Henüz iki bölüm okudum ama bildiğim sevdiğim Hakan GÜNDAY, özlemişim. Kitapyurdu’nda yorumlayanlar biraz aradığını bulamamış sanki ama bence iyi başladı.
200’e geldim. Başlardaki “acaba diğer kitapları gibi olmayacak mı, kötü bir kitap mı” endişesi tamamen kayboldu. Sanki artık kurgusu tamamen oturdu.
“Yıllar sonra sorulduğu zaman şöyle diyecekti” diye bir kalıp kullanmış Günday. Beni rahatsız etmedi, hatta sevdim.
İçimde bir yumru oluştu her Günday kitabında olduğu gibi. Sanırım yazın olarak değil de konu olarak en vurucu kitabı. Yoksa Az’da çok daha etkili cümleler vardı ama bunun konusu daha etkileyici
Gadjo’nun dildosu gibi yine kendine has, orijinal fikirleri sunmayı başarmış Günday.
Keza Almanların Türkleri kovması, ülkede “Allah var mı” referandumu gibi aslında yapılmak istenen ama cüret edilemeyen konulara da çok güzel değinmiş
Günday keşke 8 senede 1 kitap değil de 1 senede 8 kitap yazsa…
Kesinlikle. Ben de bitirdiğimde az yazmış ama daha keskin yazmış dedim. Sanki her zamanki tarzında bir roman yazmış sonra acımasızca kendine editörlük yapmış,fazlalık ne varsa kesip atmış gibi. Spoiler olmasın diye yazmıyorum ama ilerleyen sayfalarda konuşulacak daha fazla şey var.
Daha önce Günday’ın hiçbir kitabını okumamış biri olarak, bu etkinlikteki yorumlar beni heyecanlandırıyor. Sanırım başlamak için doğru kitabı tercih etmişim.
Dün akşam kitabı bitirdim. Günday sen yaz, hep yaz, çokça yaz. Hiç bitmesin mürekkebin.
Daha önce de yazdığım gibi yazın olarak olmasa da konu olarak en vurucu kitabı olmuş. Bu kitabı romandan ziyade sanki bir araştırma kitabı havasında yazmış. İlginç bir deneyim ve farklı bir tat oldu, beğendim açıkçası.
Kitabın sonunda Daha kitabına ufak bir referans vardı, okuyanlar hemen fark edecektir.
Kitabı diğer katılımcılar da bitirdikten sonra spoiler içerecek şekilde konuşuruz.
Kitapta 150. sayfalara geldim. İlk başta acaba Hakan Günday romanı mı okuyorum? Diye kendime sorsam da, ilerleyen bölümlerde klasik Günday tadına varabildim.
Barışa ilk yardım gibi yaklaşması hoşuma gitti, amaç zararsız çıkmak değil, mümkün olan en az hasarla çözüm bulma gibi konuy adeta tıbbi bakış açısıyla yaklaşmış.
Evet bu sefer tarzı farklıydı başta, sonradan eski haline döndü. Hep aynı şeyler sıkıcı gelebilir diye farklı bir yazım tekniği ile de yazmış olabilir.
Mesela zamanda ileri geri gitme yoktu sanki, keza kullandığı bazı kalıplar da öyle. İlk 40 50 sayfa yadırgadım ama sonra alışınca su gibi aktı.
Kitabı bitirdim; ilk görüşüm Hakan Günday’ın dolaylı olarak en kişisel romanı olduğu. Bu yorumu yaparken şu ana kadar sadece Malafa ve Azil romanlarını okuduğumu belirteyim.
Dil konusunda pek çok kişi Günday’ın dilini eskisi gibi kullanmadığını belirtmiş, burada aynı kapasitede daha fazla temayı bizlere sunma amacı ile azami bilgiyi bizlere sunmasınının etkisi olduğunu düşünüyorum. Fikir olarak yine çok sert ve zor fikirler var.
İlk olarak, “Allah var mı?” plebisiti… Burada Nietzche’nin “Tanrı öldü” sözüne atfen hatta cevaben verildiğini düşündüğüm bir soru ve cevabını kitabın sonunda bize ortaya koyuyor.
İkinci olarak; Zamir karakterinin bir bakıma Günday’ın kendi kişiliğinin yansıması olduğu kanaatindeyim. Yayıncısı (kitapta all for all), editörü ve temsilcisi (burada Jacinta oluyor), sürekli yüzü olmayan Zamir’i yüz olarak kullanıp, istedikleri cümleleri seslendirmesi için kullanıyorlar. Buna gerçek hayatta röportaj, imza günü, fuar vs.'i olarak düşünebiliriz, bakınca Günday da Zamir gibi hiç bir fotoğrafında gülerken görünmüyor. Zamir’in ortadan kaybolduğu süre ile yazarın ortadan kaybolduğu süreler oldukça paralel.
Üçüncü olarak; Türkiyeli olma üzerine bazı eleştiriler gördüm, ama kitap zaten bir yere ait olamama yani göçmenlikle ilgili. Zamir Türk olsa bile Suriyeli olarak biliniyor keza Ejat gibi… Burada ironiyi iyi kullandığını ancak gündem nedeniyle yanlış yorumlandığını düşünüyorum. Rodos’ta doğan yazar, Belçika’da büyüyüp Türkiye’de yüksek eğitimi görmüş, yani nerede doğduğu değil, nasıl hissettiği önemli olan ve buna vurgu yapıyor.
Son olarak… diyemiyorum, çünkü üzerine daha çok yazılacak fikir var.