Bunun adı Türkçeye hâkim olmamaktır. Yazık.
Bu nasıl bir kafadır ya? Ülkende ırkçılığa çözüm bulamıyorsun diye üretebildiğin çözüm bu mu? SJW hareketlerine karşı hareketler başlaması lazım, varsa da çoğalsın. Ne diyeyim? Böyle şeylerle ırkçılığı çözemezler. Olan yıllanmış oturmuş eserlere oluyor.
@narpal Evet, değil mi? Öyle bir şey de vardı. Çok ilginç ya. Bunu en iyi kendilerinin bilmesi, ifade etmesi gerekir. Orası farklı bir evren. Ve en nihatinde, kurgu be kurgu. Finansal kaygı mı buna neden olan, belli grupların baskısı mı? İlginç yani. Kendim için düşünüyorum, firma sahibi ben olsam diye. Benim de ülkemi kasıp kavuran bir ırkçılık sorunu olsa ben de imkanlarımı insanlara seslenmek için kullanırım. Ama bunun yolu eserimde/ürünümde ırklar yokmuş gibi davranmak değil, ırkçılığın kötü olduğunu kavratmak olurdu. “Meğersem ırklar yokmuş.” Yav olur mu öyle?
Yanlış biliyorsam bilen arkadaşlar düzeltir, ırkçılık olmasın diye ırksal özellikleri de kaldırmayı düşünüyorlardı.
@Kehribar iyi niyetli ya da pr çalışması mı bilmiyorum o kısmını ama beceriksizce yapılmış bir farkındalık çabası olduğunu düşünüyorum.
Irksal özelliklerin yerine kültürel özellikler olarak yeni bir başlık altında toplanacak şeklinde okumuştum ama o da eksik bir tanım. Tam haliyle çıkınca (çıktı mı bilmiyorum) bir bakarım ama benim çok hoşuma gitmedi.
Bir süredir kötü ırkların imajını iyi olarak düzeltmeye çalışıyorlar ama kabul görmüyor pek. Belki yeni başlayacak olanlar için çok farketmez ama benim gibi eskiler için orklar, goblinler, drowlar kötüdür. İster masaüstünde ister rpg oyunlarında exp kasmak için gördüğüm yerde dalıyorum. Bu saatten sonra combat öncesi GBT kontrolü mü yapayım.
Kitapyurdu’nun yeni çıkanlar kısmında ne güzel baya bir kitap listeleniyordu ancak şimdi 31 kitap listelenmiş. Sizde de böyle mi?
arkadas.com.tr’den bir kaç kitap alayım dedim sitede 50₺ üzeri ücretsiz kargo yazmasına rağmen kargo ücreti çıkıyor, ilk defa alışveriş yapacaktım acaba bir şeyi yanlış yapıyor olabilir miyim, bilgisi olan var mı?
Sitelerini güncellememişlerdir ücretsiz kargo limiti artmıştır kesin.
Mustafa Sarıgül’ün önerdiği kitaplar en efsanesi bence.
Perinçek’in önerdiği filmler de komedi.
Dün baktığımda ücretsiz kargo 60₺ yazıyordu, bir sıkıntı var demek ki dediğiniz gibi ama çözseler keşke. Ya da kaç olduğunu bilsek ona göre sepet yapsak. Ne saçma iş.
Üzücü. Bu harekete şirketi sokacak şekil tepki veren kitlenin de ne koca külliyatlık kitapları okuduğunu ne de D&D yi derinlemesine oynadığını düşünmüyorum zaten. Sosyal medyadan ordan burdan ‘siyahi kötü ırk var hede hödö’ laf salataları Salvatore yi bile şunları yazmak durumunda bırakmış Az biraz okuyan bile zaten Drizzt karakterinin yarattığı istisnanın bunu yıktığını biliyor bu evreni takip ederken.
Adamlar karanlık ve kötü bir tanrıya tapan, karanlık ve kötü bir ırk kardeşim ya böyle yaratılmış zamanında. Yaratırken siyahi derili yaratılmasa, günümüzde bu noktaya gelir miydi onu gören yok Neyse yapacak bişi yok, birkaç yıldır wizard of the coast marketing kaynaklı olarak popüler kültürün sjw akımına karşı yelkenleri indirip nabza göre şerbet vereceğini belirtiyordu zaten. Romanlarla ve Salvatore ile de hamle yapmaları şaşırttı biraz.
Nedense gaza geldim ve dedim ki “neden ben çevirmiyorum ki”? Ara ara bakıp çevirdim ben de. Çevirmenlikten anladığımdan değil tabi, dilim de yeterli değildir muhtemelen, hatta büyük olasılıkla katlettim. Ama dedim hiç yoktan iyidir (Hiç yoktan kötüyse lütfen belirtin). Bir de Reis’in üslubu çok değişik, ve zamir kullanımı beni delirtti, eminim size de yansıtmışımdır bir kısmını. İdare ediverin
Not: Hikayede spoiler yok, ama seriyi okuyanlar konteksti anlayacaktır.
CINIAL'JIN'in DÖRT AYDINLANIŞI
Nehirden içersin, berrak. Nehirden içersin, pis. Gökten solursun, hiç boşalmaz. Ağlarsın, deniz dudaklarını yakar. Sevin, ve de yas tut ki bu dünyaya aitsin.
Cennet senden bîhaber.
–Nin’hilarjal, Hiçliğe İlahiler
Sen çaresizken, Dünya bir bakış olur.
Ademevlatları onu bağlamış, etini çivilerle deşmiş; ama dehşetleri nefretlerinden o kadar üstün ki, naziklermiş ve haysiyetsizliklerinden hiçbir anı kalmamış. Bağırıyorlar ve gülüyorlar. Baba… Ötelerinde yükselen çayırda bir ceviz ağacı duruyor, yaşı ve yalnızlığıyla ihtişamlı, iç gölgeleriyle karanlık. Baba, Lütfen…
Aisralu!
Dişlerinden uzun yaşamış bir kadın onu devedikeniyle kırbaçlıyor. Kadının kolları nefret ve kalp kırıklığıyla savruluyor, yumru yumru parmakları titriyor, ama gözleri inanmazlıkla gevşek kalmış… O gözler ki bir vakitler cesur ve ışıl ışıllarmış, şimdi buruş buruş ceplerde durgunlaşmışlar. İlk defa, insanoğlu’nu, azalan yılların boyunduruğuna rağmen çırpınışlarını hiç anlamadığını farkediyor. Becerememekten ziyade ihanete uğrayışlarını.
Altın Boynuzlar göğe uzanıyor, yünden gökyüzüne kanca gibi saplanırcasına yüksek. Dokuz Malikane’nin orduları inliyor.
Bağlı olduğu direği kaldırıyorlar, ayaklarına kuru eğreltiotu balyaları yığıyorlar. Ölümün güzel olup olmayacağını merak etmiş. Anıların sonuna geldiğinde anıların sonunun nasıl görüneceğini merak etmiş. Rezilliğe körleşene kadar şanından önde gitmenin ne demek olduğunu merak etmiş. Bu gıcırdayan hayvanların ona göstermesi münasip görünüyor.
Testiyi eğişlerini izliyor, yağın damardan fışkırırcasına aktığını görüyor, güneşten bembeyaz. Hepsi orada, Tinnirin, Rama, Par’sigiccas, bilmem ne belaların kanıyla kaplanmış, savaş naraları efordan nefes nefese, umutsuzluktan homur homur. İnsanlar güneşte pis, hayvansı saçlarıyla dolanıp dururken, alınları o kadar karanlık ki gözleri kızgın mağaralardaki ateşler gibi görünüyor. Rama’nın başı dengesiz bir kaide üzerindeki büst gibi geri gidiyor, akılsız omuzları kanla boyuyor. Onu, daha şanslı bir kardeşinin cesedine gömülmüş bir Inchoroi canavarını, ise düşen gölge sarıyor. Ve onları, o kırılgan gardiyanlarını, bakışıyla süzüyor, köpekdişlerine gözleri çarpıyor, hatırlayacağı tüm yüzleri zevkle seyrediyor, acı çektiremiyorsa da utandırmak için. Quya savaş arabaları göğe atılmış cilalı taşlar gibi yükseliyor. Rama! Rama! Ve bir meşale getiriliyor, açık günışığının altında ancak dumanlı bir bulanıklık; çiğ, küçük bir neşenin içinden heyecanlı bir dalga tepe yapıyor. O sırada Ciogli Ejderhaların Babasından bir kale yapıyor, kazandan miğferi haykırışlarıyla çınlıyor, çekicinin kavisi Bashrag’in inişi gibi. Hıçkıran bir oğlan çocuğu meşaleyi alıyor. O ve biraderleri haykırıyor, Dağ Efendi! İleriye iteklenen çocuk ona dönüyor, hıçkırarak, meşaleyi zehirli bir yılan gibi tutarak. Boynuzlar altın bir pus gibi taranmış gökyüzüne yükseliyor, uzaktaki Quya’lar akşam ateşindeki kıvılcımlar gibi, ejderhalar fırdönen is gibi savruluyor; şiddetle dize gelmiş Dünya’yı daha da derinleştiriyor. Aynı güvercin göğsü misali güzel yanaklarındaki ölü kızkardeşi gibi(kızkardeşi korkudan daha fazla nefret etse de). Büyük Ciogli sendeliyor, ve tekmeleyen yer su gibi önemsizleşiyor.
“Babam benim suretimde olmasından nefret ediyor”, diyor kadın, gülerek, günışığına hapşırır gibi kısılmış gözleriyle.
Nasıl… Nasıl…
Büyük Ciogli sendeliyor, başı sanki uykudan beklenmedik bir sese uyanır gibi dönerek, ve görüyorlar: miğferinin yarığından diken gibi çıkan tek bir ok. Oğlan ileri fırlatılıyor, vurur gibi bir itekleme, uzun adımını omzuyla yakalıyor, ve sendeliyor, görünmez alevin öpücüğüyle irkiliyor. “Hayır.” Bakışını bir kırpışma kanca gibi çekiyor, ve binlerce kargaşa cebinin arasından, görmekle lanetleniyor… Görmekle… Kızkardeşiyle aynı kararsızlıkla seğiren ağız, aynı bakış (kızkardeşi korkudan daha fazla nefret etse de). Nin’janjin belirsiz kargaşanın içinden keskinlikle sıçrıyor, mızrağı göğe yükselmiş, kalkanı parlak bir sikke gibi. Oğlan çocuğu yüzünü ekşitiyor, çaput giyen kadına bağırıyor -
Adın ne?
Kadın yüzünü buruşturuyor. “Ölüyor musun?”
Bir an yakalanabilir mi? Ona ihtiyacı olan bir kalbin ellerine bir sinek gibi yapıştırılabilir mi, bir anı, hayatın derin bir aydınlanışını boyayarak? Bir an bir an tarafından yakalanabilir mi? Kalp içindeki bir kalbin içindeki bir kalp, versiyonları geri çekilerek, hiçliğin anlaşılabilirliğinin habercisi bir çukur, mızrağa çekilen bir can. Ve O, insanları hiç bir zaman anlamadığını fark ediyor, onları severken bile. Cu’jara Cinmoi nimil (ç.n. Mithril’e benzeyen bir metal) bir mızrak ucuna dönüyor, külden bir asanın etrafına kasılarak dolanıyor, böylece o çömeliyor, sıçrayışı kadar keskin, ellerini yarı yummuş, Dokuz Malikane’lerin ordusunun göğsünde diz çöküyor. Çenesi göğsüne dayalı, çocuk meşaleyi sanki kendi ağırlığı altında parçalanabilecek birşeymiş gibi indiriyor. Siol’un Bakır Ağacı tökezliyor, sonra düşüyor. Çocuk, yığılı eğrelti otuna bırakıyor. Nin’janjin kararlılıkla koşuyor, yağan ateştoplarına karşı yükseltilmiş kalkanıyla, arkasındaki kükreyen, havlayan katliamdan, dehşetin içine. Ölü! Ve alevler sığ kökler salıyor, yağla ıslanmış bölgelerden dışarı döne döne yayılıyor, dumansız hatlar yanan tomurcuklar doğuruyor, ta ki bağlı ayaklarının etrafına yığılmış yakıt altın ve turuncu renklerle ciltlenene; ateş sarana, derine ve daha derine kıvılcımlanana, dumandan kıvırcık kaküller salana kadar, iplikler kurdeleye, kurdeleler akan gaz sütunlarına dönüşene, mürekkep gibi asılana, sis gibi puslanana, boş gökyüzüne bir perde yükseltip güneşi kör eden bulanık bir lekeye dönüştürene kadar. Sevgili Kralımız ölü! Ve kafa derisiyle omuzlarına bir serinlik çöküyor, yuvarlanan duman gölgelerinin bir hediyesi, ısı köpek dişleriyle ayaklarını ısıra ısıra çiğnemeye başlarken. Ateş en genç şey, en kadim. En genç çocuğunu öne getiriyorlar, tatlı Enpiralas’ı, bir Inchoroi kalkanının üzerinde, suratı kafatasının olmadığı yerde dümdüz olmuş. Bakışlarını yeryüzünde yuvarlıyor, puslu perdelerin ötesine bakıyor, birbirine sokulmuş insan topluluklarına bakıyor, ve ölümün dehşetlerini birbirine vuran fanilerin aklını kaybetmiş sırıtmalarını görüyor, vahşi bir jestle uzatılmış elleri, suretini döven yumrukları, ve ötede ışıldayan göğüs zırhlarıyla süvarileri, dörtnala koşuşlarıyla uçları çekilen sancakları görüyor. Ve Aisarinqu kollarında durgunlaşıyor, aynı anda hem tutuşturan bir ışık, hem de bir taş, öyle ağır ki, ve onu tutarken ağlıyor ağırlığı öylesine acılı, kendi hayatı onun özkütlesiyle çözülüyor, sabit kalbinin kütleçekimiyle, ağzı boşluğu ısırıyor. Bir son için feryat ediyor, kurtuluş için, kızın acılarının bittiğinin hıçkıran bilgisiyle, kollarında hiçliği kundakladığının. Boğulmaya başlıyor, bağlı etini örseleyen kasılmalarla öksürüyor, öksürüklerle bir battaniye misali çırpılarak, zira ateşler iyice sarıyor, ve o görebiliyor, beyaz hatlarının alevlerle yıkanışını, alazlanışını, su toplayışını, kömürlenişini, hep onunla olan ayaklarının. Şeyden beri… şey… Artık kendi iradeleriyle çırpınıp tekmeliyorlar, ve o gözlerini gökyüzüne fırlatarak haykırıyor, ve gülüyor, bilerek… bunu hatırlayacağını, bu yanışın ondan geçip gitmeyeceğini, siyahların siyahına düşmüğ gitmeyeceğini, ama artık sonsuza dek onunla yaşayan başka bir dehşet olacağını, bir zamanlar olduğu kişiye kaynatacağını. Oğlan ellerini gözlerine götürüyor, ama babası gözlerinden çekip onu sarsıyor, bağıran, çırpınan, yanan yere baktırıyor. Ve o siyahlığın içinde dikiliyor, Siol’un bağırsağımsı temellerinde hüküm süren sonsuz soğuğun, nemin içinde, eli kızının, Aisralu’nun, omzunda ve boynunda, Aisralu şu an bile karnını tutuyor, rahmini, dikbaşlı gururuyla inleyerek, fısıldayarak, Lütfen… Baba… Lütfen… Sen… Mutlaka… tekrar tekrar, onun gözlerini arayarak, yüzü bir zirve, tapındığı bir güzellik, acıyla yabancıların geçit törenine yamulmuş. O çığlık atıyor ve gülüyor, dumanın ve dalgalanan havanın içinden etrafında dolanan hayvanların endişeyle dengesizleşmesini izliyor. Aisarinqu çığlık atıyor, çığlık atıyor, tekrar tekrar, kelime değil ses fırtınası, kızının nazik yüzü anlara ezilmiş ve çağ ötesine yüzülmüş, çünkü onlarınki hiçbir zaman mutlu bir birliktelik değildi. Ve öyle görünüyordu ki o mumdan yapılı olmalıydı, kükreyen fosfor onu eritip kendine katmalıydı, pişirmek yerine. Kadın tıslıyor: Ishroi’lerin tek laneti bu. Adam bir torba, buz gibi soğuk balığın etrafına sarılmış bir ağ, her parçası çırpınan, kaçan; ve O farkına vararak uluyor, on bin yıldır ilk defa anlıyor, kendisi de etten yapılma, kendini besleyen, yaban domuzu gibi viyaklayan, kanlı-canlı etten. Tek ümidi evlatları olması olan! Gözleri kendini çevreleyen fırınca dürtülüp deliniyor, artık kendi gözü denemez. Kızının sarkan yüzünden karalık düşüyor, ve bir anlığına O, kızına bakıyor, Sevgili Aisarinqu. İkinci bir farkına varış, haykırırcasına. Uzaklardan gelen bir ışığın beyaz kıvılcımı kızın gözyaşlarında kırılıyor, kızın pişmanlığı kutsal görünüyken kendisininki saygısız ve acı. Ateş, yiyen bir şey. Bir meraklı an, sonrasında öfke yumruklarını tekrar sarıyor.
Somut acısına gömülüyor; yanmak… münasip görünüyor.
Bir rüzgar onu yıkıyor, dumanla kaplanmış dünyadan gelme, çevreleyen uzaklardan, ateş çaputlarının arasından üflenmiş. Anlıyor ki kendisi görünmez bir sütunun tabanı, dönen bir ısı sütununun, perdelenmiş gökyüzüne doğru dönen, ve yükselen havada bir şahinin uçup uçmayacağını merak ediyor, kendi yanışının sıcaklığıyla. Balıklar artık ılık, yorgun. Zırhlı ademoğullarının kınlı kılıçlarını kaldırdığını görüyor, onları birer tokmak gibi indirdiklerini.
Lütfen… Baba…
Aisralu!
Bir bakış su, yükseltilen bir kovanın dudağında yalpalayan gümüş bir sikke gibi, hayatında gördüğü en güzel şey gibi görünüyor, bizzat güneşten sökülmüş bir kupa gibi. Küçük insan kızı, hatırlayamadığı yerde onu bulmuş olan, merhametinden yemek çaldığı için babası tarafından kırbaçlanan, neşeli insan yavrusu dilinde şarkı söyleyen, akıntının ayaklarını gıdıklamasına gülen, tutuşunun üstüne yüzü moraran, ormanlık hayvanı gibi tekmeleyip çırpınan, hıçkırarak sevgisini, hayranlığını anlatırken. Ben mutlaka… Hatırlamalıyım… Et Melekler’in, Inchoroi’nin gelişinden önce bile, çocukların yabancıya dönüşmesine yetecek kadar uzun yaşıyorlardı. Acı kalıba sıvı döker gibi, kurtuluşun bir formu olmaktan ziyade. Hayatın ölüm eşiğinde şişmesini düşünüyor.
Ve bunun Münasip olduğunu.
Bu açlık nedir? Işıklar sönükleşiyor, gölgelerce dumana fırlatılmadan önce püskürerek. Taşların kalbine anlam verme ihtiyacı nedir? Değişik bir şeşit çıplaklık, soğuk ve ıslak ve dehşetengizce amfibik. Bu körlük, yüzeye karşı - nedir? Sesler. Acı olmak için çok absürd bir şey. Uzuvları belirsiz ve uzak, sadece eklemlerde hissedilen seğirmeler. Puslu siyah kabarcıklar gökyüzünü boyuyor. Gökyüzü devriliyor. Birşey… Bedeni… Kasılıp titriyor. Karanlık, görüşünün her köşesinde bekleyen bir gölge, etrafına duvar örüyor. Üzerine bir ademoğlu eğiliyor, dirsekleri dışarda, elleri kalçasında, ve o bir biradere ait olabilecek bir yüz görüyor, öylesine güzel-ve sadece can sıkıntısından mübarek bir kaçış gmren gözler. “Koyun kokuyorsun…” diyor, güneşin tacının etrafında bükülmüş. Duman şemsiyeler kafasının ötesinde, yüzüyor…
“Benim türüm domuz gibi pişiyor.”
Ve o ölü değil.
Çözülmüş yatıyor, bir ağacın kollarını açmış dalları üzerinde çıplak serilmiş. Herşey gıdıklıyor, ve o anlıyor ki derisinden soyulmuş, en azından derisinin hatrı sayılır bir kısmından. Bir başka farkına varış yaşıyor, acının kök olduğunu, hislerin asıl gerçeği olduğunu, zira yapraklar birer bıçağa dönüşmüş, ve örümceğin tıkırdayan bacakları iğnelere, ve rüzgar kesintisiz bir ateş ile yakıyor. Orada, ölen Malikane’lerinin en kara kalbinde duruyorlar, en derinde, etraflarındaki ve üstlerindeki dağ on bin ağıdın korosuyla inliyor - bütün o yürek parçalayan kayıplar. “İtiraf ediyorum, inanmıyordum”. Orada duruyorlar, meşhur baba ve sevilen kızı, isimleri artık hatırlanmayan, sandaletli ayakları uçurumun dudağında, öyle ki boşluk yavaşça uyanan bir ejderha gibi esniyor. Yalnız bir ademoğlu arkasında oturuyor, daha önce hiç görmediği parlayan bir işaretle pıhtılaşmış, diyor ki, “Senin bir adamın kızını öldürdüğünü söylüyorlar.” Ve bu onun midesini bulandırıyor, bu görüntünün iğrençliği, biraderlerinin yüzleri - kendi ırkı!- dövülmüş düzlüklerde koşturan menfur şeylerin üstüne birer post gibi çivilenmiş, pıhtılaşmış kan ve bok hariç bembeyaz derileriyle, hayvani kız gülüşleriyle çığlık atarak, cinsel organları kavislenip karınlarına dayanmış, koşan, inleyen. Ademoğlu’nun siyah saçı esintide titriyor, sinekkuşu tüyleri kadar düzgün. Eski bir özlem geliyor ona -ya da bir özlemin anısı- Ishroi biraderlerinin Halaroi arasına yürüyüşü, açlıktan ölen annelerin açlıktan ölen bebeklerini sıkıca tutuşu. “Mesele değil…” diyor adam. “Suç işlemek için kişi suçlu olmalıdır.” Acımasızlığın büyüsüne tanıklık ediyor, feryatların acıklı suskunlara dönüşmesine ve titrek kızıl bir mandalaya. “Kişi küçük olmalıdır.” Soğuk tatminkar bir bakış. “Ve sen, benim yalandan dostum, büyüklükle dolusun.”
Kuzeni, Pil’kmiras, topraktaki bir köpek gibi kıvrılıyor, görünmez bir felaketin etrafında öksürerek. Göster bana! Nerede?
Adamın bakışları etrafı çevreleyen dünyayı arıyor, güneşten kısılarak. “Bu açıdan benzeriz.” Dişlerini karıştırmak için başparmağını kaldırıyor. “Ben bir çocukken, büyükannem beni dizine alırdı ve bana adaletten ayırt edilemeyeceğimi söylerdi”. Burnundan soluyor. “‘Tanrılar’ derdi yarı uyuyarak, -büyükannem tutkusunu içmek ve hiçlik arasında paylaştırmıştıi anlarsın ya. ‘tanrılar der ki amellerimizin iyiliği, canım benim, rütbelerimizde yatar. Bu ne anlama geliyor, biliyor musun, hım?’ Hep alnını eğip benimkine dayardı. ‘Bu demektir ki kendinden aşağıda olanlara karşı günah işleyemezsinnn!’” Adam muzafferce sırıtıyor, baş dönmesini anımsatmasıyla hatırlanası bir gülüş. “İnanabiliyor musun, nasıl bir büyükanne bir çocuğa böyle şeyler söyleyebilir?” Wracu demirden bir havlama gibi üstlerine düşüyor. Bedenler çarpışıyor. Işık gayzerleri kılıçlar gibi çarpışıyor. “O deli, yani büyükannem… Kurnazlıktan delirmiş.” Evet… Çektikleri çile buydu, ateşli kusmuktan öteye çektiklerinin, çığlıkların sakin bir yere götürdüklerinin, yutup yutup tat almadıkları o yerde. “Güzellik bir işaret midir, biliyor musun?” diye soruyor adam. “Adaleti inkar edenin işareti midir? İşte sana sormam gerekenler böyle sorular…” Skafra parlak bedenini kıvrılmış bir yılan gibi çözülüp Par’sigiccas’ı açığa çıkarıyor, yarısı beyaz et, yarısı siyah kömür. Neyin yasını tutuyorsun, Siol’un evladı? “Önceden büyükannemin bilge olduğunu, çünkü yaşlı olduğunu düşünürdüm. Şimdiyse sadece… vahşi olduğunu düşünüyorum, galiba. Korkuyla vahşileşmiş.” Adam istemsiz bir hırlamayı durduruyor. “Ama sen… Senin gördüğün şeyler… Zamanlar… Sen Ademoğlu’nun hayal etmek bir yana, rüyasında göremediklerini gördün!” Her büyük şey, sürüngen bir ağız gıcırdayarak söylüyor, yuvarlaktır, Cinial’jin. “Seni içerden çürütmeye yetecek şeyler, diyorlar… Bir kavun gibi.” Par’sigiccas yarısı açıkta kafatasından tek gözüyle bakıyor. “Görüyorsun ya, sana bakıyorum ve görüyorum…” Bir sinsi, fani göz kırpma, “Kendimi.”
Wracu ateşle kaplı gibi görünüyor. Bir gün dünyanı devireceksin.
“Seni bu yüzden kurtardım. Sen benim haritamsın. Rehberim.” Cu’jara Cinmoi sunağın üstüne atlıyor, zevkle etrafına bakıyor, kibrinin delirmişliğinin boyutunu gösteriyor, açıkça, saldırganca, kendi ırkının, onun inançsızlığını bir güç olarak göreceğini bilerek, ve de düşmanlarının öfke ve kalp kırıklığından feryat edeceğini bilerek. “Merak ediyorum…” Evlatlarında vasatlık gören annelerin üzgün gülümsemesiyle. “Hissediyor musun? Yoksa düşünmeden yaptığın bir varsayım mı, ademoğlunun senin varlığında sinmesi gerçeği?” Sevilen bir rugun deliliğine ilk bakışa ait bir nefes, bir kanca ve bir sancı, içindeki mağaralara dallanan tünellerden gelen bir bilinç - nefesin olması gerektiği yer. /Siol talep ettiğini mecbur eder! C n tiranlar için bir anayasadır. Elimi uzattığımda, gölgesi olacaksın/. “Ölümsüzlüğün hissi nasıl? Eminim ki… Biliyorum. Ama karşılaştırabileceğim birisi olmadan…” Adam üstüne eğiliyor, yüzüne yakın bir yerde doğal olmayan bir şekilde parlayarak, parlak bir uca daralan yekpare bir şey, topraksı ağızların kesiştiği, ve ölüme doğru geçtiği uç.
Gözlerinden mizah soyulmuş, altındaki karanlık bakışı açığa çıkarıyor. “Korkarım ki bana konuşman gerekiyor.”
Cu’jara Cinmoi’nin bakışı bir şekilde gümbürtüden sıyrılıyor ve onu kargaşadan ayırıyor. Evet. Biliyorsun.
O titriyor mu?
Küçüğüyle uğraşan büyük bir kardeşin yalancı beceriksizliğiyle bıçağı okşuyor. “Bana anlatacak bir şeylerin olmalı. Elbette ki Kaderin Fahişe tanrısı seni benim elime boşuna düşürmemiştir”. Ve kuzey girişine yaklaşıyorlar, Dimdik Krallar’ın Yolu’na, şeftali ağaçlarının mevsimleri dışında tomurcuklandığı, Malikane’nin parçalanmış çenesinden gökyüzüne sarkan bulutları karartan siyah halattan başka bir şey bulamadığı. “Şşşşş… Şşşş… Hadi söyle bana…” Bıçak yanağını kesiyor. “Söyle bana…” Ve Dağ Efendi sanki endişelerin arasında dönermiş gibi dönüyor, ve görüyorlar, kalplerinden fışkıran siyah şaftı. Ve o izliyor, ruhu sinerek, kasılarak, kaçınarak, hareket edemese de; ucun tembel sallanışını, gözbebeğinin üstünde asılı kalp atışını, sonra da düşüş, sanki görülen herşey bir üzümün derisiymiş gibi. Birisi yüzünü ekşitip çığlık atıyor. Böyle zamanlarda kişi nasıl hala sevebilir? Aisarinqu fısıldıyor, kafasını onun kafasına dayayarak, öyle ki gözyaşları onun göğsünü yanağa çeviriyor. Faniliğin çatlak tınısıyla bir kahkaha. Kendi suratı, sanki parçalanmış bir öfkeyle kasılmış gibi. Boşluğu ısıran bir ağız. Bir şey. Etteki bir şey. Ve o an anlıyor ki bu hayvanları anlayamıyor.
Bir adam kafasını saran otların içinde geriye yaslanıyor, ona sık görülmeyen bir tanıdıklıkla bakıyor. Ve o sadece… Onu… Aisralu’yu… İtiyor… Öldürücü ve delice olmaktan başka birşey olamayacak kadar sıradan bir hareketle, bir kapı açıyor, belki, ya da kapatıyor, ve o bunu hissediyor, derinin şeklini alan derinin öpücüğü, babanın kızının ensesindeki eli, sevilen kız, hafif bit ittiriş ve başka hiçbirşey değil, farkındalığın ağından kaçan hafiflikte bir efor, belki de hiç efor değil, ve yine de, mucizevi bir şekilde, imkansızca, aşırı şiddetli, vahşi, benzersiz bir suç; kızın ensesine dayalı el, omuzları mahvolmuş rahminin etrafına kamburlaşmış, kolu uzayarak, genç bir biraderi hizmetçiye dürtmenin nazikliğinin ısrarcılığı, ve bütün bir hayatın devrilişi, sevilen bir hayatın, saran bir varlığın, devrilişi, nasıl? Nasıl? İtiş kaymaya doğru kayıyor, gidiyor, düşüyor… Rüzgar ceviz ağacının içine esiyor, inleyen bir uğultu. Devriliyor, sevilen ses inceliyor, tekmelercesine çekilen nefes, kıvılcım çıkaran bir ses. Hayır… Ve bir hayat uçuruma kayıyor, su gibi düşüyor, düşüşün etrafını hatlar sarıyor, yutulacakmışçasına küçük boyuta geliyor… Haykırıyor. Hayır.
“Beni… Meraklandırıyorsun.”
Kan ve güneşten bir yansımadan bir adam sarkıyor. Bakışlarında bir kıskançlık.
Lütfen, Baba.
Son bir farkına varış. Uzanan uzuvlar arasından görünen güneş ışığı. Tüm dağ binlerin ağlayışıyla hırıldıyor, şeyin harabesi… Esinti yakıyor, yiyor. Dünya devriliyor.
Hayır.
Sevilenin sırtına dayalı çıplak bir el-
Emeğe sayıg, +rep.
Hocam hazır elini çeviriye atmışken Kharkanas’ı da çevirseydin (Path to Ascendancy de olur).
Hocam en iyisi bu işi uzmanlarına bırakıp daha fazla edebiyat katletmekten imtina edeyim ben.
Çok teşekkürler hocam elinize, emeğinize sağlık. Çok mutlu ettiniz. İnşallah güzel gelişmelere vesile olur. Her şey küçük adımlarla başlar değil mi? Sevgiler…
Karbon kitaplar da aynı, rezalet.
Olsa da atsak. Biri açar artık Okuyamıyorum konusunu.
Hangi kitabı olduğunu unuttum ama çeviri hakkında yazılan olumsuz şeylerden dolayı ben de Tim Powers’ın bu serisini okumaya başlayamadım.
Tim Powers konusunda @Ozgur beklentilerimizi arşa çıkardı. O nedenle övgülerinizi foruma eleştirilerinizi @Ozgur 'e yazın.
Hadi gözün aydın.
Merhaba. Yarım bıraktığımız kitaplar başlığı açıldı mı? Yukarıdaki link bir yere yönlendirmedi de, paylaşabilirseniz sevinirim. @SJack
Açılmıştı, sonra başka başlıkla birleştirildi.