15 yıllık düşünce, uzun zamana yayılan bir yazım süreci, ömür geçiyor endişesiyle hızlı bir sprint ve üçlemenin ilk kitabı Leke nihayet hazır.
Roman bir İngiliz nükleer balistik denizaltısının Atlas Okyanusu’nda devriye gezerken bilinmeyen bir varlığın saldırısına uğramasıyla başlıyor ve devamında tüm dünyayı kaosa sürükleyen olaylar zinciri eşliğinde insanın aklına iki soru düşürüyor. Bu dünyanın sahibi gerçekten bizler miyiz, dahası bizler gerçekten de bu dünyaya mı aitiz?
Yazım biçimi olarak Hard Sci-Fi tarzını belirledim. Günümüz sayılabilecek kadar yakın bir gelecek kurgusu dahilinde, her şeyi kendi içinde tutarlı ve okuyucuya “bu iş olsaydı gerçekten de böyle olurdu” diyebileceği bir şekle oturttum. Bilimsel doğruluk ön planda, sihirli değnek yok, mucizevi teknolojiler veya tesadüfler yok.
Hikaye aslında üçleme olmayacaktı ama adı sanı duyulmamış bir yazarın 700-800 sayfa sürecek hikayesini kim basar ki dedim ve hikayeyi üçe ayırdım. Şu an yayıncı arayışındayım. Acele etmeden, yavaş yavaş. Bir yandan da ikinciyi yazmaya başladım. Bakalım zaman ne gösterecek.
İlk kitap 7 bölümden oluşuyor. İlk bölümü buraya parça parça atayım istedim. Kim bilir, belki bir gün elinize alıp sayfaları çevirerek okuma fırsatınız da olur. Hem devamını daha yazmak için motivasyon da sağlar.
Varsa yorum ve eleştirilerinizi okumaktan memnun olurum.
BÖLÜM 1: İNTİKAM
- 1 -
20 Ağustos. Kuzey yarımkürede yaz sıcaklarının iyice bastırmasıyla, büyük şehirlerdeki kalabalığın akın akın geldiği sahillerde neredeyse adım atacak yer kalmamıştı. Uçsuz bucaksız mavilik dev bir huzurun simgesi gibi ufuk çizgisinin ötesine doğru uzanıyor, hayat mutlu bir umursamazlıkla çevrelenmiş hoş kokulu bir tütsü gibi iki mavinin arasında kayboluyordu. Gündelik yaşamın yıl boyu biriken stresi çıplak ayaklardan sayısız kum tanelerine akıyor, insanlar serinlemek için kendilerini yumuşacık bir yatağın yeni serilmiş masmavi çarşaflarına dolamak istercesine denizin soğuk sularına bırakıyordu.
Hiçbiri, kaderlerinin sonsuza dek değişmek üzere olduğunun farkında değildi.
Atlas okyanusunun ortalarında bir yerlerde, denizin dört yüz metre derinlerinde devasa bir gölge hafifçe kıpırdandı. Karanlık suları kendine siper eden kıyamet makinesi, üzerindeki onlarca atmosferlik basınca aldırmadan, sessizce hareket etti.
Kaptan Alistair Hargrove, bir önceki günün neredeyse aynısı olan raporları gözden geçirmeye ara verip omuzlarını geriye doğru esnetti. Sualtı devriyeleriyle geçen otuz yılın ardından artık kendini iyice yorgun hissediyordu. Nükleer bir denizaltının kaptanı olarak dünyanın kaderini elinde tutan bir avuç insandan biri olmak, gerçekten de normal bir insanın taşıyabileceği yük değildi.
Gerçi Hargrove da normal biri sayılmazdı. Bulunduğu konum olağanüstü bir sağduyuya, insanüstü bir sabra, çelik gibi sinirlere sahip olmayı gerektiriyordu. Gördükleri özel eğitim ve uyguladığı sıkı disiplin olmasa gece gündüz ayrımının bile olmadığı bu daracık metal kutuda daha bir hafta bile geçmeden çıldırmak işten değildi.
Fakat Hargrove son zamanlarda taşıdığı sorumluluğun üstüne bindirdiği yükün ağırlığını daha fazla hissetmeye başlamıştı. İçindeki giderek büyüyen sıkıntıya anlam veremediği gibi, buna bir türlü engel olamıyordu.
Derin bir iç geçirdi. Geriye doğru esnettiği omuzlarına yarım daire çizdirerek yeniden masaya eğildi. Her gün aynılarını defalarca okuduğu raporları bir kez daha gözden geçirmeye koyuldu.
Hargrove’un sıkıntısının tek kaynağı, bazen üç ay boyunca su yüzüne çıkmadıkları bu daracık gemide disiplini sağlamaktan ibaret değildi. Soğuk savaş dönemi bittiğinden beri olası bir nükleer kıyametin kendi ömründe gerçekleşmeyeceğine artık iyiden iyiye inanmaya başlamıştı.
Fakat her gün aynı şeyleri yaparak belki de hiç gelmeyecek bir günü beklemek artık ona ağır geliyordu. Hayatının bir parçası haline gelen belirsizlik çelik bir halat gibi gerilmiş sinirlerinden her gün birkaç tel daha koparıyor, vücudundaki birkaç kılın daha ağarmasına neden oluyordu.
Hani bunun ne demek olduğunun farkında olmasa, biraz hareket istediğini söyleyecekti.
Gün ışığının milyonlarca yıldır ulaşamadığı, basıncın insanın göğüs kafesini sırtına yapıştıracak kadar yüksek olduğu derinlikte denizaltı sessizce ilerliyordu. Burada yaşamla ölümü ayıran çizgi, etraflarını çevreleyen iki katlı metal bir zırhtan ibaretti.
HMS Leviathan, İngiltere’nin tüm nükleer gücünü temsil eden Vanguard sınıfı nükleer denizaltıların donanmaya katılan son üyesiydi. Yakıt almadan dünyanın çevresini kırk kere dolaşmasına yetecek kadar enerji sağlayabilen gelişmiş bir nükleer reaktöre sahipti. Jet itmeli motoru fısıltı gibi çalışıyor, özel zırh altı izolasyonu sayesinde yüzerken yavru bir yunus kadar bile ses çıkarmıyordu.
Geminin derin sularda böylesine iz bırakmadan sessizce yol almasının tek bir sebebi vardı: İntikam.
Leviathan, diğer Vanguard sınıfı denizaltılarda olduğu gibi toplam kırk sekiz nükleer başlık taşıyan, kıtalararası menzile sahip on altı tane balistik füzeyle donatılmıştı. Her bir başlık, ortalama büyüklükte bir şehri haritadan silmeye yetecek güce sahipti. Eğer İngiltere bir gün beklenmedik bir nükleer saldırıya maruz kalırsa, donanmaya ait nükleer denizaltılar yüzeye yaklaşacak ve füzelerini ateşleyecekti.
Tüm mürettebat, bunun dünyada kıyametin kopmasına dakikalar kaldığı anlamına geldiğini çok iyi biliyordu. Sevdikleri birçok kişiyi kaybetmek üzere olduklarını, hiç tanımadıkları milyonlarca yaşamı birkaç tuşa basarak dakikalar içinde küle dönüştüreceklerini de.
“Eğer bir gün bunu yapmak zorunda kalırsak” diye düşündü Hargrove, “Hangi tanrı bizi affedecek kadar büyük olabilir ki?”
Yüzüne sıkıntıyla karışık belli belirsiz bir gülümseme belirdi.
“Belki de astronot olmalıydım” diye mırıldandı.