Bence iki türlüsü de basılmalı. Okuyucu her ikisini de isteyecektir. Ama şöylede bir durum var yeni nesil ilerde anlaşılmaz kelimelere yabancı kalacak.
"Diller yaşayan varlıklardır. Sürekli değişime uğrarlar. "
Çok doğru.
Ancak bir kıyas yapacaksak, Halid Ziya’yı mesela Dickens’la kıyaslayabiliriz. Halid Ziya eserlerini 500 yıl önce yazmadı. Bugün İngilizce konuşan biri Dickens’ı, Fransızca konuşan biri Victor Hugo’yu sözlüksüz ve rahatça okuyabiliyor. Kimse de onları “güncelleştirmeyi” düşünmüyor. Tabii bunun sonucunda, “Neden Halid Ziya ve çağdaşları böyle bir güncelleştirme olmaksızın anlaşılmıyor? Dilimizde son yüzyıl içinde yaşanan değişim doğal bir değişim miydi yoksa yapay mıydı?” gibi hiç de popüler olmayan sorular ortaya çıkıyor.
Çevirebilecek babayiğit varmı ki çevrilsin diyosun D:SADAsda. İlber ortaylı bile diyor osmanlı eserleri bile adam gibi çevrilmiyor diye kim çevirecek bunları?
Bence Halid Ziya’yı Dickens’la kıyaslamak doğru değil. Aralarındaki zaman farkı görece az olabilir ama dilin evrimi açısından bakıldığında öyle değil. Diğer pek çok dilin 300 ya da 400 yılda yaşadığı değişimi Türkçe sadece 50 yılda yaşadı. Hatta dilde sistematik bir şekilde yapılan değişiklikler belki daha fazlasına neden oldu. Bu yüzden Halid Ziya’yı 19. ya da 20. yüzyılda yaşamış bir yabancı yazarla değil de 15. ya da 16. yüzyılda yaşamış bir yabancı yazarla karşılaştırmak daha isabetli olacaktır.
Dilimizdeki değişim büyük oranda doğal olmayan, bilinçli değişikliklerdir. Fakat bence o değişiklikler bir noktaya kadar gerekliydi. Her dil, başka dillerden etkilenir ama Türkçe aşırı etkilenmişti ve zarar görmüştü.
Yani kısacası: “Başka bir dilin 4-5 yüzyılda geçirdiği doğal evrimi bizim dilimiz 50 yılda sistematik (doğal olmayan) bir şekilde yaşadı.” Değil mi? Yanlış anlamadım.
Şimdi “Her dil, başka dillerden etkilenir ama Türkçe aşırı etkilenmişti ve zarar görmüştü.” diyebilmek için yine başka dillerle kıyaslama yapmak gerekiyor. En basitinden İngilizce’yle kıyasladığımızda (çok çok kaba bir tanımla: Fransızca ve Almancanın yaklaşık 1500 sene önce yapılmış bir kırması; ardından etkilenmediği ve kelime/deyim almadığı dil neredeyse yok gibi) Türkçe aşırı mı etkilenmişti? Zarar görmüştü derken? Kime göre neye göre? Nasıl bir zarardan bahsediyoruz? Dillerin yaşayan varlıklar olduğunu, sürekli değiştiğini düşünmek ile zarar gördüğünü düşünmek birbirleriyle çelişkili iki çok farklı düşünce bence. “Diller değişmez, aynı kalmalıdır” derseniz, her türlü değişimi zarar görmek olarak görebilirsiniz. “Diller yaşar ve sürekli değişir” derseniz, bu değişimi zarar görmek olarak nasıl görebiliyorsunuz?
Ayrıca şunu unutmayalım, Türkler kültürel olarak ekzogamiktir. Göçebe bir topluluktur ve göç ettiği yerlerde oranın yerel halkına evlilik yoluyla karışır. Doğan çocuğu da doğal olarak annesi büyütür ve kadın mesela Sırpsa çocuğa Sırpça kelimeler öğretir. Bu da gayet doğaldır.
Başka bir dilin 5-6 yüzyılda geçirebileceği değişimin 50 yılda gerçekleşmesi neden gerekliydi? Bunu da bilmiyorum. Bunun dünyada başka bir örneği var mı? Bu değişimin haklılığını gösterebilecek, dünyada başka bir yerle kıyaslama yapabileceğimiz bir örnek var mı? Ya da, neden İngilizler “İngilizce aşırı etkilendi, zarar gördü, hadi bu dili biraz değiştirelim,” demiyorlar?
“Diğer pek çok dilin 300 ya da 400 yılda yaşadığı değişimi Türkçe sadece 50 yılda yaşadı.” İşte bu noktada Türkçenin yaşadığı “evrim” olmuyor. “Mutasyon” oluyor. Biri hayatın ve kültürün doğal akışında yaşanan bir süreç, diğeri yapay müdahale.
Evet, ifade etmek istediğim buydu. Zarar görme ifadesine gelince; evet, o öznel bir yorum. Kime göre neye göre derseniz, sadece bana göre diyebilirim. Bilimsel bir yorum olduğunu iddia edemem. Peki, bu yorumu neden yapıyorum? Çünkü Osmanlıcaya baktığım zaman Türkçeden geriye biraz gramer ve bir miktar sözcük kaldığını görüyorum. Arapça ve Farsça sözcüklerin, tamamen farklı bir dil olan Türkçeye yerleştirilmiş olduğunu ve aradaki temel farklılıklardan ötürü bu sözcüklerin Türkçede sırıttığını düşünüyorum. Bu bana beğenmediğimiz, alay ettiğimiz plaza dilini anımsatıyor. Hani şu grameri Türkçe olan, sözcüklerin ağırlıklı olarak İngilizce olduğu garip dil. Osmanlıcadaki tek fark İngilizcenin yerini Arapça ve Farsçanın almış olması. Hatta Osmanlının son zamanlarında Fransızca da buna dâhil olmuştu.
Diller birbirinden etkilenmemeli demiyorum. Öyle bir şey zaten mümkün değil. Yeri gelir yeni kavramlar için yeni sözcükler başka dillerden ithal edilir. Burada eleştirdiğim şey, bir dilin kendi sözcük üretme mekanizmalarını neredeyse kaybedecek noktaya gelmesidir. Türkçe; tarihin belirli bir döneminde sözcük üretememiş, yeni kavramların ezici çoğunluğunu Arapça ve Farsçadan ithal etmişti. Bence Türkçe, Cumhuriyet dönemine kadar son birkaç yüzyılda hem yaşayan, hem de ölü (yaşayan ölü) bir dildi. Konuşulmakta olan bir dil olduğu için yaşıyordu ama bir şey üretemiyordu. Osmanlıca bence yapay bir dildi. Sağlıklı bir dilde, hem başka dillerden sözcük ithali olur, hem de kendi mekanizmalarıyla yeni sözcük üretilmesi olur.
Aynı eleştiriler günümüzde Japonca için de yapılıyor. Ne kadar doğrudur bilmem ama Japoncanın da bir süredir yeni bir sözcük üretemediği, yeni kavramlar için başta İngilizce olmak üzere yabancı dillerden sözcük ithali dışında bir sözcük üretme yolu bulamadığı, bu nedenle yaşayan ölü olduğuna bir yorum okumuştum. Doğru mudur bilmem, Japonca bilen arkadaşlar varsa bu konudaki görüşlerini okumak isterim.
Evrim sözcüğü açıldı, öyleyse biyolojiden örnek vermem lazım. Zaten dilbilimin konusu olan diller ile biyolojinin konusu olan canlı türleri arasında çok önemli bir benzerlik var: Evrimleşiyorlar. Fakat evrimin tek yolu doğal evrim değildir. Bu yüzden yapay müdahalelere evrim yerine mutasyon demek bence doğru değil. Son birkaç bin yıldır insanlık melezleme yöntemleriyle bambaşka canlı türleri evrimleştirdi. Günümüzdeki bilim ve teknolojiyle bunu daha ileri seviyede uygulamaya devam ediyoruz. Dilde de aynısı söz konusu. Her ne kadar yapay bir müdahale olsa da dilimiz evrimleşti. Hatta Türkçe bunun tek örneği değil. İngiltere İngilizcesinin ABD İngilizcesinden farklılaşması da yapay bir müdahalenin sonucunda oldu sayılabilir. İbranicenin İsrail devletinin kuruluş sürecindeki yeniden doğumu da böyledir. Sonuç olarak her ne kadar insan müdahalesiyle ve daha hızlı bir şekilde yaşanmış olsa da dilimiz evrimleşmiştir.
Not: Farklı görüşlere tabii ki açığım. Bilimsel bir tespitte bulunduğumu iddia edemem. Bunlar daha çok benim kişisel yorumlarım.
Ben de Japonca hakkında yorum yapmak istiyorum. Japonlar Kanji, Hiragana ve Katagana alfabelerini kullanıyor. Hiragana genelde Japon soylu sözcükler için kullanılır. Yabancı kökenli sözcükler için Katagana ve Çin kökenli kelimeler için Kanji kullanılır. Kursa gittiğimde hocamız Kanji’ nin sembollerden oluştuğunu ve öğrenmesinin çok zor olduğunu söyleyip bize sadece Hiragana ve Katagana öğretmişti. Kanji Japonya’ da bile çok zor öğrenilen bir alfabe. Hatta çocuklar okuyamadığı gibi üniversite eğitimine kadar ancak hakim olabiliyorlarmış bu alfabeye. Tabii insanın aklına hemen ‘peki neden bir değişikliğe gitmiyorlar?’ sorusu geliyor. Bizim hoca şu şekilde yanıtlamıştı. Geçmişe dair her şey, kütüphaneler vs. Kanji ile yazılmış kaynaklarla dolu ve devlet bu yüzden sıcak bakmıyormuş. Yani Kanji’ yi tamamen kaldırmak bu kadar şeyin boşa gitmesi demek. Çeviri yapılsa bile eskilerin yavaş yavaş önemini yitireceğini, kullanılmaz hale geleceğini kimse inkâr edemez.
Elbette farklı görüşlerde olabiliriz, bunda sorun yok.
Birkaç konuda yine itirazlarım var. Evrim söz konusu olduğunda şöyle bir durum söz konusu: Mesela günümüzde yaşayan bir homo sapiens bundan 200.000 yıl önce yaşamış bir homo sapiensle (hatta neanderthalle) çiftleşse sağlıklı bir yavru doğabilir, ancak 250.000 yıl önce yaşamış bir homo erectusla çiftleşirse ya sağlıksız bir yavru doğar ya da hiç doğmaz. Lakin 200.000 yıl önceki homo sapiensle 250.000 yıl önceki homo erectus çiftleşme ve yavru bakımından uyumlu olabilir. Bunun sebebi de evrimin bir gecede yaşanmaması, on binlerce hatta milyonlarca yıl üzerinden gerçekleşmesidir. Kırmızı renginin 1km uzunluğunda bir şeritte yavaş yavaş turuncuya ve sarıya dönüştüğünü hayal edin. Her bir metrede renk aynı gibi görünecektir ama çok çok yavaş değişiyordur. Benzer şekilde 1500 yılında yazılmış bir metni anlayamayabiliriz ama 1700 yılında yazılanı anlayabilmeliyiz (Macbeth anlaşılmayabilir ama Robinson Crusoe gayet anlaşılırdır).
Günümüz Türkçesi için böyle bir durum söz konusu değil.
İngiltere ve ABD İngilizcesinin farklılaşması da Türkçeye yapılan müdahaleyle kıyaslanamaz. Bu farklılaşma yaklaşık 3 yüzyıl içerisinde gerçekleşiyor ve buna rağmen anlaşılırlık konusunda bizim yüz yıl öncesiyle olduğumuz kadar kopuk değiller. Bu bağlamda daha doğal bir evrim olduğunu söyleyebilirim. İbranice konusunda bir bilgim olmadığı için bir şey diyemiyorum.
Sözcük üretme mekanizmalarına gelince, iyi bildiğim bir dil olduğu için devamlı İngilizce üzerinden örnek veriyorum, kusuruma bakmayın, İngilizce her dilden kökler ve ekler alarak sözcük üretir. “Telephone” kelimesi sizce İngilizce değil mi? “Tele” kelimesi de “phone” kelimesi de Antik Yunancadır. Ayrıca İngilizce içinde inanılmaz derecede Latince kökenli “üretilmiş” kelimeler vardır. İngilizce bu kelimelerin hiçbirini reddetmez. Ancak biz Arapça ve Farsça başta olmak üzere kendi dilimizde kullandığımız birçok kelimeyi reddettik. Dedem ve rahmetli kayınpederim yaşlı insanlar oldukları için (saray erkanından olmamalarına rağmen) “Cihan Harbi”, “hendese” veya “tayyare” gibi Osmanlıcaymış gibi görünebilecek kelimeleri günlük hayatlarında kullanıyorlardı. Onlar bu kelimeleri “Osmanlıca” olarak değil, “Eski Türkçe” olarak tanımlıyordu. (Bu bağlamda Osmanlıcayı “sarayın diliydi, halktan kopuktu” diye değerlendirmek de ne kadar doğru bilmiyorum) Ancak biz bu kelimeleri reddettik, yok saydık. Osmanlıcanın kelime üretememesi konusunda da bilgili değilim. Tüm kelimeleri ithal mi ediyordu? Yoksa Arapça “tayyar” kelimesinden “tayyare” kelimesini ürettiği zaman bunu üretmek saymıyor musunuz? Eğer böyleyse aynı mantıkla “telephone” kelimesi de İngilizce değil Antik Yunanca sayılmalı.
Canlıların evrimi ile dillerin evrimini karşılaştırırken özel olarak Türkçeden söz etmiyorum. Her ikisinde de genelden söz ediyorum. Evrim dediğiniz şekilde işlemekle beraber görece hızlı yaşanan örnekleri vardır. Fakat biyolojiye girdikçe konu dışına daha çok çıktığımızdan oraya girmeyeceğim.
ABD İngilizcesi ile İngiltere İngilizcesinin farklılaşmasından kastım tabii Türkçedeki gibi değil. Elbette oradaki müdahale örneği Türkçeye yapılan müdahalelerle kıyaslanamaz. Orada dikkat çekmek istediğim şey görece küçük çaplı da olsa bir müdahalenin yaşanmış olması. İngilizcenin geçmişinde başka müdahaleler de vardır.
İbraniceye gelince, bu dil İsrail devleti kurulmadan önce Museviler tarafından sadece ibadet amacıyla kullanılıyordu. İsrail’in kurulması sürecinde dünyanın her yerinden Museviler oraya göç ettiler. İsrail’de ilk başta farklı farklı diller konuşuluyordu. İbranice bu süreçte yeniden diriltildi, resmî dil yapıldı. Yüzyıllar boyunca geçen sürede ortaya çıkan veya değişen kavramları dile uydurmak için çalışma yapıldı. Ölmüş bir dil diriltildi, düzenlendi, geliştirildi ve resmîleştirildi. Bu, Türkçeye yapılan müdahaleleri de aşan bir durum.
İngilizcede elbette başka dillerden alınan, üretilen vb. örnekler mevcut. Sizin verdiğiniz telephone güzel bir örnek. Fakat bildiğim kadarıyla İngilizce kendi başına sözcük üretme kapasitesini de yitirmiş değil. Yani onu da kullanıyor, diğerini de. Osmanlıcaya gelince, Türklerin İslamiyete geçmesinden sonraki yüzyıllarda ne zaman bilimsel, felsefi, dinî veya soyut bir kavram lazım olsa ya Arapçadan ya da Farsçadan etkilenildi. Türkçede bir şeyler üretildiyse bile çok fazla değil. Cumhuriyetten önceki bin yıl içinde Karamanoğlu Mehmet Bey dışında Türkçeye önem veren kaç tane devlet adamı var ki?
Olay sadece Osmanlıca değil aslında. Göktürk dönemlerinden sonra Türkçeye, en azından Oğuz lehçesine çok ciddi bir katkı yapılmadı. Elbette tüm kelimeleri ithal etmiyorduk ama yeni kelimelerin çoğunluğunu ithal ediyorduk. 70 yıl önce ya da 150 yıl önce yazılmış romanlarda çok basit konularda bile ithal sözcüklerle karşılaşıyoruz. Tayyar sözcüğünden Tayyare sözcüğünü türetmek, üretmek sayılır mı? Bence sayılır ama kökenini Türkçe bir sözcükten almıyordu. Burada Arapçanın sözcük üretme kapasitesinden faydalanılıyordu. Uçak ise uçmak sözcüğünden türetilmiş Türkçe bir örnek. Türkçe, Ural-Altay dil ailesinin bir mensubu olarak sondan ekleme yöntemiyle sözcük üretme kapasitesine sahip. Fakat bunu yaklaşık bin yıl boyunca yeterince kullanmadık.
Osmanlı zamanında iki farklı dilin (Osmanlıca ve Türkçe) birbirinden bağımsız geliştiği çok söylenir ama bu doğru değil. Bu iki dil arasında tabii ki etkileşim vardı. Sıradan halkın Türkçesine Osmanlıca sözcükler giriyordu. Tersi de oluyordu. Benim dedem de saray çevresinden değildi, köyde yaşayan bir adam ve o da Osmanlıcadan etkilenmişti. Askerliğini ne zaman yaptığını sorduğumda İkinci Dünya Savaşına İkinci Cihan Harbi diyor. Doğum tarihini Rumi Takvime göre söylüyor. Birkaç yıl önce onun bir not defterini görmüştük. Osmanlıca bazı sözcükler kullanmıştı. Sıradan halk da etkileniyordu yani.
Biz bu sözcükleri reddettik mi? Evet, bir bakıma reddettik. Fakat bunun karşılığında Türkçenin içinden Türkçenin kurallarına uygun sözcükler üreterek bin yıldır yeterince yapılmamış bir şeyi yapmıştık. Bu biraz da kültür emperyalizmi dediğimiz konuyla bağlantılı. Kültürler arasında iletişim normal bir şeydir ama kültür emperyalizmi, başka kültürleri ezen bir şeydir. (Bkz. Kültür Emperyalizmi ve Kültürümüz Üzerine ) Bin yıldır Arap ve Fars kültürü, biz Arapları ve İranları siyasi olarak egemenliğimize almış olmamıza rağmen bizim kültürümüzü ve dilimizi kendi boyunduruğuna almayı başarmıştı. Buna karşı Türkçe ve kültürümüz ayağa kaldırıldı. Amaç kültürel etkileşim değil, kültürel baskı sonucunda dilimize girmiş yabancı ögeleri temizlemekti. Gerçi şimdi de İngilizce, Fransızca, Almanca gibi dillerin etkisindeyiz ve bu kültürlerin ağırlığı altında kültürümüz erozyona uğruyor. (Bu da Kültür Emperyalizmi ile ilgili linkini verdiğim konuda tartışılmalı)
Bazı yabancı sözcüklerin Türkçeden temizlenmesi gerekmiyor. Zaten saf bir dil peşinde koşmamak lazım. Bazı sözcükler de gerçekten Türkçenin içinde çok sırıtıyordu ve bu sözcükler az değildi. İsmini hatırlamadığım yabancı bir dilbilimci, Türkiye’nin cumhuriyet döneminde dilde yaptığı değişikliklerle Türkçenin daha melodik bir dil olduğunu söylemişti. Bence haksız değil. Türkçe bu değişikliklerle hem daha melodik hem de daha anlaşılır bir dil oldu. Elbette bu konuda herkes aynı fikirde olmayabilir, bu sözcüklerin dilden kaldırılmaması gerekirdi diyenler olacaktır. Aşırıya kaçan bazı müdahale örnekleri de vardır. Buna ben de katılıyorum. Fakat bir dile hiç müdahale edilmemesi görüşüne itiraz ettiğim gibi tamamen müdahale edilmesi görüşüne de itiraz ediyorum. (Tamamen saf bir dil isteyen ancak yapay bir dil bulabilir. Hatta saf yapay diller de pek sık görülmez)
Fakat hoşumuza gitsin ya da gitmesin Türkçe kısa sürede büyük bir değişiklik yaşadı. Bu da karşımıza kaçınılmaz olarak 100 ya da 150 yıl önce yazılmış kitapların anlaşılamaması sorununu ve bu eserleri günümüz okuruna nasıl okutmalı sorusunu çıkarıyor.
Japonya’nın yazı sistemi sadece yabancılar için değil Japonlar için dahi çok karışık. Bir tane değil üç tane yazı sistemi var. Üstelik hiçbiri alfabe değil, çok sayıda simgenin olduğu yazı sistemleri. Öğrenmek Japonlar için bile çok zor olabiliyor ama bu yazı sistemleri milli varlık kabul edildiğinden bırakamıyorlar. Dilde ve yazı sisteminde sadeleşme Japonya’da da konulmuş bir konu. 60’lı yıllarda dönemin Japonya Başbakanı, Türkiye’nin dilde yaptığı değişiklikleri ilgiyle izlediklerini belirtmişti ama belli ki benzer bir şeyi uygulamaya koyma konusunda aynı iradeyi sergileyemediler.
Kendi başına derken? Telephone işte İngilizcenin kendi başına ürettiği bir sözcük. İngilizcenin her bir kelimesi farklı dillerden, köklerden gelir. “Öz-İngilizce” diye bir şey yoktur. Almanca, Fransızca, Latince, Norveççe vs. dillerinden beslenir ve bu dillerden ve çok daha fazlasından gelen sözcüklerle kelime üretir. İngilizce bir kelime üretildiği zaman “ay bunun kökü pis Fransızcadan geliyor” demez kimse. (Kendi özünden kelime üretemediği için İngilizceye de yarı ölü dil derseniz burada herkes güler)
“Arap ve Fars kültürü, biz Arapları ve İranları siyasi olarak egemenliğimize almış olmamıza rağmen bizim kültürümüzü ve dilimizi kendi boyunduruğuna almayı başarmıştı.”
Nasıl yani? Bir Arap gibi mi düşünüyorduk? Acem gibi mi yoksa? Bu cümlenin altını dolduramazsanız, “İngilizler Alman ve Fransızların kültürel boyunduruğu altındadır,” kadar saçma bir cümle olur bu.
“Fakat bunun karşılığında Türkçenin içinden Türkçenin kurallarına uygun sözcükler üreterek bin yıldır yeterince yapılmamış bir şeyi yapmıştık.” İşte burada suratım biraz ekşiyor. 1- Üretilen çoğu sözcük uyduruk. Dilimize geçti, kabul edildi ama yine de uyduruk. Şunun kökünü al, bunun kuyruğunu tak, şeklinde. “Öz” benlik, “gür” güçlü olarak çıkan (genellikle vücuttaki kıllar ya da nebatat için kullanılır). İkisini birleştir, “hür” sözcüğü yerine kullan. “Muallim” yerine “öğretmen” dedik mesela. “Öğret” köküyle bir sorunum yok ama o “-men” eki ithal gibi geliyor bana. “Üç” kökünde bir sorun yok ama “-gen” sözcüğü "octa-gon, hexa-gon"dan apartma gibi. “Altıgan” değil de, neden “altıgen”?
“Amaç kültürel etkileşim değil, kültürel baskı sonucunda dilimize girmiş yabancı ögeleri temizlemekti.” Ben kültürel bir "baskı"dan ziyade etkileşim olduğunu düşünüyorum. Bunun sebebi de, 1- Siyasi/askeri egemenlik Türklerde. 2- Binlerce yıl Orta Asya bozkırında göçebe bir hayat yaşamış bir milletin, binlerce yıldır yerleşik hayata geçmiş İranlılar gibi bir milletle karşılaşınca, bilimsel, felsefi, dini ve soyut kavramları onlardan alması çok doğaldır. Bilhassa o dönemde herhangi bir “Türkçe” karşılık üretmelerini beklemek saflık olur. “Bu sözcük senin mi?” “Evet.” “İyi, benim de. Bundan sonra canımın istediği gibi kullanırım.” şeklinde karikatürize edilebilecek bir etkileşim olduğunu düşünüyorum.
Bir diğer konu da şu: “Türkçenin içinden Türkçenin kurallarına uygun sözcükler üreterek bin yıldır yeterince yapılmamış bir şeyi yapmıştık.” Neden bin yıldır yeterince yapılmıyordu bu? Bin yıldır herkesin eli armut mu topluyordu? Bin yıldır kimse Türk olduğumuzu hatırlamıyor muydu? Bin yıldır neden kimse sözcük türetmektense, başka kültürlerden sözcük almayı daha doğal ve normal buluyordu?
Melodiye gelince, zevkler ve renkler…
Aklıma nedense şu karikatür geldi.
Şimdi anladığım kadarıyşa böyle bir isteğin oluşma sebebi günümüz insanının doğal olarak geçmişin diline değil şimdinin diline hakim olması bu yüzden geçmiş eserlerde verilmek istenen fikre daha iyi vakıf olması için anlaşılırlığı artırmak.
Geçmişi geleceğe böyle adapte etmek elbet eserin verdiği fikri anlaşılır kılmayı artıracaktır. Bu da olumlu bir eylem olur. Eser orijinal haliyle de istenildiğinde ulaşılabilir durumda olucaktır merak edip de o halini okumak isteyenin de ulaşabileceği bir yer de olacaktır.
Diliyle oynanmış eser elbet özünden uzaklaşacak ama kimse orijinal halini ulaşılamaz kılmadığı için esere bir ihanet söz konusu olduğunu düşünmüyorum. Amaç ölü halde olan eserle okur etkileşimini artırmak. Hala bu etkileşimi artırmakmiçin eser dilinde güncellemeye gitmek yanında çoğu dünya klasiği olan moby dick don kişot vb. Eserlerde yapıldığı gibi sayfa sayısında azaltmaya eserde yalınlığa gidilerek daha küçük yaşlar için okunma sayısını artıracak şekilde de basılabilir.
Bu eylemlerin etkilerini dilin geleceği ve artık yeni yazılacak eserlerin nasıl bir dil kullanacağı üzerindeki etkisi olarak ele alırsak şöyle durumlar oluşabilir. Gittikçe daha basitleşen söz sanatlarından uzaklaşan canlı dile daha yakın bir dil üreyecektir. Bu şekildr devam edilirse dil ustalığının edebi hünerlerin öleceğini öngörüyorum maalesef. Çünkü bugünün okuru yarının yazarıdır. Ve okur hantal isteklerle eseri böyle elde ettikçe yazarlarda gördüğü gibi yazdıkça bu kaçınılmaz olur.
Tabii bu kıyamet senaryosu belki de bu yeni oluşum kendi yeniliklerine kendi güzelliklerine hünerlerine gebe olur.
Tek bildiğim eserler mesaj verme kaygısı ile yazılıyorsa o mesajın daha çok okura ulaşması için her türlü eylem desteklenmelidir.
Uzun lafın kısası dil canlı bir organizma ve her canlı gibi evrim geçirir. Duvar yazılarından bugünlere gelen dil bugünlerden nerelere gider göreceğiz. Evrime içerden dışardan müdahale edilebilir iyi veya kötü sonuç verse de evrimin amacı hayatta kalmak için uygun adaptasyona ulaşmaktır. Geçmişin anlaşılmaz dili öldüyse geleceğin anlaşılır dilini kucaklamaktan başka şansımız yok diye düşünüyorum ben. Eyyorlamam bu kadar efenim hepinize iyi günler iyi okumalar dilerim
2 kelime kesinlikle evet .
Bence de kullanılan dil artık anlaşılmıyorsa güncellenerek de sunulması iyi bir şey olur. Sürekli dip not ve parantez içindeki metinleri okumak bir süre sonra okunan metinden soğutabilir insanı. Asıl metni okuyan kişi bir şey anlamıyorsa okumanında bir anlamı kalmaz. Bu bir bakıma, İngilizce bir metni aslına sadık kalmak adına Hem İngilizce hem de parantez içinde Türkçe yazmaya benzetilebilir. Osmanlıca okumak isteyen de asıl metni alıp okuyabilir.
Ya İlber Ortaylı ya da Emre Kongar bununla ilgili; Osmanlı Türk olarak anılmak istemiyor ve Türklüğü reddediyordu ve Arap hayranlığı vardı. Bu yüzden konuştukları dilde aşırı derecede Arapça ve Farsçadan etkilendi, diye özetlenebilen bir yazısı vardı. Halk ister istemez saray dilinden kelimeler alıyordu ama tam olarak anlayamayabiliyordu. Şemsettin Sami’nin Osmanlıca ile ilgili şu sözü de var. “Bu nasıl bir dildir ki Arap’a söylesen anlamaz, Acem’e söylesen anlamaz, Türk’e söylesen anlamaz.” Bu bir köylü ile Plaza dili konuşan birisinin iletişimine benzetilebilir
Kaçırdığınız nokta şurası: Osmanlı Sarayı’nın dilinin eleştirilmesine itiraz etmiyorum. Ama daha önce de belirttiğim gibi saray erkanından olmayan dedem ve rahmetli kayınpederim gibi insanların konuştuğu dil de mi bahsettiğiniz Osmanlıca? Dedem “hendese”, “tayyare”, “harp” dediğinde anlamıyor muydu? Bu insanlar okumuş insanlar bile değil ama Halid Ziya’yı orijinal olarak okusalar benden daha iyi anlarlardı.
Bunu dedikten sonra dil devrimini savunmak da akıl alır iş değil. Dil devriminden sonra uydurulan yeni kelimeleri veya eski/özTürkçe kelimeleri halktan kaç kişi anlıyordu? Bugün bile Anadolu’nun bir köyüne gidip “kavim” deseniz herkes anlar da “budun” deseniz yüzünüze mel mel bakarlar. Maksat anlaşılır olmak mı o zaman? Plaza dilinin (saray dilinin) değiştirilmesine itiraz etmeyeyim ama köylünün de (halkın) dilinin değiştirilmesine itiraz etmeyeyim mi?
Şu lafı ettikten sonra Türk’ün anladığı konuştuğu dili değiştirmenin manası nedir?
İlk paragrafa katılıyorum. Arap ve Fars topraklarını egemenlik altına almamız tabii ki dilimizi derinden etkiledi. Hala ikisinin karışımı cümleler ortaya koyuyoruz. Sizin düşüncenize gelince de ben bu kültürün din adı altında zaten Araplaştığını düşündüğüm için evet kısmi bir şekilde Arap gibi düşünüyoruz. Kendimize ait selamlaşmamız bile yok sayılır. Merhaba, selam, selamın aleyküm hangi dilden geldi sanıyorsunuz? İngilizlere de gelince, onlar da aynı şekilde. Birbirilerinin boyunduruğu altına girince dil aktarımı olması da gayet normal değil mi? Onların da din etkisine girmiyorum bile.
Osmanlıca adı altında eski Türkçe denilen dil Arapça, Farsça ve Türkçe karışımıdır. Dil de her gün gelişen canlı bir yapıdır ve herkesin ayak uydurması gerekir. Fakat bu demek değildir ki eski yapıtlarımızı bir kenara atacağız, onlar da kültürümüzün istesek de istemesek de birer parçası sonuçta. Eğer klasikler çevrilecekse iki türlü de basılmalıdır. Ancak tek kitapta değil, hem eski “Türkçesini” hem de günümüz versiyonunu okumak insanı yavaşlatıyor.
Yanlış biliyorsunuz. “Din adı altında Araplaşma” kimin uydurduğunu bilmediğim bir kara cahil söylemidir ve içinde bolca da ırkçılık vardır. Dile ve tarihimize baktığınızda Türkler, İslam’ı Araplardan değil İranlılardan öğrenmiştir. Vudu değil abdest deriz, salah değil namaz deriz. Benzer şekilde dini yorumlama ve pratik hayattaki uygulamalara baktığınızda da Araplardan çok daha farklı olduğunu görebilirsiniz. Sırf Müslüman olmamız Araplaştığımız anlamına da gelmez. Eğer böyle olsaydı dünyada Müslüman olan, Persler, Boşnaklar, Malaylar, Hintler vs. gibi Arap harici kavimlerin de Araplaşması gerekirdi ki böyle bir durum yok. Bunun dışında Arapçadan kelimeler almamız da Araplaşmanın bir kanıtı olamaz, tıpkı Sırpçadan, Rumcadan, Ermeniceden, Portekizceden kelime almanın bizi o milletlerden yapmayacağı gibi.
Irkçılık yapmıyorum, sevmem zaten, cahilce de bir söylem kurduğumu düşünmüyorum. Sadece Arapçadan kelime aldık diye Araplaştığımızı da söylemedim fark ederseniz. Araplaşmanın “kanıtını” burada devam ettirmeyeceğim çünkü bu konular hakkında konuşmayı gerçek hayatta da sanalda da tercih etmiyorum. Zaten üslubunuzdan da anlaşamayacağımızı farkettim, gerek de yok zaten. Size iyi günler dilerim.
Konu üstüne çok araştırma yapmadım ama halk dilinde saray dilindeki kadar çok değişlik yokmuş, halk dili daha kendi halinde ve az değişiklik geçirmiş gibi geliyor.
Neyse konuyu daha çok dağıtmayalım
Ben burada ırkçı bir söylem göremedim. “Din adı altında Araplaşma” bence tam yerinde bir tanım.
İslamiyet’in bizde yayılışında rol oynayan itikadi mezhep Ehli Sünnet Ve Cemaat mezhebidir. Türk müslümanlarının ezici çoğunluğu da bu mezhebin görüşlerini takip etmiştir. Türk İslam Alimlerinin çoğunluğu fıkhî görüşlerini bu mezhebin kurucularının ictihad ve fetvaları üzerine vermişlerdir. Mezhebin adından da anlaşılacağı üzere Peygamberin sünnetlerini yani günlük yaşamını, hadislerini ve her türlü davranışını taklit edenler demek. Buna, İnanç ve Hukuk’un nasıl uyguladığından başka, nasıl traş olduğuna, yemeğini hangi elle yediğine, tınaklarını kesişinden tutun da tuvalet temizliğini nasıl yerine getirdiğine, oturuşuna, kalkışına, konuşmasına kadar herşey dahildir.
Bence, bunları bilmeden bir yargıya varmak cahilliktir.
Asırlarca Osmanlı-Türk Medreselerinde okutullan kitapların içerikleri ve aşılanan öğretiler belli. Osmanlı padişahlarına eğitim veren hocalarının yazdığı Fıkıh kitapları bugün bile mevcut.
En basit mantıkla “Kim bir kavme benzerse o, onlardandır” diye bir sözü olduğu iddia edilen Peygamber’in kavmine dahil olmaya çalışmak, onun kavmi gibi düşünmek, onun yaşadığı gibi yaşamak, onun dilini konuşmak ve yüceltmek bu mezhebin en temel öğretilerindendir ve bunu gizlemeden açıkça ifade eder.
Osmanlıyı son dönemlerinde yok oluşa sürükleyen ve millettimizi cahilliğin ve sömürünün karanlığına iten bu öğretiler Mustafa Kemal tarafından tamamen ortadan kaldırılmak istenmiş ve buna çâre olarak bilginin aktarılmasının yolu olan dilimizin bu öğretinin sonucu olan dil boyunduruğundan kurtarılması gerektiği bulunmuştur.