Nevidolin Yıllıkları

Aylardır yazamadığımdan bahsetmiştim. Ne aklıma fikir geliyor, ne de elim bir şeyler yazmaya varıyordu. Aniden kafamda bir hikaye belirdi, yazabilecek miyim diye denedim, beni şaşırtan şey yazabilmem oldu. Aslında hikayeyi çok beğendim. Ulan harbiden kafam çalışıyormuş, dediğim anlardan biri oldu. Bunu kendime saklasam mı diye düşündüm. Sonra vazgeçtim. Yayınevine yollasam kabul edilmeyecek zaten. Tarihin en iyi kurgusunu yazsam bile okuyacaklarını düşünmüyorum. Eğer sizler tarafından da beğenilirse, hikayeye forumda devam etmek isterim. Forum için özel bir hikaye yazmış olmak hoşuma gider. İlk bölümü şöyle huzurlarınıza sunup kenara çekileyim.

1.Bölüm - Talim Alanının Ardı

Başçavuş Vanueila, ağzındaki sigara bitmeden yenisini yaktı. Dibi görmüş sigarasından ufak duman daha alıp bir kenara fırlattı. Ağzına koyduğu yeni sigarasından uzun bir duman çekti. Sonra geniş geniş üfledi dumanı. Bacak bacak üstüne attı, elini masanın köşesine dayadı: ceviz ağacından yapılmış, eski püskü bir masa, üzerinde kınında olan bir kılıç duruyordu. Vanueila, orduya yeni katılmış talim gören askerleri seyrediyordu.

Masanın öbür köşesinde ise Onbaşı Gauvba oturuyordu. Kalkıp bıyıkaltından söylenerek Vanueila’nın fırlattığı sigaranın üstünü çiğnedi.

Oturdukları yer geniş, düz bir ovaydı. Fakat arkaları ise sık, ağaçlık bir orman.

Vanueila rahat biriydi özünde. Haddinden fazla rahattı sanırım.

Gauvba kesinlikle onun aksiydi: Yükselmek, şan, şöhret ve para; Gauvba bunları düşlüyordu. Yetenekleri el verir miydi meçhul. Bunun için ne kadar çaba sarf ediyordu, bu da başka bir bilinmezlikti.

Onbaşı Gauvba tekrardan sandalyesine oturdu ve kollarını göğsünde bağladı. ‘‘Berbat bir gün. Şu an fahişe göğsü emiyor olmamız lazımdı.’’

Başçavuş Vanueila sigarasını ağzının kenarında tutuyordu. Dumanı yakmasın diye sol gözünü kısmıştı. Sigarasından nefes alıp dumanını Gauvba’ya taraf üfledi. ‘‘Aynı zamanda talim yapıyor olmamız lazımdı. Demek bazı şeyler olmasa da olurmuş.’’

Onbaşı Gauvba sıkkın bir nida patlattı. ‘‘Neden bir şeyler yapmıyoruz? Akşamları takılmak, sigara tüttürmek, bunlar tamam. Neden kadınların tadına bakmıyoruz?’’

Vanueila sigarasını hafifçe dürtükleyip ucundaki külün birazını düşürdü. Arkadan bağladığı uzun, kumral saçlarını çözdü. ‘‘Çoğul konuşma.’’ Sigarasını ağzına götürüp geniş geniş içine çektikten sonra üfledi tüm dumanı. ‘‘Sen yapıyorsun. Hem de her gece. Bu kafayla gidersen en fazla Teğmen olursun. O da bu sıkıcı, sakin hayattan kurtulur da savaş görürsek, belki.’’

Gauvba yeni tıraş ettiği yanağını kaşıdı, Vanueila’ya çirkin bir bakış attı. ‘‘Sigara içmekten iyidir, hem en azından senin rütbeni geçiyorum,’’ diye sessizce söylendi.

O sıra talim alanından biri yaklaşıyordu.

Bir rütbeli: Binbaşı Cadatrel. Daha 100 metre kadar uzaklıktaydı fakat Gauvba ayağa fırladı. Oturduğu sandalyeye astığı ceketini giydi, üstündeki kırışıklıkları olabildiğince dövdü ve yaz sıcağının altında pişmiş ayaklarını tekrardan botlarına geçirmeye çabaladı; sağ ayağını geçirdi, bağcıklarını halletti ancak öteki ayağına botu giydirmeye çalışırken soluna doğru ağdı ve yere düştü. Ağız dolusu küfürler ederek ayağa kalkmasının ardından Binbaşı Cadatrel ile göz göze geldi.

Onbaşı Gauvba hemen selam verip tekmil duruma geçti.

Binbaşı Cadatrel başını sertçe aşağı salladı.

Başçavuş Vanueila ise yeni sigarasını yakmak için gömlek cebindeki sigara paketini aldı.

Saçları ağarmış Binbaşı Cadatrel, ‘‘Başçavuş ile konuşacaklarımız var,’’ dedi babacan sesiyle.

Onbaşı Gauvba kısa bir baş selamlaması verdi ve sol ayağındaki botun bağcıklarını içine sıkıştırıp hızlı adımlarla oradan uzaklaştı.

Binbaşı Cadatrel, Gauvba’nın gidişini seyretti. Ve sonra döndü, ‘‘Rahatsız etmiyorum ya,’’ dedi kinayeli bir ses tonuyla.

‘‘Ediyorsun,’’ dedi Başçavuş Vanueila. ‘‘Önümden çekilirsen talimi izlemeye devam edebilirim.’’

Binbaşı Cadatrel gülümsedi. Neyse oydu Başçavuş. Cadatrel ağzının payını verebilirdi ama bunu yapmayacaktı. Zaten kimse de uğraşmak istemezdi onunla.

Cadatrel masanın etrafından dolaştı ve daha önce Gauvba’nın oturduğu sandalyeye oturdu. Binbaşı Cadatrel bakışlarını Başçavuş Vanueila’ya dikti.

Başçavuş oralı olmadı. Kızıl, kor ateşini andıran gözleriyle talimi seyrediyordu.

Binbaşı Cadatrel yeni tıraş olduğundan dolayı yanakları pembeye çalan bir kırmızı tondaydı. Kahverengi gözleri vardı. Bakışları sertti. Saçları gibi kaşları da ağarmıştı. Fakat yaşına göre diriydi vücudu. Yüzündeki kırışıklıklar fazlaca olmasa da derindi; bir de çenesinde eski bir yara izi vardı: savaş hatıralarını, gururun sembolünü, muharebenin anılarını taşıyordu.

Binbaşı Cadatrel arkasına yaslanıp kafasını iki yana salladı. ‘‘İğne olabilirdin… İğne olmalıydın. O mevkiyi sen hak ettin.’’

Vanueila yeni yaktığı sigarasını tüttürmeye devam etti. Binbaşı’yı umursadığına dair herhangi bir kıpırtı göstermedi.

‘‘Makam, kadınlardan daha değerlidir.’’

Başçavuş Vanueila kafasını çevirip Binbaşı Cadatrel’e dik dik baktı. ‘‘Ne istiyorsun?’’ Kaşlarını çattı. Kızıl gözleri şimdi daha da haşin gözüküyordu.

Aniden sert bir rüzgar esti; Vanueila’nın uzun saçları dalgalandı, Cadatrel’in kır saçları kıpraştı.

Binbaşı Cadatrel’in bakışları masadaki kınına takılı kılıca kaydı: Kılıcın kabzası ateş kızılı rengindeydi.

‘‘Kılıcın hakkında söylenenler doğru mu?’’ diye sordu Binbaşı Cadatrel. ‘‘Sen dışında bir başka biri dokunduğunda, o kişinin yaşam enerjisini emdiğine dair söylentiler.’’

Başçavuş Vanueila dirseğini masaya dayadı, ayak değiştirip bacak bacak üstüne attı ve sigarasından bir duman daha aldı. ‘‘Önünde duruyor. Merak ettiysen deneyebilirsin.’’

Binbaşı Cadatrel kılıcı süzdü, uzunca bir süre, hatta kılıcı eline alıp tartmayı bile düşündü. Ama eli varmadı. ‘‘Rütbeni bilmiyorsun, Başçavuş,’’ dedi düz bir sesle. ‘‘Küstahlığın yüzünden kimse seni sevmiyor. Arkadaşın yok. Hiçbir komutan yüzünü dahi görmek istemiyor. Ordunun itibarını zedeliyorsun. Savaş hepimizden bir şeyler aldı. İğne yıllardır berduş hallerine göz yumuyor. Ancak bir gün sabrı taşacak, bunu biliyorsun.’’

Vanueila sigarasından çektiği dumanı burnundan ve ağzından üfledi. Çatık kaşları gevşedi. Yer edinmiş bezgin yüz ifadesi yerini buldu. ‘‘Neden burada olduğunu söylemeni bekliyorum,’’ dedi kayıtsızca. ‘‘Laflamayı pek sevmem.’’

Binbaşı Cadatrel uzun uzun baktı Başçavuş Vanueila’ya.

‘‘Kızım seni beğenmiş, Vanueila,’’ dedi Cadatrel. ‘‘Seninle evlenmek istiyor. Hakkında araştırmalar yaptım: Kadının yokmuş, fahişelere yolun düşmezmiş ve alkol kullanmazmışsın. Bunların hepsine sahip olsan bile, inan bana Başçavuş, kızımı sana verirdim. Sahip olduğun hünerleri kıtanın öbür ucundaki bilir. Kızımla olan evliliğin, siyasi olarak seni olduğun yerden daha refah konuma taşıyacaktır. Kalan ömrünü huzur dolu geçirebilirsin.’’

Başçavuş Vanueila kafasını talim alanına çevirdi. Sigarasından ciğerlerini neşelendiren bir duman çekti. Sonra dibi görmüş sigarasını masadaki küllüğe basıp ezdi. ‘‘Ne kızınla, ne de siyasetle ilgileniyorum, Binbaşı.’’ Vanueila gömleğinin cebinden paketi çıkardı ve içinden bir sigara daha alıp ağzına koydu. ‘‘Hayatımdan memnunum.’’ Kibriti eline alıp sigarasını yaktı ve bakışlarını Binbaşı Cadatrel’e çevirdi. ‘‘Madem günlerimin huzur dolu geçmesini arzuluyorsun, bu işe beni yalnız bırakarak başlayabilirsin.’’

5 Beğeni

Karakterler bana Bıçağın Kendisi’ndeki Jezal’ı ve kumar oynadığı arkadaşlarını hatırlattı. Genel havayı ise Barut Büyücüsü üçlemesine benzettim. Bence güzel bir ilk bölüm olmuş. Devamını yazarsanız okurum.

Bu tabiri ilk defa görüyorum. Belki sigara içmediğim için duymamışımdır. Ayrıca Vanuiela’nın sigarası biraz fazla tekrarlanmış gibi hissettim.

1 Beğeni

Hocam aslında semt ağzına uygun bir tabir kullanmayı hedeflemiştim. İkinci bölüm varoş kesimde büyümüş karakterler barındırdığı için semt tabirlerine yer vermeyi hedefliyordum. Aslında yayınlamadan önce üzerinden daha fazla geçmem gerekirdi ama böyle olunca da takıntılı bir hal alıyor ve yayınlama süreci uzayıp gidiyor.

Sanırım bu kısmı bir türlü rahatsız etmeyecek şekilde ayarlayamadım. Pek de sırrını vermek istemiyorum aslında ama Vanueila’nın bir boşluğu doldururcasına art arda sigara yakmasını vurgulamak istemiştim.

Sadece ilk kitabını okumuş olmama rağmen çok çok beğendiğim bir seridir. Jezal’ı da çok severim. Fakat yazarken okuduğum tüm serileri dışarıda bırakmaya çalışıyorum. Belki istemsizce kopya çekmiş olabilirim. Siz söyleyince fark ettim ki benzer bir açılış vardı sanırım. Ama bilinçli yaptığım bir şey değil.

Okumadım. Fakat bunu söylemeniz iyi oldu. Tarzım benziyorsa, Barut Büyücüsü serisine mutlaka şans veririm.

1 Beğeni

Beni sürükledi. Devamını merak ettirdi. Takip edeceğim.

Bu kısım çok net olmuş. “Dokunanın osuruğunu düğümleyen kılıcın bu mu?” daha iyi olurdu sanki :stuck_out_tongue:

Özet

Başçavuşun meşhur el yakan kılıcına baktı. Binbaşı bunu ilk duyduğunda herkes gibi bunun da erler arasında dönen deli saçması bir şey olduğunu düşünüp gülüp geçmişti. Ama o zamandan beri revire giden vukuatları da duydukça bu bilim tanımaz söylentiye ihtimal vermeye başlamıştı. Acaba tılsımlı falan mı? diye düşünür olmuştu.
Binbaşının gözlerinin kılıcında olduğunu fark eden Başçavuş bundan duyduğu hazzı içinde tutup dışına yansıtmamayı başardı. Alaycı bir tonla “Korkma, ısırmaz.” dedi. Doğrusu sicil amiriyle böyle konuşmak yürek isterdi ama… Başçavuş biraz farklıydı.

Kendimce bir yorum kattım. İşinize karışmak gibi olmasın. Sizin değerlendirmenize kalmış.

Bu arada ben de Barut Büyücüsü aroması aldım.

2 Beğeni

Hocam kattığınız yorum başarılı. Yazdığım şeyleri genellikle çevrem okur; üslubumun genellikle sade olduğu söylenir. Şiirsel yahut süslü dil yazmayı beceremem. Ben üslup tarzımı değişken buluyorum. Karaktere göre şekil alabiliyor.

Seriyi vaktinde almıştım fakat hasarlı geldiği için iade ettim. Sonra nedense almaktan vazgeçtim. İkinciye böyle bir yorum geldi, okuma listemde kendisine yer açacağım.

1 Beğeni

Ben fantastik edebiyat neredeyse hiç okumamış biri olarak beğendim, akıcı. Sigara, tıraş ve rütbelere çok takıldım. Biraz da etraf tasviri güzel olurdu.

1 Beğeni

Hocam düşüncelerini paylaştığın için teşekkür ederim. Uzun süredir yazamıyordum, eksiklerimin, geri kaldığım şeylerin farkındayım. Bazen de bilinçli bir şekilde sadelik tercih ediyorum. Biraz da benim dil tercihimle alakalı. Bölümlerin üzerinden de pek geçmiyorum çünkü öyle olunca revize krizine yakalanıyorum. Ama önerilerini dikkate alacağım. Teşekkürler.

1 Beğeni

Nevidolin Yıllıkları - 2. Bölüm: Çuval Nerede

Sakal, Çıkar Çıkmaz adlı hana girdiğinde, tanışıklarına yahut yabancılara hızlıca bakışlar atarak hepsini ufak bir kafa sallamayla selamladı. Önünden geçen genç yamağın birinden bira istedi ve Mor’un oturduğu masaya ilerleyip karşısına oturdu.

Mor’un omuzları ve başı aşağı düşmüş, bitkin bir vaziyetteydi. Kıyafetleri pejmürde bir haldeydi. Önünde duran bardağın kulpundan kavrayıp birasını yudumladı. Ardından neredeyse gece göğünün tonlarına kaçan koyu mor gözlerini Sakal’a doğrulttu.

Sakal, ‘‘Babanın cenazesine yetişemedik,’’ derken sesi özür mahiyetinde çıkmıştı.

Mor, bitkinliğini belli eden bir soluk verip kafasını usulca iki yana salladı. ‘‘Senin yerinde olmak isterdim. Herifin ölümü bile ayrı bir dert.’’

Hanın gözdesi sarışın yamak Yanile, Sakal’ın birasını masaya bırakırken Sakal’ın gür sakallarını okşamayı da ihmal etmemişti.

Sakal, Yanile’nin gidişini izlerken, ‘‘En azından o deli ihtiyar işimize yarıyordu,’’ deyip Mor’a döndü. Birasını havaya kaldırıp, ‘‘Babana,’’ dedi.

Mor, yorgunluktan yarısına kadar kapanmış gözlerini ovalarken esnedi. Birasını usulca kaldırdı. ‘‘Babama… İyi… Baba…’’ gülümsedi, ‘‘nihayet bunaktan kurtuluşumuzun şerefine.’’

Mor ile Sakal biralarını tokuşturup koca bir yudum aldılar.

‘‘Paralar kimde?’’ diye sordu Mor.

Sakal, uzun sakallarına bulaşan birayı avucuyla baştan aşağı tararcasına temizledi. ‘‘Çokbilmiş’de.’’

Mor, sandalyesini çekiştirip masaya doğru biraz daha sokuldu.

Harika, diye kendi kendine söylendi.

‘‘Adamı nasıl konuşturdunuz?’’ diye sordu Mor.

Sakal, sararmış dişlerini açığa çıkartarak keyifle gülümsedi. Geniş suratındaki gülümseme, onu daha heybetli ve korkutucu gösteriyordu. ‘‘Arka sokaklardan birinde yakalayıp Işıksız Orman’a götürdük,’’ dedi. Gür sesini fısıldayarak bastırmakta bile zorlanıyordu. ‘‘Biz el kaldırmadan ağlamaya başladı.’’

‘‘Paranın yerini öğrenmek kolay oldu yani,’’ dedi Mor.

‘‘Tam olarak öyle değil,’’ diye karşılık verdi Sakal. ‘‘Ağlamaya başladı. Yaptığının günah olduğunu ve cezalandırılmayı hak ettiğini sayıklayıp durdu.’’

Mor birasından ufak bir yudum aldı. ‘‘Devam et.’’

‘‘Hal böyle olunca, Romantik onu dövmeye başladı.’’

Mor arkasına yaslanıp kollarını göğsünün altında bağladı. Bu ekipten gerçekten, kısmen… çoğunlukla nefret ediyorum, diye düşündü.

Sakal, neredeyse göğsüne kadar uzanan sakallarını ovuşturdu, alnını ovaladı ve birasından uzun bir yudum aldı. ‘‘Adam altına işedi.’’

‘‘Mobobrim’in adamı altına mı işedi?’’

Sakal iç geçirdi.

‘‘Neden içinde bulunduğunuz durum her zaman daha da garipleşmek zorunda,’’ diye yakındı Mor.

Sakal anlatısına devam etti: ‘‘Çokbilmiş’in kötü kokulara pek tahammülü yoktur, bilirsin. Çokbilmiş onu hırpalamaya başladı.’’

‘‘Adamı yanlışlıkla öldürdük, paranın yerini öğrenemedik, gibi bir sonuca varacaksın sanki.’’

Sakal kafasını iki yana salladı. Mor’a dik dik bakarken, dudakları gülmemek için titriyordu. ‘‘Bu sefer de altına sıçtı.’’

Mor kaşlarını çatıp, ‘‘Dokuz yaşında çocuk mu kaçırdınız amına koyayım,’’ diye söylendi.

‘‘İshalmiş.’’

Mor bezgin bir iç geçirdi ve kafasını geriye düşürdü. ‘‘Lütfen artık sadede gel.’’

Sakal bardağının kulpundan kavradı ve dibini görene kadar birayı dikledi. Ardından boş bardağı masaya sertçe çarpıp bıyığına bulaşmış birayı temizledi. ‘‘Çokbilmiş ve Romantik, adamın dalga geçtiğini sanıp adamı tekme tokat pataklamaya girişti. Akabinde ikisini de kolumun altına alıp güçbela adamı kurtardım. Mevzu nerede patlak verdi dersen, adamın para ile ilgili hiçbir şey bilmediğini söylemesi oldu. Başta inanmadık. Hatta gömleğimi bir güzel sıyırdım. Birini yakaladıysak, bilirsin, en son benim elime düşerler. O sıra ormanın içinden gelen adım sesleri duyduk. Romantik, Çokbilmiş ve ben, bir ağacın arkasına saklanıp gelenin kim olduğuna baktık. Yirmibir, bir elinde lambayla, öteki elinde çuvalla çıkageldi. Ağacın arkasından çıktık, Yirmibir önümüze çuvalı fırlattı. İçi para doluydu.’’

‘‘Peşinde olduğumuz para mı?’’

Sakal, kafasını sallayarak onayladı. ‘‘Adama baktığımızda bayılmıştı. Zaten üzerine varmadık. Yirmibir yanlış adamı kaçırdığımızı söyledi.’’

Mor, durumun tutarsızlığına karşın dedi ki: ‘‘Peki o adam niçin günahları olduğunu söyledi?’’

Sakal’ın suratında aniden ciddi bir ifade belirdi. Kara gözleri olduğundan daha haşin bir hal almıştı. ‘‘Kızına 15 yıldır tecavüz ediyormuş.’’

Mor, sandalyesinde hafifçe kıpırdanıp dikeldi.

Hassastı. Özellikle böylesine. Öfkelenirdi. Ve öfkesine uğramak, fırtınaya karşı sandalla ilerlemek kadar delice bir hareketti.

Mor, parmaklarını teker teker çıtlattı. Koyu mor gözleri habisçe parıldıyordu.

‘‘Ona ne yaptınız?’’

‘‘Gırtlağından ağaca çiviledik.’’

Mor kafasını yukarı aşağı salladı. Hedef, amaçtan sapıp bambaşka bir sonuca varmıştı. İyi bir sonuca varmış olmasına sevindi. Onca kötülüğe, kötülüğüne, yaptıklarına, yaptırdıklarına rağmen, birine yararı dokunmuştu.

Hanın kapısı açıldı; kumral saçlı, geniş omuzlu, uzun boylu kadın, Çokbilmiş, kapıda dikiliyordu. Elinde çuval yoktu. Masanın birinden boş bir sandalye aldı, Sakal ve Mor’un oturduğu masaya sandalyesini çekip oturdu.

Çokbilmiş, iki eliyle Mor’un ellerini tuttu. ‘‘Kusura bakma, ihtiyarın cenazesine yetişemedik.’’

‘‘Ölüm işte, bazen oluyor,’’ diye geçiştirdi Mor. ‘‘Para nerede?’’

‘‘Ah, para mı,’’ dedi Çokbilmiş arkasına yaslanıp. ‘‘Merak etmeyin, Romantik’e emanet ettim.’’

Lafın üzerine hanın kapısı açıldı.

Romantik’ti.

Kapıda dikiliyordu.

Elleri boştu.

‘‘Sikikler,’’ diye seslendi kapının ucundan Romantik, masaya doğru yaklaşırken. ‘‘Yanile, baharatlı şaraplarından birini yolla güzelim. Hesabı ihtiyarın oğlu Mor’a yaz.’’ Romantik boş bir sandalye kapıp diğerlerinin yanına oturdu. ‘‘Cenaze eğlenceli miydi?’’

‘‘Annen, babamın yasını derinden tuttu, Romantik,’’ dedi Mor, kinaye olmaksızın.

Yakın oldukları herkesçe bilinirdi.

‘‘Para yiyecek başka bir ihtiyar enayiyi elbet bulur, dert etme,’’ diye karşılık verdi Romantik, elini geçiştirir bir şekilde sallayarak. ‘‘Ama annemi düşünmene sevindim.’’

Mor, bir at toynağı misali parmaklarını masaya takırdatıyordu. Sabrı kalmamıştı.

Durumun farkında olan Sakal’ın gerginliği de açıkça görülüyordu. Sus pus kesilmişti.

Çokbilmiş, öfke dolu bir ifadeyle Romantik’i süzüyordu. ‘‘Çuvalı ne yaptın,’’ deyip Romantik’i baldırından çimdikledi.

Romantik, elinin tersiyle Çokbilmiş’in eline vurup baldırını okşadı. ‘‘Sakin ol, para Yirmibir’de.’’

Sakal, bir aslanı aratmaksızın, ‘‘Ne!’’ diyerek kükredi. ‘‘Yirmibir’e bir çuval dolusu para mı emanet ettin?’’

Çokbilmiş, Romantik’in kafasının arkasına sert bir tokat patlattı. ‘‘Geri zekalı mısın sen!’’ diye bağırdı. ‘‘Kuralı unuttun mu? Paraları asla Yirmibir’e emanet etmeyiz!’’

Romantik kafasının arkasını ovuştururken, ağız dolusu küfürler etti. ‘‘Biraz sakin olun,’’ diye yakındı. ‘‘Acil işim vardı. Arkadaşımın yanına uğramam gerekti.’’

Sakal, ‘‘Fahişelerin yanına,’’ derken yumruklarını sıkıyordu. ‘‘Kafanı kırmamam için bir sebep ver, Romantik.’’

Romantik elini masaya vurdu, ‘‘Kes sesini, siktiğimin dazlak başlısı,’’ deyip işaret parmağını Sakal’a doğrulttu. ‘‘İstediğin zaman kapışabiliriz.’’

‘‘Susun,’’ dedi Mor sakince. O kadar sakindi ki bağırıp çağırmasından daha dehşet vericiydi. ‘‘Neden çuvalı ona verdin, Romantik?’’

‘‘Sırf kumar düşkünlüğü yüzünden ona güvenmiyorsunuz,’’ diye homurdandı Romantik. ‘‘Parayı ormana getirdiğinde hiçbirinizin sesi çıkmadı.’’ Çokbilmiş ve Sakal’a bakış attı. ‘‘Kendisi çuvalı benden istemedi, ben verdim. Ona güvenmemiz lazım, o bizim dostumuz.’’

Masaya bir süre sessizlik çöktü.

O sıra hanın kapısı açıldı.

İçeri giren Yirmibir’di. Yüzünden düşen yirmi bir bin parça. Elleri cebindeydi. Her şey ortadaydı. Açıklama gerekmiyordu nihayetinde. Çuval yoktu görünürde.

Yirmibir, usul usul masaya yaklaştı. ‘‘Kusura bakma…’’ diye mırıldandı. ‘‘İhtiyarın cenazesine yetişemedik.’’

5 Beğeni

Bu kısım daha akıcı daha merak uyandırıcı olmuş. Beğendim. Kelimelere takılmıyorum. Bizim okuduğumuz kitaplar hem yazar hem de yayınevleri tarafından 3-5 defa yeniden yeniden okunup düzeltiliyor. O yüzden şu şu kelimeler fazla diye belirtmeyeceğim.

Sadece baldır kelimesine takıldım. Güncel hayatta kullanılan baldır kelimesi üst bacak için kullanılıyor. Ama baldır alt bacaktadır. Üst bacak konuşulurken uyluk daha doğru olur. Ama buraya baldır yerine uyluk yazarsanız kimse anlamaz, herkes yanlış zanneder :slight_smile:

4 Beğeni

Şüphesiz ki yazma konusunda hatrı sayılır bir yeteneğiniz var. Sizin elinizden ne çıksa okumak istiyorum şu an. Umarım devam ettirirsiniz de ben de okuma fırsatı bulmuş olurum.

Size Engin Türkgeldi’nin Orada Bir Yerde kitabını anınsadım. Çok güzel, aynı evrende geçen 8-10 adet hikaye var. Çok hoş bir şekilde birbirine bağlanmıştı bunlar. Sanırım siz de öyle yapacaksınız.

2 Beğeni

Teşekkürler hocam, gerçekten gurur verici bir övgü.

Elimden geldiğince yapmaya çalışacağım. Aklımda belirli bir plan var. Ufak tefek boşlukları ilham denen illetle doldurmaya çalışacağım.

1 Beğeni

Nevidolin Yıllıkları - 3. Bölüm: Çağrılan

Voken, Kavruk Çöl’de yol alıyordu. Opal gözleri, yaz sıcağının altında pişen kum tanecikleri kadar parlaktı. Nefret edilmesi için yeterli bir sebepti. İnsandan, hayvandan, herhangi şeyden uzak, vahşi bir görüntüsü vardı. Kolları iriydi ve kolunu kaplayan kıllar, gece göğü kadar koyuydu. Nefret edilmesi için fazlasıyla yeterliydi. Sırtına asılı iki kanat, rüzgarı yutacak kadar büyüktü. Boynuzları ise geriye taranmış saç misali ensesine doğru yatık şekilde uzanıyordu. Kesinlikle nefret edilecekti. Burnundan soluduğunda, kor kadar sıcak dumanlar üflüyordu. Nefret edilmeliydi.

Rüzgarın esintisi kum tanelerini havalandırdı. Voken elini yüzüne yakın tutup kumlara karşı siper etti.

Rüzgar bir müddet sonra duruldu.

Kumlar, fizik kurallara uygun bir şekilde olması gereken yere düştü.

Voken, çıplak çöle göz gezdirdi ve tıslayarak boğuk sövgüler fırlattı. Bazıları tanrılara isabet etti. Tanrılar arasında soydaşları da yer alıyordu. Lakin umurunda değildi. Onlar da nasiplenmeliydi. Özellikle onlar. Madem aynı kandı, ayrıcalık göstermeleri gerekliydi. Nesi yanlıştı bunu istemenin? Biraz ayrıcalık görmenin? Hep nefret görürken, nesi yanlıştı değer görmenin?

Voken güneş çökene kadar yürüdü. Ve ikindi vakti, hava birazcık karardığında, olduğu yerde durdu. Öylesine bir karar değildi bu. Durduğu yer, durmak istediği yerdi. Arzuladığına ulaşmak için enfes bir konumdaydı.

Voken diz çöktü; insan ırkının aşina olmadığı eski bir lisan mırıldanmaya başladı. Üç tekrarın ardından söylediklerini bağıra bağıra yinelemeye devam etti.

Gökte yekpare bir yuvarlak açıldı; açıklıktan düşen karaltı, çölün kumlarını havaya savurdu ve kumlar bir müddet havada asılı kaldı.

Voken’ın ayak bastığı yer, artık kara bir boşluktan ibaretti.

Karaltı, güç dalgası yayarak etrafa dağıldı.

Voken, pençelerini dibi olmayan kara boşluğa takıp dalgaya kapılmamak adına tutundu.

Havada bir kar tanesi misali süzülen kumlar aşağı düştü.

Voken, omuzlarını ve bedenini sağa sola sallayarak üzerine düşen kumları silkeledi. Bir dizinin üstündeydi ve kafası aşağı doğru eğikti; gözlerinin önünde, zift kadar siyah, kemikten ibaret bir ayak duruyordu.

Voken başını usulca, tedirgin bir biçimde kaldırdı: Ooarrah, Çağrılan karşısındaydı.

Ooarrah, içi boş kara gözlerle ve kara mızrağıyla, Voken’ın önünde dikiliyordu; soluğu bir akarsuyu buz kesecek kadar soğuktu ve uzun saçları ise güneşi kurutacak denli karaydı.

Çağrılan, yılan kadar soğuk, derinden gelen bir sözcük söyledi.

Voken kafa salladı. ‘‘Senden birinin ölümü olmanı istiyorum, Kudretlim. Karşılığında Çağırma mührümü bozacağım.’’

Ooarrah gülümsedi; dişleri, diş etleri, dili: hiçbiri yoktu. Ağzı koca bir boşluktu. Fakat yine de gülümsediği anlaşılıyordu.

Bunun farkında olmak ise Voken’ın tüylerini ürpertmişti.

‘‘Kanatlarımdan birini feda edeceğim,’’ dedi Voken, sesi mutlak bir karardan ziyade teklif eder biçimde çıkmıştı.

Ooarrah karşılık vermedi.

Voken, Çağrılan’ın ne istediğini başından beri biliyordu. Bu, büyük bir istekti. Ancak gerekliydi. Feda edilmeliydi.

‘‘Gözlerimden biri…’’ dedi Voken gönülsüzce. ‘‘Gözlerimden birini feda edeceğim.’’

Ooarrah baktı; uzunca bir süre, öylece durdu.

Her geçen saniye Voken’ın üzerindeki korku ve gerginlik nüksediyordu. Ooaarh’ı çağırıp memnun edememek…

Ooarrah mızrağının kör ucunu yere vurdu.

Voken’ın gözleri karardı. Zifiri bir karanlığa gömülmüştü gözleri. Kör değildi. Hayır. Karanlığın kendisine, karanlığa baktığını biliyordu.

Voken olduğu yerde, kendini bulmayı umduğu yerde buldu.

Ooarrah yoktu.

Voken elini sağ gözüne götürdü: İçi boştu; derin, kara bir boşluk.

4 Beğeni

Nevidolin Yıllıkları - 4. Bölüm: Teni Kesen Kılıç, Kesemez Hisleri

Gerçekleşen muharebe o kadar büyüktü ki, kilometrelere yayılmış ölüler vardı… Binlerce ölü.

Kimisi yakınını arıyor, kimisi yakınının başında yas tutuyordu.

Heiena, son bulmuş muharebe meydanının ortasında, yas tutan birkaç askerden biriydi. Kan ve ceset göletinin içinde, dizlerinin üzerine çökmüş vaziyette oturuyordu.

Kucağında sevdiği adamın başı yaslıydı. Kan içindeydi sevdiği. Göz kapakları kapalıydı.

Fakat Heiena’nın ona karşı olan aşkı, kızıl saçları gibi alev alevdi. Dinecek gibi de değildi.

Heiena, sevgilisinin yanağında elinin tersini gezdirdi.

Teni soğuktu.

Heiena, sevdiğinin alnına bir öpücük kondurdu; öpücük, sevgilisinin alnında bir kan lekesi bıraktı. Ve sevdiğinin kısa, siyah saçlarını okşadı.

Heiena ağlamıyordu. Ölüm, sevgilisini ondan ayırmış olabilirdi, ama alıkoymamıştı. Bir yolu vardı. Sevdiğinin katili yaşıyordu. Yüzünü hatırlıyordu. Özellikle, dikkatle bakmıştı o adamın suratına. Yeterliydi.

Abim… diye kendi kendine düşündü Heiena. Abimi bulmalıyım. Bana onu geri verir.

Heiena gözyaşlarını sildi. Üzülmemeliydi. Abisi, sevdiği adamı hayata geri döndürebilirdi. Evet. Abisi bunu yapabilirdi. Kedere kapılmamalıydı. Sadece bir süre sevdiği adamdan uzak kalacaktı, hepsi o kadar.

Heiena, deri botuna gizlediği bıçağı çekti. Ölü sevgilisinin elini tuttu ve yüzük parmağını kökünden kopardı. Sevgilisinin gömleğinden bir parça kesti ve parmağı ona sardı.

Heiena sağ eline baktı, tereddüt etmeden kendi yüzük parmağını kesip kopardı; dişlerini kenetleyerek acı dolu tısladı, üzerindeki koyu renk gömleğini bıçağıyla kesti ve parçanın bir kısmıyla kanlar akan yüzük parmağını, kalanıyla kopardığı parmağını sardı.

Heiena sevgilisinin başını usulca, nazikçe yere bıraktı. Elindeki bıçakla olduğu yeri kazmaya başladı. Sevdiğini gömmeliydi… Şimdilik.

Ve Bir parmak… Bir tane daha lazımdı.

2 Beğeni

Nevidolin Yıllıkları - 5. Bölüm: (Vanueila)

Bölümün üzerinden fazla geçemedim. İki gündür aklımdaydı. Keşke daha uygun bir saatte yazsaydım dedim, fakat hikaye aklımdayken bir türlü uyuyamadım. Yani öyle işte. Bir kusurum olursa affınıza sığınıyorum deyip kaçıyorum.

Nevidolin İmparatorluğu için büyük bir kutlama günüydü. İrade Savaşı’nın yıldönümüydü. Başkentin taş döşeli tüm sokakları gırla insan kaynıyordu. Büyük Meydan, saray ahalisini sergileyen koca bir podyuma bürünmüştü.

İmparator Huslir, kara aygırının üzerinde, kara saçlarıyla ve derin bakışlarıyla kalabalığı süzerek yol alıyordu. Vakur ve muktedir bir duruşa sahipti. Fakat halk arasında bazı söylentiler vardı hakkında. Lakin halkının içinde, kara aygırıyla yol alırken, bu söylentiler bir hiçe dönüşmüştü şimdi. Nevidolin halkı, İmparator’u onun için yazılmış şiirlerle sevgi seline tutmuştu.

İmparatorun hemen yanında ise beyaz kısrağıyla, altın rengi tek parça elbesesiyle, İmparatoriçe Aeyneir yer alıyordu. Altın rengi saçları omuzlarına kadar uzanıyordu. Mavi rengi gözleri göğün en açık tonundaydı. Ve otoriterdi bakışları. Sonradan edinilmiş yahut yapmacık bir otorite yoktu. Sanki şu an olduğu şey olmak için doğmuştu. Duruşu, bakışları ve mimiği; rüzgarın yellemediği bir ateş kadar dingindi.

İmparator ve İmparatoriçe’nin arkasından ise, iki midillinin üzerinde, iki çocuğu takip ediyordu: Kaollin ile Vafen.

Kaollin 9 yaşında bir kız çocuğuydu. Annesine benziyordu. Fakat sadece benziyordu.

Vafen 11 yaşında bir erkek çocuğuydu. Ne annesi, ne babası; hiçbirine benzemiyordu. Teni beyaz, saçları kızıldı. Muhtemelen atalarına çekmişti. Huslir, büyük büyük dedesinin kızıl saçlı olduğunu söylerdi.

Nevidolin soyunun peşine ise erkânı geliyordu: İğne, komutanlar, askerler, soylular ve saray hizmetkarları. İhtişamlı, tehlikeli ve pahalı bir bir kuyruktu.

                                  ***

Vanueila her zamanki yerinde sigarasını tüttürürken, talim alanına göz gezdirdi.

Boştu.

Ne gerekli bir kutlama, diye iç geçirdi Vanueila.

Vanueila botlarını çözüp bir köşeye fırlattı. Sonra çoraplarını çıkardı ve onları da masanın bir köşesine koyup aşağı doğru sarkıttı. Sigarasından uzun, son bir nefes aldı. Ardından boğazında biriken dumanı üfledi ve dibi görmüş sigarasını küllüğe basıp ezdi.

Vanueila elini gömleğinin cebine atmıştı ki masanın üzerinde duran kılıcına baktı: Kan kırmızısı kabza ve kan kırmızısı kın. Tehditkar ve rahatsız edici bir görüntüsü vardı kuşkusuz.

Vanueila, kılıcına dik dik bakarken, burnundan miskin bir nefes soludu. Kılıcına uzandı. Küllüğünü biraz öteye iteledi ve kılıcını yakınına koydu. Kılıcının kabzasına uzunca bir süre, öylece baktı. Ve kabzasından kavradı.

Berbat bir gün. Sıcak ve boğucu. Gürültü yok. Çok sessiz. Buna katlanamıyorum. Asık suratlı ibne, senin hislerinden ve yaşantından sıkıldım. Ben, Kaos’un kendisiyim. Tatmayacaksam kan, as duvarına beni o zaman.

Çok üzüldüm. Ne yapmalı bu durumuna. Bırakayım seni yere, yapabilirsen gitmene izin vereceğim.

Bu söylemin saygısızca.

Bir kılıcın buna alınmış olmasına pek de üzüldüğümü söyleyemem.

Ayakları olmayan birine aynı şakayı yaptığını düşün.

Demek empati yeteneğin var. Az önce Kaos’un kendisiydin. Biçtiğin insanlara karşı da aynı yaklaşımı bekliyorum.

Sonuçta kestiğimiz kişiler sakat değil… Birkaç tane olmuştu aslında. Hem insanları sakat bırakmam bir bakıma faydalı bir olay.

Ya.

Tabii. Ne kadar çok sakat, o kadar çok duyarlı insan.

Mantıklı.

Vanueila elini kabzasından çekti, gömleğinin cebinden çıkardığı paketten bir sigara alıp ağzına koydu ve masanın üzerinde duran kibritle sigarasını yaktı. Tekrardan elini kılıcının kabzasına koydu.

Bugün yine o mazinin yıldönümü var. Tüm saray gösteriş için meydana indi, değil mi?

Vanueila bir karşılık vermedi.

Sen ve ben. Biz. Beraberdik kutlamalara sebep olan savaşın alnında. O rütbeyi sen hak ettin.

Kaos.

İğne olmalıydın ve onun yanında sen durmalıyd-

Vanueila hışımla ayağa fırladı ve tokat atarcasına kılıcına vurdu; kılıç masanın üzerinden fırlayıp çimenliğin üzerinde yuvarlandı ve yarısı kabzasından çıktı: kılıcın keskin yüzeyi de kan kırmızısıydı.

Vanueila’nın sigarası ağzından düşmüştü. Derin, koca bir nefes aldı. Sonra tüm havayı yavaşça soludu. Sigarasına uzanırken, ismini haykıran bir ses duyduğunda, doğruldu.

Onbaşı Gauvba can havli bir halde talim alanından taraf koşuyordu. ‘‘Eilaa!’’ diye canhıraş bir sesle bağırdı, koşmaya devam ederken.

Vanueila, Gauvba’nın gelişini seyretti.

Onbaşı Gauvba, Vanueila’nın yanına geldiğinde elleriyle diz kapaklarının üzerine kapanıp uzunca bir müddet soluklandı. Nefesini olabildiğince kontrol altına aldığında doğruldu. ‘‘Kutlamada…’’ Soluk soluğaydı. Ama sebebi yorulmuş olmaktan ziyade heyecandandı. ‘‘Büyük Meydan’ın ortasına geldiklerine bir kargaşa oldu… Ben tabii sıranın epey gerisinde olduğum için ne olduğunu başta fark edemedim… Halk akın etti-’’

Vanueila, Gauvba’nın omuzlarından sıkıca yakaladı. ‘‘Lafı geveleme,’’ derken omuzlarından sarstı. ‘‘Ne oldu?’’

Onbaşı Gauvba yutkundu.

Vanueila yakından bakarken, Gauvba’nın şaşkın ve korkmuş ifadesini yeni fark etmişti.

‘‘İmparator…’’ diye mırıldandı Gauvba. ‘‘İmparator öldü.’’

Vanueila ellerini Gauvba’nın omuzlarından indirdi. Kafasını sakin bir şekilde salladı ve sandalyeye oturdu. Bir süre düşünür bir ifadeyle öylece durdu. ‘‘Çoraplarımla botlarımı getir.’’

Gauvba, halen durumun şaşkınlığı atlatamamıştı. Başçavuş’un ne söylediğini anlamadı. Zaten mantıklı da gelmemişti. Aval aval baktı Vanueila’ya.

Vanueila gözleriyle ayaklarını işaret etti. ‘‘Çorap ve bot.’’

Gauvba bakışlarını Vanueila’nın ayaklarına indirdi. Ayakları sahiden çıplaktı. Tarihin ilk ve tek İmparator’unun ölümüne rağmen bunun kendisine şaşırtıcı gelmesi de onu ayrıca şaşırtmıştı.

Gauvba kafasını hızlıca iki yana salladı, masanın üzerinde duran çorapları ve bir kenara fırlatılmış botları alıp Vanueila’ya verdi.

Vanueila çoraplarını ve botlarını giyerken, Gauvba, Vanueila’nın kılıcına dikkat kesildi.

Kılıcın keskin yüzeyinin bır kısmı açıktaydı.

‘‘Kılıcını düşürmüşsün.’’ Gauvba farkında olmadan ilerlerken kılıca usulca meyletti.

‘‘Gauvba!’’ diye seslendi Vanueila. ‘‘Kılıca dokunma.’’

Gauvba’nın eli bir an havada asılı kaldı. Aniden beliren o müthiş, teşne dolu arzu yitip gitti.

Vanueila hızlı adımlarla ilerledi ve kılıcını yerden alıp kınına sıkıştırdı. ‘‘Gidelim.’’

3 Beğeni

İş yoğunluğundan girip de okuyamadım yazılarınızı. Kısmet bugüneymiş.

Öncelikle 3. bölümden başlayayım. Sona ermemiş gibi görünse de kafanızda oluşturduğunuz dünyada oldukça anlamlı olduğunu düşündüğüm bir olayı yazmışsınız. Merakla okumaya devam ediyorum.

Dördüncü bölüm de aynı dozajda devam ediyor ama sondaki gereken bir parmağı anlayamadım. Sanırım Heiena’nın ağabeyi ya bir tanrı ya da çok güçlü bir büyücü. Gereken son parmak da ölen sevgilisinin yerine seçilecek bir kurbanın parmağı olmalı diye düşündüm.

Beşinci bölümde ise gözüme batan veya çok dikkatimi çeken bir şey olmadı. Sadece meydanda bir kargaşa olup İmparator’un ölümünün haberini olay anında orada olan bir saray muhafızı kıdemlilerinden birinin getirmesi kafamı kurcaladı. Daha farklı olabilirdi sanki. Ama yine de hikayenin akışında daha önemli olan başka noktalara çekmek ise amaç; gayet başarılı olduğu kanaatindeyim.

2 Beğeni

Yorum için teşekkürler. Gerçekten çok kıymetli. Elimden geldiğince kendi stilimi yansıtmaya çalışıyorum.

Yorumda bulunmasam iyi olur, zira haklı çıkarsanız heyecanı kaçırmış olmak istemem.

Maalesef ben de iş yoğunluğundan dolayı yeni bölümleri yazamadım. Hikaye kafamın bir köşesinde genişlemeye devam ediyor, kaleme dökmek için fırsat bulamıyorum. İş, uyku: Uzun süredir bu durumdayım. Yoğunluktan kurtulduğum vakit yazmaya geri döneceğim.

1 Beğeni

Nevidolin Yıllıkları - 6. Bölüm: (Mor)

Büyük Meydan’da, büyük bir kutlama gerçekleşiyordu. Sarayda alınan önlemler zayıflamıştı.

Kutlama, hırsızlar adına müthiş bir şenlikti. Ve müthiş bir risk. Bir kralı, krallığı soymak… Bunlar hayal etmesi güzel, gerçekleştirmesi güç düşlerdi. Bir imparatoru, imparatorluğu soymak… Bunu daha önce hayal eden olmuş muydu meçhul. Olmuşsa bile kaçı bu fikri dillendirmeye cesaret etmişti?

Mor, sarayın geniş koridorlarından birinde sessizce ilerliyordu; ayaklarının altındaki kadife halı koridor boyunca uzanıyordu.

Duvarların kavisli kısımlarında altından şamdanlar asılıydı. Düz kısımları ise fresklerle bezeliydi: Kurucu’ya ait bir fresk ve İlk Tanrı’ya ait, çehresi ışığın parıltısına gizlenmiş bir fresk daha.

Mor ilerlerken aniden duraksayıp koridorda yankılanan boğuşma seslerine kulak kesildi.

Bir nida patladı, sonra acı dolu bir böğürtü ve ardından duvardan çıkan tok bir ses.

Mor iki yana baktı. Gözleri parıldıyordu. Olması gerekenden fazlaca parıldıyordu alacalı gözleri. Döndü ve koridorda ilerlemeye devam etti. Mor koridoru dönünce duraksadı. Kadife halı ve duvar kanla bezeliydi.

Saray muhafızı sırtı duvara dayalı halde bir köşeye çökmüştü; başındaki miğfer bir kenara uçmuş, kendi kılıcı midesinin ortasına geçirilmişti.

Fazlasıyla kanlı, diye düşündü Mor. Haddinden fazla.

Koridorun sağından Sakal çıktı; önce yerdeki muhafıza, ardından Mor’a baktı ve kaşlarını çatıp kafasını iki yana salladı.

Mor da aynı şekilde karşılık verdi.

Hemen peşine, ‘‘Dikkat et!’’ diye çığırdı Sakal.

Mor ardına dönemeden başı gövdesinden ayrıldı. Ve başı yerde yuvarlanarak Sakal’ın ayağının ucuna dek ilerledi.

Sakal donakalmış, şok bir ifadeyle Mor’a bakıyordu. Gözlerini öylece dikmiş, bir şeyler mırıldanıyor, fakat ne dediği anlaşılmıyordu.

Mor aniden irkildi. Boynunu sıvazladı. Başı olması gereken yerdeydi. Derin bir iç çekti.

Sakal koridorun sağından çıktığında Saray muhafızıyla karşılaşıp duraksadı. Sonra kaşlarını şaşkınca çatıp Mor’a döndü.

Mor omuz silkti.

Sakal’ın gözbebekleri büyüdü, elini Mor’a doğru uzattı. ‘‘Dikk-’’

Mor’un gözleri gecenin koyuluğuna büründü.

Bir adam; salaş giyimli bir haydut, Mor’un başını gövdesinden ayırmak için kılıcını havaya kaldırmışken, aniden yukarı doğru havalanıp sarayın tavanına çarptı: Başı bir karpuz misali patladı ve hızla yere doğru çakıldı. Bacak ve kol eklemleri tersine büküldü; eklemlerden çıkan çatırtılar Sakal’ın tüylerini ürpertti.

Tavana koca bir kan lekesi sinmişti. Bir çatıdan sızan su damlacığı misali damlıyordu.

Mor’un gözlerindeki kara parıltı aniden söndü. Ve kafasında müthiş bir zonklama belirdi; bir elini alnına götürürken öbür elini bir şeye dayanmak istercesine havaya kaldırdı fakat dengesini kaybedip yere serildi.

Sakal hızla koşturup Mor’un başucuna çöktü.

‘‘İyi misin?’’ dedi Sakal, etrafı süzmeye devam ederken. ‘‘Görü’ydü değil mi? Başka neye şahitlik ettin?’’

Mor’un kafası çatlamak istercesine zonkluyordu. Sanki kafasının içinde bir maymun vardı ve beynindeki damarlarda atlaya atlaya geziniyordu.

Mor kıçının üzerine oturup elini başının arkasına kavuşturdu. ‘‘Ölümümden başka bir şey yok…’’ derken acı acı homurdandı. ‘‘Siktiğimin sarayında neler dönüyor?’’

‘‘Bilmiyorum,’’ diye karşılık verdi Sakal. ‘‘Bizden biri olamaz, Mor. Kurallarımız var, senin kuralların. Saraya karşı asla kanlı iş yapmayız, Mor. Asla. Bizden biri olamaz. Burada neler dönüyor hiçbir fikrim yok ama bir başka koridorda da ölü muhafızlar buldum.’’

‘‘Sikeyim,’’ diye mırıldandı Mor. ‘‘Başımızı kurtaramayacağımız bir derde girmeden siktir olup gidelim.’’ Mor’un gözleri parıldadı: aniden, bir patlamaya benzer bir ışıltı. ‘‘Çok kötü… Gerçekten kötü.’’

Sakal, Mor’un elinden tutarak kalkmasına eşlik etti. ‘‘Ne gördün, neredeler?’’ diye endişeyle sordu.

Mor, Sakal’a kısa bir bakış attı.

Sakal yutkundu. Bu ekip gerçekten değerliydi… Aile. Aileydiler. Tek ailesi. Tek varlığı onlardı.

‘‘Çokbilmiş? Romantik? Yirmibir? Kim öldü Mor?’’ Sakal, Mor’u omuzlarından sarstı. ‘‘Kim?!’’

Mor başının arkasını ovuştururken Sakal onu omuzlarından sarsmaya devam ediyordu ve Sakal’ın uzun sakallarına asılıp gözlerini dikti.

Sakal aniden durdu. Durmak istediğinden değil, durmalıymış gibi hissetti. Durmak zorundaydı. Durmak, onun için bir emirdi.

‘‘Sakin ol,’’ dedi Mor sertçe. ‘‘Yirmibir yakalanmış.’’

‘‘Kurtaralım.’’

‘‘Etrafı muhafız kaynıyor.’’ Mor’un söyleyecekleri bitmemişti. ‘‘Büyük bir sorun var, Sakal. Muhafızların ölümünden bile büyük bir sorun… İmparator öldürülmüş.’’

Sakal şaşkınca kaşlarını çattı. ‘‘Sen… Ciddisin. Kim o kalabalıkta cesaret edebilmiş. Onu da geçtim bunu nasıl başarmış?’’

‘‘Sorun orada,’’ dedi Mor, ‘‘faili meçhul.’’

‘‘Şimdi ne olacak?’’

‘‘Sorumlusu biziz, Sakal. İmparator’u biz öldürdük. Şu an sarayda olmaması gereken kim varsa, sorumlusu onlar.’’

Sakal, alnından ensesine kadar elini dazlak başında sürttürdü. ‘‘Ne yapacağız?’’

Güzel bir soru.

‘‘Çokbilmiş ile Romantik yemekhanede gizleniyor. İkisinin yanına git. Çuvalları bırakmaları gerektiğini söyle. Benim emrim olduğunu bilsinler. Kraliçenin bahçesine giden koridor boş. Bahçenin duvarlarına tutunarak aşağı inin. Ölmeyin. Hayatta kalırsanız buluşmamız gereken yerde buluşacağız.’’

Sakal başını salladıktan sonra koşar adım yürüdü. Koridoru dönecekken duraksadı. ‘‘Yirmibir?’’ diye sordu usulca. ‘‘Yirmibir ne olacak?’’

Mor derin bir nefes verdi. ‘‘Git.’’

‘‘Sen ne yapacaksın?’’

Mor ardına bakmadan geldiği yöne doğru yürümeye koyuldu. ‘‘Sen sana ne söylediysem onu yap. Ben de ne yapmam gerekiyorsa onu yapacağım.’’

1 Beğeni

7.Bölüm - (Mor)

Bir düzine saray muhafızı, Yirmibir’i yüzüstü yere yatırmış, gırtlağına dayadıkları kılıçla onu sorguya çekiyorlardı.

Yirmibir sarayda bulunma gerçeğini anlatmıştı, fakat İmparator’a olanlardan habersizdi.

Muhafız, ‘‘Doğruyu söyle!’’ diye çığırdı, Yirmibir’in gırtlağındaki kılıcını iyicene bastırarak. ‘‘Bize gerçeği anlat. Seni öldürmeyiz! Seni kesinlikle öldürmeyiz! Seni mahzenlere, Nookib’in yanına uğurlarız!’’

Yirmibir, ismi duyunca içinden soğuk bir ürperti geçti. Yutkunurken tükürüğü bile aşağı inmekte güçlük çekti. Nookib… O ismi duyanlar, bir başka ismi hatırlamaz, bir başka yüzü tanımazdı. Bir şehir efsanesiydi belki. Çocukları korkutmak için masaldı yahut. Nookib’in Eli, bir gün seni bulacak, diyerek lanet edilirdi. Hırsızlarla Nookib ilgilenmezdi. İlgilenmemeliydi. Mor öyle söylemişti. Nookib’in varlığından emin olan tek kişi oydu. Efsane olmadığını söyleyen oydu.

‘‘Size yemin ederim,’’ diye çaresiz bir sesle haykırdı Yirmibir, ‘‘hırsızlıktan başka hiçbir şey yapmıyorduk.’’

Muhafız kılıcını iyicene bastırınca, Yirmibir’in boğazında bir kesik açıldı ve usul usul kan akmaya başladı. ‘‘Kaç kişiydiniz!’’

‘‘Ben söyleyebilirim.’’

Muhafızlar ve Yirmibir, başını kaldırıp koridorun ucuna baktı; gözleri tüten bir adam dikiliyordu. Koyu bir mor ateş, irislerini yutuvermişti.

‘‘Mor,’’ dedi Yirmibir, umut dolu bir sesle.

Beş muhafız üç adım öne çıkıp Yirmibir’in önünü perdeledi. İçlerinden biri, ‘‘Onunla birlikte misin!’’ diye bağırdı.

‘‘Tercihim kadınlar,’’ dedi Mor sakince. Sonra gözlerini Yirmibir’e dikti. Muhafızlar adım adım gelirken, o sadece Yirmibir’e baktı. ‘‘Gücüm tükendi. Yapman gereken tek şey, kaçmak, beni anlıyor musun?’’

Yirmibir kafa salladı.

Kraliçenin bahçesini kullan.

‘‘İlk ateş,’’ diye mırıldandı Mor. ‘‘Karşılığını al benden.’’

Bir ateş parladı; koridora dev bir alev dalgası çarptı. Ve bir buhar misali yitip gitti. Fakat kimse tutuşmadı. Kimse yanmadı. Kimse ne olduğunu anlamadı… Derken muhafızlar, koridorun başında Yirmibir’i görünce afalladı. Neler olduğunu anlayamadılar.

Yirmibir, ardına döndüğü gibi koşmaya başladı.

Muhafızlar şaşkınlık dolu bakışlarını yerde yatan adama çevirdi; Mor, kendinden geçmiş bir halde uzanıyordu ve boğazının kenarında ufak bir kesik vardı. Orada olması gereken kişi değildi, ama oradaydı.

3 Beğeni

8.Bölüm - (Vanueila)

Başçavuş Vanueila ve Onbaşı Gauvba, bir tavernadaydı. Taverna tahmin edilebileceği üzere bomboştu.

Vanueila, tavernanın kuytu köşesindeydi; önünde birası, çerezleri ve küllükte tüten sigarası duruyordu.

Onbaşı Gauvba tavernayı arşınlıyordu; telaşlı bir ifadeyle ellerini saçında gezdiriyor, kendi kendine söyleniyor ve sık sık karamsarlık saçan şiddetli bir biçimde iç geçiriyordu.

‘‘Siki tuttuk,’’ diye söylendi Onbaşı Gauvba, telaşlı bir sesle. ‘‘Resmen siki tuttuk! Savaşa gireceğiz, büyük savaş! Sonra öldürüleceğiz ve-’’

‘‘Gauvba.’’ Vanueila’nın seslenişi otoriter ve keskindi. Gauvba’nın ağzını düğümledi, bedenini olduğu yere mıhladı. Taverna bile olduğundan daha usturuplu bir hal almıştı sanki. Öyle ki, sohbete kulak kabartmış tavernacı bile gömleğini elinin tersiyle silkeleyip daha derli toplu görünme telaşına kapıldı. ‘‘Karşıma otur.’’

Onbaşı Gauvba usul usul yürüyüp sandalyeye oturdu.

Başçavuş Vanueila sigarasını ağzının kenarına koyup bir duman çekti, üfledi, duman gözlerini yakmasın diye başını hafifçe yana kırdı. ‘‘Sınırlarımız işgal mi ediliyor?’’ dedi sakin bir tonlamayla.

Onbaşı Gauvba, başını kaldırmadan bir çocuğunkine benzer masum bir mahcubiyetle kafasını iki yana salladı.

Başçavuş Vanueila sigarasını ağzından alıp küllüğe bıraktı. Kızıl gözleri koyulaşmıştı; geceleyin nehrin etrafını sarmalamış, gece kadar koyu bir alevi andırıyordu. ‘‘O zaman kapat çeneni.’’

Başçavuş Vanueila saatlerdir bu işe bir anlam yüklemeye çalışıyordu. Nereden bakarsa baksın, tamamıyla mantıksızdı. İmparatorluk kimseyle alenen düşman değildi. Yaptırımları sert değildi. Dahası, böylesine bir yüksek güvenlikli kutlamada İmparator nasıl öldürülebilirdi? Suikastçı yok. Ordu yok. Kimse yok. Zehir? O zaman bu sarayın içinden yapılmış bir suikast olduğu anlamına gelirdi. Böylesi çok basitti. Fakat kabul edilebilir tek gerçek, elle tutulabilir tek mantıklı açıklama buydu. Neden Kraliçe… O neden öldürülmemişti? Neden çocuklar öldürülmemişti?

‘‘Şey…’’ diye mırıldandı Onbaşı Gauvba, Başçavuş Vanueila’nın dalgınlığını fırsat bilerek. ‘‘Sence şimdi ne olacak?’’

‘‘İğne, Kraliçeyle beraber geçici olarak ülkenin yönetimini ele alacak.’’

‘‘Bizim rütbelerimiz imparatorluk için bir hiç,’’ dedi Onbaşı Gauvba, duymak istediği cevabın gelmesini umarak. ‘‘Savaş olursa sınırlara gitmeyeceğiz, değil mi?’’

Başçavuş Vanueila sigarasından bir duman daha aldı ve küllüğe bastırarak söndürdü. ‘‘Yükselmek istiyor musun?’’ diye sordu, ciddi gözlerle süzerek.

Onbaşı Gauvba başını kaldırıp Başçavuş’a baktı. İstiyordu. İnkar edilemezdi. Bir Merdiven varsa ve biri merdivene adımını atmışsa, ya düşmeli, ya tırmanmalıydı. Gauvba kendinden emin bir şekilde kafa salladı. Az önceki korkak askerden eser yoktu. ‘‘Evet. Ama nasıl?’’

Tavernanın kapısı sert bir biçimde açıldı ve tavernanın ahşap duvarına çarparak sarsıldı.

İçeri giren üç askerin üzerinde tunçtan yapılmış koyu mor bir zırh, ön levhasında ise kuyruğu kesik köpek işareti altın tozlarla damgalanmıştı: Soysuzlar Birliği. Miğferleri koltukaltlarına sıkıştırılmıştı. Uzun ve iri yapılılardı. Bakışları duygusuz ve düzdü.

İçlerinden biri öne çıktı. ‘‘Vanueila,’’ dedi bariton sesiyle.

Üçlü sadece Başçavuş Vanueila’ya bakıyordu. Onbaşı Gauvba’yı ve tavernacıyı bireyden saymamışlardı. Gereksiz bir görüntü kirliliğiydi onlar için.

Başçavuş Vanueila bir sigara daha yaktı. Birası ağzına kadar doluydu. Bugün sahiden içki içmek istemişti. Fakat birasını biraz öteye iteledi.

‘‘İmparator suikasta uğradı,’’ dedi öne çıkmış olan Soysuzlar Birliği askeri.

‘‘Sorumlusu ben değilim,’’ dedi Başçavuş Vanueila, sigarasından bir duman çekerken.

‘‘İğne seni görmek istiyor.’’

‘‘Öyleyse gelip görebilir.’’

Öteki iki asker de bir adım öne çıktı ve adımlarından çıkan tok ses neredeyse tavernanın her köşesine yayıldı.

‘‘Bu bir emir,’’ diye devam etti asker, duygusuz ve gür ses tonuyla. ‘‘Zorluk çıkarma.’’

Ah. Başçavuş Vanueila bunu istiyordu. Öylesine istiyordu ki. Soysuzlar Birliği… Acımasızlıklarıyla nam salmış, dost düşman ayırmayan, sanki sadece aklından sıkıntısı olanların mensubu olabileceği o korkunç birlik.

Esmer asker yerinde kıpırdandı. ‘‘Geçmişte bizimle husumetin oldu. Hepimiz imparatorluk adına hizmet ediyoruz. Bize verilen görev neyse, senin de bildiğin üzere hepimiz ona uyarız.’’

Başçavuş Vanueila, daha yarısını görmemiş sigarasını küllükte söndürdü. Ayağa kalktı. Başını usulca kaldırdı. Kızıl gözleri uysal bakıyordu. Çayırlıkta turlayan üç küçük tavşanı seyrediyordu sanki. Ve sonra onları avlamak.

Onbaşı Gauvba yutkunarak doğruldu. ‘‘Ne yapıyorsun!’’ diye sesini bastırarak fısıldadı. ‘‘Soysuzlar Birliği bunlar! Geçmişinde neler yaptığın umurumda değil. Onlar hakkında konuşulan şeylerden haberin yok mu!’’

Başçavuş Vanueila, başını kapıdan taraf savurdu. ‘‘Çık dedi,’’ dedi. ‘‘Tavernacı, sen de öyle.’’

Tavernacı, bu emre dünden hazırmış gibi uyarak koşar adım hanı terk etti.

Onbaşı Gauvba olduğu yerde durdu. Elini kılıcının kabzasına götürdü. Titriyordu. Vücudu, elleri; soğuktan kaskatı kesilecekmiş gibi titriyordu.

‘‘Takdir ediyorum bu cesur davranışını,’’ dedi Başçavuş Vanueila. ‘‘Şimdilik dediğimi yap. Sonrası için işime yarayacaksın.’’

Onbaşı Gauvba, özünde gitmek istiyordu. Kaçıp gitmek. Ardına bakmamak. Aslında Vanueila’nın bunu söylemesini bekliyordu; fakat şimdi onunla kalıp, bu deli saçması dövüşte yanında yer almak istiyordu. Muhtemelen bir kılıç bile tokuşturamadan biçilecek ve kan kaybından ölüp gidecekti. Durmalıydı, çünkü Vanueila’nın tek dostuydu o. Vanueila kimseyi dost olarak kabul etmemesine rağmen, Gauvba’yı başından bir zaman sonra def etmeyi bırakmıştı. Ama Vanueila’nın isteğine uydu; başı dik bir şekilde hanın kapısına doğru yürümeye koyuldu. Vanueila’ya güveniyordu. Hakkındaki söylentiler karanlık, çarpık ve uçuktu. Onun hakkında tek bildiği şey, müthiş bir savaşçı olduğuydu. Güvenmeliydi.

Onbaşı Gauvba, Soysuzlar Birliği mensuplarının yanından geçerken gözlerini kırpmadan, hepsine sert sert baktı. Kapıya geldiğinde duraksadı, başını aşağı düşürüp kapıyı ardından kapattı.

‘‘Bunu cidden burada yapacak mıyız?’’ diye sordu esmer asker, küçümser bir tavırla. ‘‘Birimizin karşısında bile şansının olacağı meçhulken, üçümüze karşı ne yapabilirsin?’’ Sonra suratında bir sırıtış belirdi; çılgınlık ve vahşet dolu. ‘‘Seni öldürmek, namını öldürmek, bunlar bize zevk verir. Ve kalkmış bize meydan okurken, bu fırsatı kaçırmak istemeyiz.’’

Esmer askerin yanı başında duran diğer iki asker de bedbaht dolu bir gülümseme yansıttı.

Başçavuş Vanueila kınındaki kılıcının kabzasına elini koydu.

İşte şimdi benim dilimden konuşmaya başladın! Bu hainlerle uzun süredir karşılaşmadık, pek sevgili arkadaşım. Yüreğindeki öfkeyi ve nefreti seçebiliyorum. Bana bunlarla gelmelisin.

Onlar güçlü. Oldukça güçlüler, Kaos. Paslanmış olmadığını umuyorum?

Ne saçmalıyorsun sen yarım beyinli? En son ne zaman zahmet edip beni savurma gayreti gösterdin?

Bazen haklı olabiliyorsun.

Başçavuş Vanueila, kılıcını kınından yavaşça çekti; kılıç kına sürtünürken sanki bundan zevk alıyordu. Kan kırmızısı kılıç gözler önüne serildi. Ve kılıcın aşağı bakan keskin ağzından, sivri ucuna kadar bir nehir misali ilerleyen kan akıntısı vardı. Kılıcın ucundan pıt pıt ahşap zemine damlıyordu. Kılıç kan ağlıyordu. Düşmanları için. Savaşacağı için. Öldüreceği için. Bunlar bir kederin kan gözyaşları mıydı? Kaos ağlıyordu, ne için?

Soysuzlar Birliği askerleri kılıçlarını kınından çıkardı.

Başçavuş Vanueila iki adım öne çıktı.

‘‘Seni öldürmeyeceğiz, İğne’ye lazımsın,’’ dedi esmer asker, kendinden emin, küstah bir tebessümle. ‘‘Ama sana acı çektirmeyeceğimiz anlamına gelmez.’’

‘‘Sizi ayağıma kadar gönderdiğine göre İğne için benim kadar gerekli değilsiniz,’’ diye karşılık verdi Başçavuş. ‘‘Yani sizi öldürebilirim.’’

Gürleyen adımlar, yerini çarpışan kılıçlara bıraktı; çarpışan kılıçlar ise dökülen kanlara. Masalar yıkıldı, tabureler devrildi. Taverna kanla kirlendi. Savaş naraları… Acı dolu nidalar… Taverna, kılıçların düğünüyle şenlendi.

2 Beğeni

Hocam devamı gelmeyecek mi?