Yayla

“Evde bir şey var”. Omuzunda bir acı hissetti. Sarsılıyordu. Duyduğunu kavraması birkaç saniye aldı. “Kalk”. Üzerindeki yorganı savurdu, sıçrayıp ayağa kalktı. “Ne oldu? Ne oldu?”. Karısı yatakta yarı doğrulmuş, korku dolu gözlerle ona bakıyor, odanın açık kapısından dışarı, koridoru işaret ediyordu. Hemen hızlı adımlarla duvarda asılı olan çifteyi almaya gitti. Attığı her adımda ev sarsılıyordu. Dolabın üste rafından el yordamıyla fişeklerin olduğu kutuyu buldu. Kuş avında kullandığı en küçük saçmalı olanları tüfeğe koydu. Kimseyi öldürmez, ama canını fena yakardı. Eve girdiğine pişman ederdi.

Önce çocuğun odasına yöneldi. Odanın ışığını yaktı. Işık bir an doldurdu içeriyi, sonra yavaş yavaş solarak odayı yine karanlığa terk etti. “Çamaşır makinesini mi çalıştırdın?” diye sordu yatak odasındaki karısına. Sanki sırasıymış gibi. Başucundaki el fenerini aldı. Oğlan yatağında mışıl mışıl uyuyordu, odasında tuhaf bir durum yoktu. Gıcırdayan merdivenlerden aşağı inip salonu ve mutfağı kontrol etti. Dışarıya çıkıp bahçeye baktı. Ormanın sınırına kadar gidip sık ağaçların arasını güçlü feneriyle aydınlatabildiği kadarıyla aydınlattı. Geriye dönüp evin altında ki kilere girdi. Taş duvarlı kilerde de kimse yoktu. Ne evde ne kilerde ne bahçede ne de ormanda kimse yoktu. Kimse olduğuna dair herhangi bir işarette yoktu.

“Yine mi başladık?” diye düşündü. Tam bitti derken aynı şeyleri tekrar yaşama düşüncesi korkuttu onu. Yine de sakin kalmaya çalıştı. Nede olsa bütün bunlar onun suçuydu. Hiç bir zaman bunu açıkça itiraf etmese, dile getirmese de en azından kendisine doğruyu söyleyecek kadar dürüsttü. Yavaşça yukarıya çıktı, oğlanı kontrol edip üzerini örttü, bir de öpücük kondurdu yanağına:

Yatak odasına girdiğinde karısını yatakta tedirgin bir halde onu beklerken buldu. Konuyu açmama kararıverdi, gecenin bu vakti değil en azından. Çifteliyi yerine astı, yatağa döndü. “Bir şey yok” dedi kısaca “Endişelenme”. Yattıkları zaman karısı arkasından sıkıca sarıldı ona, aynı korktuğunda bacağına sıkıca sarılan oğlu gibi. Bu da kendisini daha kötü hissetmesine sebep oldu. Hepsi kendi suçuydu, kendi.

Ertesi gün erken kalktı. Kilerdeki aküleri kontrol etti, kahvaltı için biraz yiyecek çıkarttı. Erzakları onları en az dört ay idare ederdi. Çatıya çıktı, güneş panellerini temizledi, akan yerleri elinden geldiğince yamadı. Çok değildi ama yine de çatıda sızıntı vardı. Hayati değildi fakat rahatsız ediciydi. Hele bu yağışın en çok olduğu mevsimde.

Oğlan uyandığında biraz oynadılar. Beş yaşındaydı kerata. O kadar haraketliydi ki kendisini yaşlı hissettiriyordu. Yarım saat geçmeden soluk soluğa “Hadi git biraz kendin oyna” diye başından savdı. O tavukların peşinden koşarken kendisi sırt çantasını alıp kilere gitti. Çantaya biraz yiyecek ve iki bira koydu. Mutfağa çıktığında karısı yemek hazırlıyordu. Matarasına suyunu doldururken “Ben ormanda biraz yürüyeceğim” dedi. Kadın keyifsiz bir gülümseme ile “Tamam” dedi “Biraz mantar da bak” Mantar konusunda aynı fikirde olmasalar da itiraz etmedi.

Sık ormanla kaplı tepeyi tırmanması üç saatini aldı. Tepenin zirvesine yakın açıklığa geldiğinde sırt çantasını eline aldı. Daire şeklindeki açıklığın ortasında birkaç kaya vardı. Bunlardan masa gibi düz yüzeyli olan onun kayasıydı. Yaylaya geldiğinin üçüncü haftasında keşfetmişti burayı. O zaman bu kayaların her yerini çalı çırpı ve sarmaşık sarmıştı. Hepsini temizledi. Şimdi canı sıkıldığında buraya gelip oturuyor, aşağıdaki yaylanın manzarasını seyrediyordu. Yeşil bir denizin içindeki bir adaya benziyordu.

Masa kayasına oturup bağdaş kurdu, çantasından biralarını çıkarttı. Bu gün açacak ta almıştı yanına. Dün bıçakla şişeyi açmaya çalışırken kestiği yer hala acıyordu. Dünden kalan kan izlerini kayanın üzerinde görebiliyordu. Bir süre aşağıdaki manzarayı seyretti. Temiz, taze havayı ciğerlerinin en ucuna kadar çekti. Bu kadar temiz havanın kafi geldiğine kanaat getirince çıkartıp bir sigara yaktı. Birasından bir yudum çekip bütün başından…başlarından geçen badireleri düşündü.

Çok genç yaşta başladı çalışmaya. Çok çalıştı. Çok zor şartlarda çalıştı. Ama başardı. İlk makinesini alıp atölyesine koyduğunda yirmili yaşların başındaydı. Pazar tezgahlarında başlayan macera sonunda elle tutulur bir meyve vermişti. 250 kiloluk demir ve çelik. O günü dün gibi hatırlıyordu. Nasıl da mutluydu, gururluydu. İkinci el dokuma makinesinin karşısına sandalyesini koyup, beşlik simit gibi kurulmuş, çayından keyifle bir yudum çekmiş. “Vay be, sonunda başardım” diye düşünmüştü.

Bir makine oldu iki. Üç, dört derken işlerini büyüttü. Beşinci senenin sonunda artık “Fabrikatör” olmuştu. Sonra evlendi. Sevdiler birbirlerini. İlk başlarda her şey çok güzeldi. Evden işe, işten eve mekik dokuyor, mutlu mesut yaşıyorlardı. Sonra…sonra araya para girdi. Para arttıkça sınıf atladı, lüks bir ev, lüks arabalar, lüks restoranlarda yemekler, davetler ve tabi sevgililer. “İş gezisi” bahanesi ile kaçamaklar, sevgililere alınan pahalı hediyeler.

Ne diyordu şarkıda “Her şeyin bir bedeli var. Bir gün gelir ödenir, öde” O gün verdiği çeklerden birinin arkası yazılınca geldi. Çekini karşılıksız çıktığını öğrenen diğer alacaklıları, leşe üşüşen akbabalar gibi üzerine çullandılar. Arka arkaya çekleri yazıldı, bankalar verdikleri kredileri geri çağırmaya başladı. Onca yılda kurduğu düzen neredeyse göz açıp kapayana kadar çöktü. Kağıttan kuleler gibi. Makineler, evler, arabalar, karısının mücevherleri, hiç bir şey kurtarmaya yetmedi. Kendini alçaltıp sevgilisine hediye olarak aldığı gerdanlığı bile istedi. Tabi borç olarak. Kendini bundan daha kötü hissettiği tek bir an oldu. Kadın alacağını istemek için kapısına dayandığında.

Karısı zenginken nasıl yanındaysa, her şeylerini kaybetmeye başladıklarında da yanındaydı. Sırtını okşayıp “Üzülme” diyordu ona “Bir kere başardın bir daha başarırsın. Ben hep yanındayım”. Samimiyetini gözlerinde görebiliyordu. Bu da kendisini daha kötü hissetmesine neden oluyordu. Ta ki eski sevgili kapıya dayanana kadar.

Kapıyı karısı açtı. Kadın ona durumu anlatıp gerdanlığını geri isteyince dönüp onun yüzüne baktı. O bakışı asla unutmuyordu, asla da unutamayacaktı. Keşke yer yarılsaydı da içine girseydi. Ama öyle bir şey olmadı. Sadece ayakta dikilip, gözlerinin arkasına, ruhunun içine işleyen o bakışlara maruz kaldı. Sonra karısı kadına dönüp “Gerdanlık ta yok para da. Defol git kapımın önünden” dedi. Mahkemeye gideceğini, dava edeceğini haykıran kadına, nereye isterse oraya siktirip gitmesini söyleyerek kapıyı yüzüne çarptı. Karısının küfrettiğini ilk defa duymuştu. Uzunca bir süre de onun ağzından bir kelime duymadı.

Karısını perişan eden şatafatlı lüks hayatını, cebinde ki limitsiz kredi kartını, en pahalı restoranlarda yemekleri, ışıltılı mücevherleri hatta kokoş arkadaşlarını kaybetmek değildi. Rutubetli bodrum katında yaşayabilir , piknik tüpünde yemek yapabilir, üşümesin diye kat kat giydirdiği oğluna ve kocasına sarılıp elindekilere şükredebilirdi. Ama aldatıldığını öğrenmek, hem de bu şekilde. Bu fazlaydı. Fazlasıyla fazla.

Elbette aptal değildi. İş seyahatlerinin sebebini tabi ki içten içe biliyordu. Ancak böyle kesin bir şekilde, kendi kendisine inkar etmeye fırsat vermeyecek biçimde yüzüne çarpılınca acı gerçek. İşte bu onu kırmıştı. Kırmak ne kelime paramparça etmişti. Kendisini çirkin, değersiz, kolayca vazgeçilebilir, yeri doldurulabilir hissetmişti. Gururu incinmişti. Bilenler, kim bilir nasıl acımışlardı kendisine, nasıl arkasından gülmüşlerdi. Düşündükçe çıldıracak gibi oluyordu.

Sonunda o da oldu. Kocası iş aramaya gitmişti. Çocuğu öğlen uykusuna yatırdı, ona yeni bir hırka örmeye çalışıyordu. Daha kalın. Çünkü geceleri çok soğuk oluyordu. Göz ucuyla, kapının köşesinden birinin onu gözetlediğini fark etti. Baktığında siluet kayboldu. Kalkıp bütün evi dolaştı. Kendisinden başka kimse yoktu. Tekrar işine döndü. Bir süre sonra yine gördü. Görüş alanın hemen sınırında, kapının kenarından seyrediyordu onu. Karanlık, gölge gibi bir yüz. Kalbi deli gibi çarpıyordu. Kafasını kaldırıp baktığında orada kimse yoktu.

Durum gün geçtikçe daha kötüye gitti. Karanlık siluet peşini bırakmıyordu. Kapının kenarından, duvarın köşesinden, merdiven altındaki boşluktan, markette rafların arasından. Devamlı onu seyrediyordu. Hep görüş alanının sınırında dolanıyordu. Baktığında kimseyi göremiyordu. Bu da onu daha çok korkutuyordu. Uzun bir süre, böyle bir şeyin olmadığını, siluetin kendi hayal gücünün eseri olduğunu düşündü. Daha doğrusu buna inanmaya çalıştı.

Ama bu hiç kolay değildi. Gece yatağında yatarken, kör karanlıkta bile onu görüyordu. Duvar ile dolabın arasındaki iki parmak boşluktan onu seyrediyordu. En sonunda kocası ile konuşmak zorunda kaldı. Adam iş aramaktan gelmiş, elini yanağına dayamış ne yapacağını düşünüyordu. Kimse onu işe almak istemiyordu. En sonunda birisi biraz dürüst davranmış “Kendi işini yapmış adamı çalıştırmak zor olur. Emir almaktan hoşlanmazlar” demişti. Kadın yemekten sonra bulaşıkları yıkamış, biraz önce de çocuğu uyutmuştu. Elinde örgü, bere örüyordu.

Birden durup, başını yerden kaldırmadan kocasına “Kapının yanında biri var” dedi “Sen de görüyor musun?” Adam duyduğunu anlamadı başta. “Efendim?” karısı biraz sinirli bir şekilde tekrar etti “Kapının yanından diyorum. Birisi beni izliyor. Sen de görüyor musun?”. Kocası baktığında kimseyi göremedi tabi ki. Kalkıp bütün evi dolaştı. Bütün kapıları, pencereleri kontrol etti. Kimse yoktu.

Başta karısının söylediklerinden dolayı ürktü. Ama sonra uzun zamandır kendisi ile konuşmayan karısı ile tekrar barışabilmek için iyi bir fırsat olduğunu düşündü. Yanına oturdu, zorla da ellerini tuttu, çenesinden tutup başını kaldırdı, gözlerinin içine bakıp af diledi. Defalarca. Ne kadar hayvan olduğunu, yaptıklarında pişmanlık duyduğunu, kendisini çok sevdiğini falan söyledi. Bilmem kaçıncı kez. Kadın da inandı ona. Zaten en başından inanmıştı. Ama mesele o değildi. Mesele kadınlık gururunun ayaklar altına alınmasıydı. Yine barışmayacaktı ancak bu yeni düşman için bir müttefike ihtiyacı vardı. Karanlık siluete karşı duyduğu korku, kocasına duyduğu tiksintiden ağır basmıştı. Barıştılar.

Karısı kendisine büyü yapıldığına inanmıştı. Buna inanmıyordu. Büyü denen bir şeyin varlığını reddediyordu. Dolayısıyla onu üfürükçü hocaya (Karısı öyle adlandırmıyordu) götürmesi söz konusu bile olamazdı. Onun yerine eski günlerden tanıdığı bir psikiyatrist arkadaşına götürdü. İyi bir doktordu ve de pahalı. Ancak para konusunu hiç açmadı. Durumunu duymuştu anlaşılan. “Kırk yılda bir ihtiyacın olmuş, senden para isteyecek değiliz herhalde” diye kestirip attı.

Muayeneden sonra yalnız görüşmek istedi adamla. Kadın ihanet konusuna hiç girmemişti. Bunu kendisine hakaret olarak mı örüyordu yoksa kocasının, arkadaşı karşısındaki itibarını mı düşünüyordu bilemedi. İhanet işini dedikodulardan biliyordu. Kendisi de konuyu açmadı. Görüşmelerinden anladığı kadarıyla kadın kendisine büyü yapıldığını düşünüyordu. Adamla açık konuştu ; “İlaç tedavisi uygulayabilirim. Hatta isterseniz bir süre hastaneye yatırabilirim de. Ya da…” Adam meraklandı “Ya da?” Biraz sıkıntılı bir tavırla devam etti doktor, “Ya da bir hocaya götürebilirsiniz”

Adam ayağa fırladı “Ne diyorsun yahu. Ben de bilim insanısın, doktorsun diye sana geldim. Kendisi de baştan beri hocaya gitmek istiyor zaten. İkna edesin diye sana getirdim onu. Şimdi sen bana üfürükçü hocalara inandığını mı söylüyorsun?” Doktor gayet sakin doğrulup arkadaşının omuzunu sıvazladı. “Celallenme hemen. Ben inanmıyorum hacıya hocaya elbette ama o inanıyor” Anlamadı baştan doktorun ne den bahsettiğini. “Birinin onu takip ettiğine inanıyor, birini görüyor. Kendisine büyü yapıldığına inanıyor, bütün sorunları yaşıyor. İnanç meselesi” dedi doktor “Kendisine hocanın iyi geleceğine inanıyorsa hoca iyi gelecek ona” Bir süre konuştuktan sonra arkadaşının dedikleri mantıklı geldi adama. Kırk yıl düşünse karısını üfürükçü hocaya götüreceği gelmezdi aklına. Doktor “İstesen bir arkadaşım var. Hoca. Çok temiz, dürüst ; bilime fenne inanan bir hocadır. Bu işe yanaşacak biri değil. Ama durumu anlatıp rica edersem bize yardım eder sanırım” dedi.

Durumu hocaya anlattılar. Pek kolay olmadı ama sonunda bu tiyatroda rol almaya ikna oldu. Kocasının ve doktorun koltuk altlarına girip getirdiği perişan haldeki kadın, hoca dua okudukça kendine geldi. İki saatin sonunda kendi ayakları üzerinde, hocaya dua ederek kapıdan çıktı. Hocanın yazdığı muska atletine çengelli iğne ile tutturulmuştu. Kocası hala temkinli yaklaşıyordu bu hacı hoca işlerine. Sordu “Muska da ne yazıyor hoca efendi?” Hoca gülümsedi “Sadece Ayet-el Kürsi” dedi “Ama psikolojisi baya bozulmuş. İnşallah düzelir” diye ekledi.

Düzeldi de. O günden sonra bir daha silueti görmedi kadın. Yavaş yavaş toparlanıp kendine geldi. Kocası ile barışıp, tam olarak eski hayatına olmasa da, hayatına geri döndü.

Bu arada maddi problemleri devam ediyor, adam bir türlü iş bulamıyordu. Şimdiden iki kira borçları birikmiş, ödenmemiş faturalar nedeni ile elektrikleri ve suları kesilme raddesine gelmişti. Ümitsizlik üzerine ümitsizlik, çaresizlik üzerine çaresizlik yaşarlarken, bir gün adamın eskiden mal verdiği toptancılarından biri haber gönderdi ona “Gelsin görüşelim” diye.

“Abi” dediği, saygı duyduğu bir adamdı yanına gittiği. Bir kaç defa üstü kapalı uyarmıştı geçmişte onu. Tabi ki aldırmadı, anlamazdan geldi uyarılarını. Sonu malum. Adam o konuları hiç açmadı, yüzüne vurmadı. Sadece “Geçmiş olsun” demekle yetindi. Direkt sadede geldi. “Benim yaylada bir evim var” dedi “Orada yaşamak ister misin?”

Yayla pek kimsenin bilmediği bir yerdeydi. Topu topu on yayla evi vardı. Dağ başında, ormanın dibinde bir yer. Yaz aylarında bile gelenler birkaç aileyi geçmezdi. Sonbahar yağmurlarıyla dereler taşar, yollar kapanır, yaylaya giriş çıkış imkansız hale gelirdi. Şehre uzak, izole, ama yeşili, doğası, tertemiz havası ile tam yaşanacak bir yerdi.

Yayla evlerine göz kulak olacak, ufak tefek tamiratları ile ilgilenecek bir aile arıyorlardı. Evler ahşaptı ama oturulmayacak gibi de değildi. Hatta üç tanesinde güneş enerjisi, ikisinde jeneratör vardı. Kira ödemedikleri gibi üzerine iyi bir maaş ve erzaklarını da alacaklardı. Adam “Benim evde kalırsın” dedi “Elektriği, bütün beyaz eşyası var”

İş için çaldığı her kapıdan hayal kırıklığıyla döndüğü için, bu teklif gerçek olamayacak kadar iyi göründü gözüne. Karısı ne der bilemiyordu ama. Bir de küçük çocuk vardı tabi. Adam düşündüğünü görünce “Orası hepinize iyi gelir”. dedi “Çocuğun okul derdi yok şimdilik. Sessiz sakin biraz kafa dinlersiniz. Kendine ve ailene toparlanmak için zaman vermiş olursun”

x x x x x x x x x x x x x x x x x x x x x x

Çantasını toplayıp sırtına astı. Elindeki poşete çakısıyla birkaç delik açtı. Aşağıya inerken devrilmiş ağaçların kütüklerini, köklerin diplerini, kıyıda köşede kalan gölgelikleri kontrol etti. Kalın saplı, açık kahverengi şapkalı mantarları toplayıp poşetine attı. Bir yandan da homurdanıyordu “Bir gün zehirleneceğiz ama ne zaman”. Eve geldiğinde karısı evin işini bitirmiş, eline örgüsünü almıştı.

Karısı onu karşılayıp poşeti mutfağa götürdü. Kadın mantarları temizlerken yanına geldi. Buzdolabından bir şey alıyormuş gibi oyalandı. Konuyu açıp açmamaya karar vermeye çalışıyordu. Durduk yerde onu huzursuz etmek de istemiyordu. Sonra bir anda “Gece evde birisi var diye kaldırdın beni” diye söze girdi “Her yeri aradım kimse yoktu. Muskanı takıyor musun? Yine başlıyor olmasın?”

Kadın gözlerinin içine baktı “Ben biri var demedim…Bir şey var dedim”

Sırtının ortasından bir ürperti yükseldi, omuriliği boyunca ilerledi, ensesinden başlayarak bütün tüyleri diken diken oldu. “Ne demek bu?”. Karısı yaptığı işten başını kaldırıp cevap verdi “Daha öncekiler gibi değildi bu sefer. Birini görmedim, bu daha çok bir his gibi. Nasıl anlatayım…hani birinin seni izlediğini hissedersin ya, onun gibi, ama çok daha güçlü. Ve bu insan değildi”. Kadının son söylediği onu korkutmuştu. “Saçmalama. Onu nerden çıkarttın?” Karısı omuzlarını silkti “Bilmiyorum. Hissettim.”

Bu konuşmanın ardından iki gün geçti. O günden sonra karısı ne konuyu açtı ne de başka bir olay yaşandı. Gece yarısını geçiyordu, yatakta yatıyor, uyku ve uyanıklık arasındaki sınırda, gözleri kapalı, bilinci yarı açık, evden gelen sesleri duyuyordu. Buna alışıktı. Özellikle sıcak günlerin gecesinde evin her yerinden sesler gelirdi. Sıcakta genleşen tahtalar eski yerlerine otururken, çıtırtılar, takırtılar eksik olmazdı. Karısı çoktan uyumuştu. Onca tıkırtının arasında bir gıcırtı, yarı uyuşmuş beyninde uyarı sinyallerini tetikledi. Bir gıcırtı daha, ama bu sefer daha yakın. Bir daha. Bu seferkini tanıyordu. Çocuk odasını hemen gerisindeki tahta. Uyarı sinyalleri yerini avazı çıktığı kadar bağıran bir alarma bıraktı. Beyninin uyanık yarısı, uyuyan kısmına haykırıyordu “KALK. UYAN. EVDE BİRİ VAR, YAKLAŞIYOR”

Yattığı yerden fırlayarak dikildi. Karşısındaki karanlık koridorda bir şey vardı. Karısının geçen gün ne kastettiğini şimdi anlıyordu. Onun görmüyordu ama gözlerini dikip onu seyrettiğini hissediyordu. Karanlığa “Kim var orada?” diye seslendi. Karısı yanında huzursuzca döndü. Yatağın yanındaki sehpanın üzerinden el fenerini aldı. Fenerin aydınlattığı koridorda hiç bir şey yoktu. Diğer odaları ve kileri dolaştı ne birini gördü ne de birinin varlığına dair bir işaret. Ama o huzursuz “İzleniyorum” hissi kaybolmadı. Bahçenin kenarına, çitlerin yanına vardığında o his neredeyse elle tutulur bir hal aldı. Orada. ormanın içinde o şey onu izliyordu. Bakışlarının boynunun üzerinde dolaştığını, derisinin üzerinde gezinen parmakları hisseder gibi gerçek olarak hissetti. Koşar adım eve girdi. Kapıyı, kilitlemekle yetinmeyip, üzerindeki halkalara bulabildiği en büyük asma kilidi de taktı.

Ertesi gün karısı kilidi görüp ne olduğunu sorduğunda “Yok bir şey” dedi “Kapının kilidi tutmuyor. Kapı açık kalıpta hayvanlar içeri girmesin diye taktım”. Kadını daha fazla korkutmaya gerek yoktu. Kendisi hepsine yetecek kadar korkmuştu zaten.