtıcının pençeleri gibi öne doğru kıvrılmıştı. Bu haliyle avını kucaklamak için su altında kamufle olmuş dev bir yırtıcıdan farkı yoktu.

Suyu kolayca yarmak için sivrilmiş burnu ve neredeyse kusursuz damla formunu andıran gövdesiyle, sürtünmeyi ortadan kaldıran ideal bir hidrodinamik yapıya sahipti. Yüzeyi kaplayan materyal, yüksek hızla yüzerken suyun direncini daha da azaltmasına yardımcı olacak karmaşık motiflerle bezenmişti.

En şaşırtıcı özelliği kamuflajında gizliydi. Merkezi sinir sistemiyle uyum içindeki optik tarayıcılar, farklı açılarına bağlı olarak sonik ve optik kamuflajı düzenleyebilmek için yüzey kaplamasıyla sürekli olarak etkileşim halindeydi.

Onu nasıl fark edebildiklerini bilmiyordu. Ama görmüşlerdi. Çift yönlü iletişimin kodlarını çözerek elde ettiği bulgular, varlığına dair güçlü bir şüpheye işaret ediyordu.

Uzun menzilli saldırılar için tasarlanmamıştı ve silahsızdı. Yine de ilk iş olarak iletişimi kesintiye uğratması gerektiğini biliyordu.

Üzerinde taşıdığı organik reaktörden birini suya bırakarak hızla ileri doğru atıldı. Suyun içinde serbest kalan reaktör, enerji çıkışını denetleyecek sistemlerle bağlantısı kalmayınca kontrolden çıktı ve birkaç saniye içinde yüksek güçte mikrodalga yayarak bileşenlerine ayrıldı.

Aradaki yoğun su kütlesi nedeniyle elektromanyetik patlamanın yarattığı mikrodalga muhtemelen denizaltının ana sistemlerine zarar vermeyecek, yalnızca hassas devreleri kızartmakla yetinecekti.

Üzerine gelen ilk torpidoyu hızlı bir manevrayla savuşturdu. Saldırmaları umurunda değildi. Birkaç saniye sonra arkasında hissettiği, büyükçe bir kruvazörü denizin derinliklerine gömebilecek şiddetteki patlamayla ilgilenmedi bile.

Hedefe yaklaştığında suya düştüğü andan itibaren farkında olduğu ikinci torpidonun denizaltı ile arasındaki boşluğa doğru yöneldiğini hesapladı. Torpidonun pozisyonuna bakılırsa hedefleme sistemleri konumunu tahmin etmekte bir hayli yol almışa benziyordu. Pozisyonunu kendi rotasına göre ayarlıyor, cismi kesişim noktasında yakalamak üzere konumunu aktif olarak düzeltiyordu.

Bunu nasıl yapabiliyorlardı?

Bu ilkel türün kendi üzerine yollayacağı herhangi bir şeyi kolayca savuşturabilirdi. Ama yönünü değiştirmedi. İletişimin toparlanmasına fırsat vermemeliydi.

Üzerine gelen torpidonun yanından hızla geçerken ikinci patlama gerçekleşti. Patlama bu kez çok daha yakınındaydı. Savrulmamak için kendi etrafında hızla dönerek hedefe doğru yaklaştı, yaklaştı…

Sivri uzantılarını dev bir örümceğin dişleri gibi denizaltının gövdesine yapıştırdı.

Birbirine yapışan iki dev kütle, suyun içinde kenetlenerek ölümcül bir spiralin içinde dönmeye başladı. Binlerce tonluk çelik yığını, kendisinden iki kat büyük yırtıcının pençeleri arasında çırpınan bir av gibi savruluyordu.

Aniden, son bir çareden medet umarcasına sarnıçlarındaki binlerce ton suyu saniyeler içinde denize boşalttı.

Ağırlıklarından kurtulan denizaltı, bir an önce su üstüne çıkmaya çalışan dev bir balon gibi hamle yapmaya yeltendi. Fakat kendisini tutan şey buna izin verecek gibi değildi.

Köprünün arkasına kadar uzanan dört dev kanca, saplandıkları yerden denizaltıyı kucaklayarak kendine doğru çekti. Neredeyse iki bin metre derinliğe kadar dayanabilecek kadar sağlam üretilmiş çift katlı metal gövde, acı sesler çıkararak esnemeye başladı.

Yüzeye çıkmaya çalışan denizaltı ve onu tutmaya çalışan gücün gövde üzerinde oluşturduğu baskıyla, torpido kapaklarından biri parçalanarak dışarı fırladı.

Kapağın fırlamasıyla sert bir şekilde fırlatma tankının duvarına çarpan torpidonun gövdesinde derin bir çatlak oluştu. Çatlaktan torpidonun su altında yol almak için kullandığı yakıt sızmaya başladı.

Sızan yakıt, bolca bakır içeren torpido tüpleriyle temas ettiğinde bakırın katalizör etkisi zincirleme bir kimyasal ayrışmayı tetikledi. Yakıt hızla parçalanarak yanıcı gazlar açığa çıkarıyor, bakırla buluşan maddenin hacmi hızla genişliyordu.

Oluşan yüksek basıncın yükleme kapağının esnetmesiyle açılan aralıktan fışkıran su, birinci kompartmanda yer alan personelden hala kendinde olanları hızla çarparak yere düşürdü. Barton, başındaki yaradan akan kanla karışık deniz suyunun ıslattığı yüzünü silerek ayağa kalktı.

Biraz önce olan bitene hala anlam verememiş olsa da, böylesine büyük bir arbededen yalnızca esnemiş bir yükleme kapağıyla kurtulabildiklerine inanamıyordu. Hemen açılan gedikten sızan suyu engellemek için torpido kapağına yüklenerek kapatmaya çalışanların yardımına koştu.

Fakat suda bir gariplik vardı. Çatlaktan sızan suyla birlikte gelen hava kompartımanı burunlarından girip genizlerini yakan keskin bir kokuyla dolduruyor, nefes almak işkenceye dönüşüyordu.

Barton, ne olduğunu anladığında gözleri faltaşı gibi açıldı. Personeli uyarmak için gücü yettiğince bağırmaya yeltendi.

Çığlığı yarım kaldı…

Fırlatma tüpü, küçük bir alanda biriken gazları hızla uzaklaştırabilecek genişlikte değildi. Sıkışan basınç, torpidonun gövdesine yüklenmeye başladı. Yüksek basınç altında ezilen gövdenin üzerindeki çatlak giderek genişledi, yakıt deposu parçalanarak açığa çıktı.

Yüksek basınç altıda sıkışan yakıtın alev almasıyla torpido kulakları sağır eden bir gürültüyle patladı. Yükleme kapağı yerinden koparıp kompartımanın içine savurdu.

İki bin yedi yüz derecelik sıcak hava dalgası bir anda torpido odasına hücum etti. Yükleme için depolanmış savaş başlıkları, neredeyse güneş yüzeyi kadar sıcak ortamda birbiri ardına patlamaya başladı.

Birkaç saniye içinde denizaltının önünde dev bir oyuk oluştu. Gemi dördüncü kompartmana kadar boydan boya yarıldı. Atlas okyanusunun hırçın suları saniyede doksan bin litre hızla açılan gediklerden içeriye püskürdü. Onlarca denizcinin sessiz çığlığı, bir daha duyulmamak üzere okyanus sularında kayboldu.

Denizaltının burnundaki büyük patlama, onu sıkıca tutan şeyi de etkilemiş gibiydi. Denizaltıya sarılan pençelerden üçü, cansız bir örümceğin kolları gibi kenara düştü.

Birbirine bağlı iki kütle, okyanusun derinliklerine doğru sürüklenmeye başladı.

- 8 -

Hargrove, acil durum sistemlerinden yansıyan loş kırmızı ışıkta sarsıntının şaşkınlığını üzerinden atmaya çalışıyordu. Kendine geldiğinde Charles’ın yanı başında durduğunu gördü. Gözleri acıyla kapanmış, öylece kaskatı kalakalmıştı. Omuzlarından tutup sarsarak uyandırmaya çalıştı. Charles’ın başı yana düştü.

Hargrove, kocaman bir demir parçasının Charles’ın sırtından girip göğsünden çıktığını fark etti. Dehşetle geriye çekildi.

Ayağa kalktı, neler olduğunu daha iyi görmek istiyordu. Doğrulmak isterken bacağındaki inanılmaz acıyla tekrar dizlerinin üzerine yığıldı. Tutunabileceği bir şeylere ihtiyacı vardı.

Birden güçlü bir elin gövdesini koltuk altlarını kavradığını hissetti. Kendisini tutan el, kontrol odasının ortasına doğru fırlattı.

“Hepimizi öldürdün!” diye bağırdı Harrison. Yüzünden kan sızıyordu. “Şu hale bak! Hepimiz öldük! Hepsi senin yüzünden!”

Öfke içinde kaptana doğru adım atmaya hazırlanırken suratında patlayan sert bir yumrukla dengesini kaybederek yere yuvarlandı.

“Kendine gel!” diye bağırdı William bileğini ovuşturarak. “Şimdi bunun zamanı değil!”

Hargrove’un içi tarifsiz bir pişmanlıkla doldu. Harrison’ın acı dolu bakışlarındaki haklılık payını görebiliyordu.

Bir an için mürettebatın yüzleri gözünün önüne geldi. Gönderilmemiş mektupları, söylenmemiş sözleri, gerçekleşmemiş umutları, hayalleri düşündü. Ona güvenmişlerdi, onun arkasından gitmişlerdi ama çoğu artık hayatta değildi.

Yine de hala tamamlaması gereken bir görev vardı. Eliyle yüzünü sildi. “Durumumuz nedir?”

“Denizaltının ön kısmı tamamen parçalandı” diye cevapladı William.

“Kurtulan var mı?”

“İlk dört kompartmanla iletişim tamamen kesildi. Diğer kısımlardan da kimse çağrılarımıza cevap vermiyor.”

“Nükleer silo?”

“Ciddi hasar var. Füze kontrol sistemlerinin çoğu çalışmıyor.”

“Peki nasıl yüzüyoruz?”

“Yüzemiyoruz” dedi Harrison düştüğü yerden çenesini ovuşturarak. William’a sert bir bakış fırlattı. Sesinde keskin bir acı vardı. “Motorlar durdu. Reaktör soğutması çalışmıyor. Çekirdeğin erimesiyle aramızda bir çatlak mesafe kaldı.”

Parmağıyla denizaltının yüzeyinden gelen sesleri işaret etti: “Tabii daha önce yüksek basınçla ezilip gitmezsek.”

Elini cebine götürdü. Naylona sarılmış bir sigara paketi çıkardı, ucunu açıp salladı. “Derinliğimiz iki yüz metreyi geçti. Normalde külçe gibi denizin dibini boylamamız lazımdı ama bu şey bizi yavaşlatıyor. Bu gövdeyle daha ne kadar dayanabiliriz bilmiyorum.”

Paketten çıkardığı sigarayı dudağına götürüp çakmağı eline aldı. “Kısacası kaptan” dedi Harrison, “Artık hepimiz ölüyüz. Sen, ben, hepimiz.”

Etrafındaki cesetlere baktı. “Peşine düştüğün şey yüzünden burada kapana kısıldık. Birkaç dakika daha fazla yaşamak hiçbirimizi onlardan daha şanslı yapmayacak.”

Denizaltı gövdesindeki çelik kaplama soyuluyormuşçasına keskin uğultuyla sallandı. Tavanda açılan ince yarıktan içeriye basınçlı su püskürmeye başladı.

Harrison sigarayı elinden düşürdü. Deniz suyuyla sırılsıklam olan sigaraya baktı, “Allah kahretsin” diye söylendi.

William’ın gözü kontrol panelindeki hareketliliğe takıldı. Ekranda bazı sembollerin yer değiştirip duruyordu. Satırlardan birkaç tanesi çoktan yerine oturmuştu bile. Ekrana doğru yaklaştı:

“Bunlar nükleer ateşleme kodları” dedi. “Bir şey ateşleme kodlarımıza müdahale ediyor!”

Hargrove bacağını tutarak doğruldu. Harrison’a döndü.

“Haklısın Harrison,” dedi. “Burada hepimiz kapana kısıldık. Artık hepimiz birer ölüyüz. Ama bu şey de bizimle geliyor.”

Ses tonu yine bildik kararlılığına büründü. “William, çalışan füzelerin ateşleme sistemlerini aktif hale getirebilir misin?”

“Barton olmadan zor, ama sanırım yapabilirim” dedi William.

“Harrison, ateşleme sisteminin koordinatlarını en son bilinen koordinatlarımıza ayarlayıp kapakları açmamız lazım.”

“Derinliğimiz üç yüz metreyi geçti” dedi Harrison. “Bu derinlikten füze ateşleyemeyiz.”

“Biliyorum. Ama denememiz lazım.”

Kontrol odasında yavaşça genişleyen yarıktan fışkıran buz gibi su diz kapağı seviyesine kadar ulaşmıştı. Harrison sistemlerin başında birbiri ardına tuşlara basıyordu. “Ulaşabildiğim füzelerin ateşleme sistemlerini aktif hale getirdim” dedi William.

“Harrison, koordinatlarımız hazır mı?”

“Hazır.” Girdiği rakamlara baktı. “Bunu gerçekten yapıyoruz, öyle mi?”

Hargrove cevap vermedi. “Will, kaç füzemiz var?”

William tuzlu sudan yanan gözlerini ovuşturarak göstergeleri bir kez daha kontrol etti. “Sanırım üç tane.”

Derinlik üç yüz elli metreyi geçmişti. Denizaltının burnu aşağı dönmeye başlamıştı. Kaybedecek vakitleri yoktu.

Kaptan bacağını sürükleyerek nükleer başlıkları aktif hale getiren anahtarı boynundan çıkardı. William’a baktı. “Üç dediğimde, üç!”

Hargrove ve William, anahtarlarını ateşleme yuvasına sokup aynı anda çevirdiler.

Dondurucu su dizlerinin bağını çözüyor, sudaki tuz yaralarının acısını daha da artırıyordu. Hargrove’un gözü suda yüzen bir fotoğrafa takıldı. Küçük bir kız çocuğu vardı fotoğrafta. Kim bilir kimin cebinden kayıp gitmişti…

Yarı batık haldeki sonar istasyonuna baktı. Mira’yı görmeye çalıştı. Baktığı yerde kimse yoktu.
William’a döndü. “Buraya kadar” dedi, bitkin bir halde.

“Buraya kadar” dedi William.

Bir köşede hala sigarasını yakmaya çalışan Harrison bağırdı: “Gevezeliği bırakın da yapın artık şunu!”

Hargrove, ateşleme düğmesini eline aldı. Kırmızı renkteki tetiğin üzerindeki koruyucu kapağı kaldırdı.

Başını arkaya yasladı, gözlerini kapattı. Başparmağını sıkıca tetiğin üzerine bastırdı.

- 9 -

Elektronik sistemlerden gelen ateşleme komutu, anında fırlatma rampalarına ulaştı. Siloların bazılarının kapakları açılmayacak şekilde parçalanmış, roketlerin büyük bir kısmı fırlatma komutunu alamayacak ölçüde hasar görmüştü.

Rampadaki roketlerden sadece üç tanesi kendilerine gelen ölümcül çağrıya cevap verdi.
Roketlerin altındaki titanyum alaşımlı hazneleri dolduran küçük patlayıcılar birbiri ardına ateşlendi. Patlayıcıların hemen üstündeki silolarda yer alan su anında buharlaştı. Roketler sıcak buharın itmesiyle hızla rampalarından çıkıp okyanusa doğru fırladı.

Roketlerden bir tanesi fırlatma sırasında tam açılmayan kapağın kenarına sürttü. Gövde yırtılarak iç katmanı dolduran nitrojen gazını açığa çıkardı. Nitrojen bulutu, hemen yanından fırlayan roketin açısını değiştirerek normalden daha hızlı yükselmesine neden oldu. Ana ateşleme sistemini kontrol eden ataletsel hareket algılayıcıları, eksendeki açı kaymasını su yüzeyine çıkan roketin geriye düşmesi şeklinde yorumlayarak ana iticileri çalıştırdı.

Motorların çalışmasıyla roket bir kez daha su yüzeyine doğru tırmandı. Fakat atmosferik koşullar için tasarlanan itici sistem su altında yol almak için uygun değildi ve çok kısa sürede devre dışı kalacaktı. Yine de roketi su yüzeyine yakın bir noktaya kadar taşımayı başardı.

GPS ve ataletsel navigasyon aynı anda devreye girdi. Her ikisi de füzenin hedefin tam üzerinde olduğunu teyit ediyordu.

Derin mavinin hemen altında gözleri kör eden bir kıvılcım çaktı. Kıvılcımın olduğu yerden okyanus ikiye ayrıldı, boşluğun ortasında öfkeli bir tanrının laneti gibi ateşten bir çiçek belirdi. Gökyüzü binlerce güneş aynı anda doğmuş gibi aydınlandı, dalgalar kemiklerine kadar kavruldu.

Yüzlerce ruhun son çığlıklarıyla yankılanan dev mantar bulutu, göğe doğru yükselmeye başladı.