Uykucu milletlerin üzerine Güneş doğsa değil, endamıyla düşse, evlerinin, kapılarının önünden davullara, köslere pasa tokmak bekçiler değil deccaller geçmiş olsa yine uyanmazlar.
İSTANBUL MEKTUPLARI - AHMET RASİM
Uykucu milletlerin üzerine Güneş doğsa değil, endamıyla düşse, evlerinin, kapılarının önünden davullara, köslere pasa tokmak bekçiler değil deccaller geçmiş olsa yine uyanmazlar.
İSTANBUL MEKTUPLARI - AHMET RASİM
Cumhuriyetin ilanından beri burada var olan ruhi durumdan çıkarıldığına göre millet, artık kin ve düşmanlık istemiyor. Milli Mücadele sıralarında gösterilen dobralığı arıyor.
İSTANBUL MEKTUPLARI - AHMET RASİM
Padişah söyler, veziri ayakta dinlermiş. Dinleye dinleye zavallı vezir dalmış… Birdenbire padişah öfkelenmiş. “Hele şu terbiyesize bak. Ben söz söylüyorum, o ötesini berisini kaşıyor. Alın kellesini!” demiş. Meğer biçare, "mayasıl"dan mustarip imiş. Hamamda yeni sülük tutunmuş imiş. Sülük yerleri tatlı tatlı gidişdikçe elinde olmayarak eli gidermiş!
Bereket versin ki zamanımızda böyle görünmez kazalar yok. Sülük tutunma değil a, uyuz olup hatır hatır kaşınsan kelle yine yerinde kalıyor, değil mi?
İSTANBUL MEKTUPLARI - AHMET RASİM
Biz Türkler emin olmalıyız ki İngiltere’de her an ve zaman mevcut olan “emperyalizm” cereyanları kesilmedikçe milletlerin dünyada rahat yüzü görmeleri imkânsızdır.
İSTANBUL MEKTUPLARI - AHMET RASİM
Hâlâ sahte imanın İslam nezdinde makbul olmadığını bilmiyoruz. Yalnız dini sahte imanlıların değil, siyasi sahte imanlıların da…
Bir memleket hayatı, dirliği için ne kadar zararlı hatalı neticeler vermekte olduğunu hesap edemiyoruz.
İşte biz böyleyiz.
İSTANBUL MEKTUPLARI - AHMET RASİM
Ağlattı beni. Biraz uzun ama okuyun lütfen.
55.Mektup:
Şehit Oğlumun Hayal-i Perişanisi
İstanbul, 3 Eylül
Tren, bizi Haydarpaşa’dan kaptı, yirmi bu kadar saat sonra Selki denilen kıraç bir toprakta bıraktı. Nereye gidiyor idik? Adı, sanı bellisiz bir şehidin ikinci kabrine! Kimin? Bir şehidin…
Ayağım toprağa dokunduğu anda idi ki senelerden beri duyduğum bir ayrılık ürpertisi bütün vücudumu sarsmaya başladı.
Ben, bu ürpertiyi tanıyordum. Beni kırıp geçireceğini biliyordum. Soğuk bir ter, buruşuk alnımda toplandı, toplandı, sıcak sıcak gelen bir iki damla gözyaşımla karışarak aktı.
Sabahın geceden ayazlamış rüzgârları, ruhumu yakan bu uzaktan uzağa nöbetin ateşini hafifletemiyordu. Bir dakika evvel o mübarek kabrin yanı başında bulunmak istiyordum. Benim sabırsızlığım, diğer iki arkadaşımı da benimle beraber bir askeri talikaya attı. Saman kırıntıları, önümüzden giden kağnılar, arabalar, kamyonlar, otomobillerin savurdukları tozlar içinde sarsıla sarsıla, tartaklana tartaklana gidiyorduk. Çok zayıflamış bir hayali, daha büyümüş, ela gözleri çukur çukur olmuş, kaytan bıyıkları dökülmüş, arkadan girerek göğüs kemiklerini hurdahaş etmiş, hâlâ kanları kurumamış süngü uçlarıyla hüzün veren izler, harap olmuş bedeniyle, boğum boğum kemik kollarıyla bana sarılmak için gözlerimin önünde dolaşıp duruyordu. Evet. Nereye gidiyorduk? Adı, sanı belirsiz fakat etrafında koca bir zaferin dünyayı kaplayan sesinin uçtuğu ve dans ettiği bir şehidin ikinci kabrine!
Kendi kendime, için için söylenerek Balkan Harbi’nde Bulgarların Yenice’de bastırıp süngüledikleri oğlumun tarumar hayaline ruhen hitap ederek, “Gel yavrum, Mazhar’ım, sen de gel! Sen de o büyük zaferin dokunaklı sebeplerinden olan, şu şehit kardeşini ziyaret et, bana sarılacağına ona sarıl, kal!” diyordum.
Ufak bir tepe üzerinde kurulmuş birinci zafer kemerini geçtik. O sıcak hayal artık görünmez oldu. Arabanın içinde onu aramak, onu bir daha görmek emeliyle gözlerimi kapıyordum. Hâlbuki maddi hayatta gözler açık olmazsa görmez değil mi?
Biraz daha gittikten sonra durduk. Uçuşan bayrakların, gezinen halkın, sıravarı kurulmuş çadırların, palangaların delaletiyle "kabir"e yakınlaşmış olduğumuzu anlıyordum. Çıktığım yolda gitmek istemiyormuşum gibi son derecede ağır yürüyordum. Bacaklarım âdeta titriyor, nefesim kesiliyordu. Müthiş bir öksürük bütün bütün kuvvetimi kesti. Başım dönüyordu. İşte bu dönüş arasındaydı ki Mazhar’ı bir daha gördüm. Önümden gidiyor, bana yol gösterir gibi arkasına bakıp bakıp ilerliyordu.
Ufak bir dönemeçten küçük bir yokuşa daha tırmandım. Tepe, bu yokuşun sonundaydı. Burada da bir kümbet altından geçtim. Ellerinde birer külünk, iki üç kişi bir yer kazıyorlardı. Birdenbire bakışlarım sol tarafa döndü. Üstü kabarık, yanları küçük küçük taşlarla örülü, üstü bayraklarla dalgalanan sade bir mezara saplandı, kaldı.
Bu mezar, adı sanı bellisiz bir şehit askerin mezarıydı. Eyvah! Benimkinin adı sanı belli, mezarı bellisiz! Vah! Yavrucuğum vah!
Ne o? Yanı başımda biri bir şeyler söylüyor… Bir kadın… Bir şehit anası… Orada yatan şehidi benimsiyor… “Bu, mutlaka benim oğlum olacak,” diyor. Hasbünallah! Sen bilirsin ya Rabbi! Tufan kaldıran bir ağlama, bütün kuvvetiyle boşandı, geldi, gırtlağıma sarıldı, doldu. Boğuluyordum.
Bir şehit babası, bir şehit anası! Bir mezarın yanında… Altında bir şehit kalabalığı kaynaşıp duruyor!
Trenden inerken hissettiğim ürperme, o özlem ateşi yine nüksetti, gözyaşlarına karışan o soğuk ter yine geldi. Mazhar’ı orada bırakarak, bacaklarımı sürükleye sürükleye ilerilere doğru yürüdüm.
Tepenin sol ucunda kurulu muvakkat kürsüye doğru yürüdüm. Oh! Burada kimseler yok… Çal köyünün yerden bitme evleri, melun düşmanın tepetakla ve mağlup sıkışıp kaldığı Kızılca dağlar, Dumlupınar, sol tarafta bu çamlıcaya istinat etmiş bir köyceğiz, tepelerinden birbirine neşe kahkahaları atan dağlar, oyuk, loş loş duran vadiler, her yolcuya tabii gölgelik hizmetini gören tek tük ağaçlar, büyük bir ümidin başlayıp bir hakikat halinde göründüğü bu bereketli sahanın üzerinde parıl parıl parlayan güneş, sümbüli bir hava, ta aşağılardan gelerek ta yukarılara çıkan muhtelif sesler, çırpınıp uçuşarak, dönüp dolaşarak bir türlü ayrılamayan kuşlar, beni o yalnızlığımda oyaladılar. Oturduğum bir taş parçası üzerinde dinlendirdiler. Koca bir milletin, istikbale doğru çıktığı bu manzara suretleri arasında büyük bir velvelenin hâlâ uzayıp giden yankılarını işiterek vicdanımı tatmin ediyordum. Bütün bir vatanın ağladığı o kara günlerde buralardan doğan bir güneşin hayat bahşeden gölgesi, ruhumu ısındırıyordu. Mazhar’ı yine unutuyordum. Onu biraz evvel bizzat o mezara gömmüş, dönmüş, o biraz evvel içinde seneler geçirerek unutmuş gibiydim.
Hayatımda, zaman içinde zamana, tayy-ı mekâna inandığım böyle bir ânı bilemiyorum. Öyle zannediyorum ki ben de ölmüş, şimdi dirilmiştim. Baştan başa bir mezara örtü olan bu sınırsız fezada ölüler dirilemez de nerede dirilirler? Neden yaşayan şehitler diyoruz? Yoksa dirilmek, ölmekten daha mı kolay? Gözlerimin önünde duran kaya parçaları neden oynar gibi görünüyor? İzlediklerine baş sallayan şu hayaller öldükten sonra dirilenler değil mi?
Aman! Bir ayak sesi! Az kaldı, “Gelme!” diye bağıracak idim.
Bir aşina yüz: “Merhaba!”
Evet. Merhaba! Bir lafza ki ancak böyle geniş, saha saha ümit dolu, feyiz dolu ve taravet yerlerde söylenirse manidar olabilir.
“Esselâmü üss-i ma’şer-i şühedâ…”
Kulak verin… Ne işitiyorsunuz?
“Merhaba!”
“…”
Kulaklarım uğulduyor, sert bir rüzgâr yüzüme vurdukça kökü oynamış bir ağaç gövdesi gibi başım sallanıyordu. Gelenler kürsüye kadar yürüyüp döndüler. Ben yine o sevdiğim hayalata dalmak üzereydim.
Bir ses daha…
“Mutlaka benim oğlumdur!”
Yine o kadın! Bir elinde bir torba, diğer elinde bir çıkın! Gözleri kuru, dudakları yaş… Apul apul yürüyor, bana doğru geliyordu. Yaklaşınca kalktım…
Dedi ki: “Benim oğlum, diyorum da kimse inanmıyor!”
“Ben inandım!”
Öyle söyleyince bir nazarla baktı ki beni de sevindirdi. O kuvvet ile yürüdüm. Diyecektim ki, “Hatta benim oğlum da yanında!” Fakat diyemedim! Bu defa da böyle ansızın bir tesellinin boğazıma sarılan elleri sesimi kıstı!
İSTANBUL MEKTUPLARI - AHMET RASİM
En azından düşmanım ol ! Böyle der dostluk için rica etmeye cesareti olmayan gerçek saygı.
İnsan bir dostunun olmasını isterse, aynı zamanda onun için savaşmayı da istemek zorundadır : ve savaşabilmek için düşman olabilmek gerekir. (…) Dostunun çok yakınına yaklaşabilir misin onun safına geçmeden ?
Böyle buyurdu Zerdüşt.
Zaman, kelimelerle oynamak zamanı değildir. Sağduyu ile iş görüşülecek zamandır. Çünkü halk “istemezük” demiyor, “isterük” diyor. Cumhuriyetin ilkelerinden en önemlisi de “isterük” parolasında saklıdır. Dumlupınar merasiminde Gazi Paşa ne diyordu?
“Efendiler, Artık vatan imar istiyor, zenginlik ve refah istiyor, ilim ve marifet, yüksek medeniyet, hür fikir, hür zihniyet istiyor.”
Ben bu sözleri gazetelerde okumadım. Can kulağımla duydum; Gazi, bu manidar sözleriyle milletin duygularına tercüman olurken kürsü üzerinde almış olduğu vaziyet hâlâ gözlerimin önündedir. Bir kurtarıcı Türk’ten yankılanan bu talep sesi, eminim ki her Türk’ün kalbinde uzun uzun çınlamıştır. Bu sözler, canıgönülden söylenmişti. Gazi bunları söylerken sesi heyecanlı kesintiler ile gürlüyor, yüzünün alametleri, gözlerinin görmekte olduğu gelecekteki evreleri anbean hissederek değişiyordu. Elbette bu büyük kalp, her “istiyor” deyişinde milletin refah arzusu ve hürriyeti ile çarpıyordu.
İSTANBUL MEKTUPLARI - AHMET RASİM
Hatta fikir hayatını mahvetmek için istibdadın icat etmediği hiçbir melanet kalmamıştır denilse yeridir. Hamit devrinde [1]300 senesine doğru birdenbire şiddet göstererek [1]324 tarihine kadar devam eden maarif düşmanlığı, memleketin sahip olduğu ilerlemeyi kan, duman içinde bırakmış, bir taraftan nefis eserleri yaktığı gibi, diğer taraftan da irfan ehlini savurup, mülkün ötesine berisine atıp mahveylemeye çalışmıştı. Dikkate değerdir ki bir müddet Çemberlitaş Hamamı’nın külhanı, eserlerin yakılması işine tahsis edildiği halde, bunun duyulmasından dolayı Matbaa-i Âmire’de ayrıca bir ocak inşa edilmişti ki bu ocağın hâlen enkazı mevcuttur.
İSTANBUL MEKTUPLARI - AHMET RASİM
Neden Üç Boyutlu Evren?
Yaşamın her durumda iki boyutlu bir evrende var olabileceği mümkün gözükmüyor, çünkü karmaşık yapılar oluşamazdı. Örneğin, kablolar birbiriyle kesişmeden ve birbirlerine dokunmadan bir kablo (veya sinir) ağı kuramazsınız, ve bir nesne dağılmadan buradan bir kanal açamazdı, tıpkı sindirim kanalı gibi. Gerald Whitrow’un ortaya koyduğu gibi, 'üç veya daha fazla boyutta herhangi bir sayıda olan hücreler, ek kesişmeleri olmadan çiftler şeklinde birbirlerine bağlanabilir, ama iki boyutta bunun için en fazla mümkün olan hücre sayısı sadece dörttür. (S77)
Çoklu Evrenler - John Gribbin
Milli mefkûreye sahip ve sadık kalmak, milletleri korkusuz yaşatan bir manevi kuvvettir. İstibdat devrinde Şark’ın birçok umacıları vardı. İngiliz donanması, Rus Kazakları, bu cümledendi. Fakat bu ikisinden en çok korkan, en baştaki padişahtı. Korku, onun korkaklığı, saltanat hırsı yüzünden yayılmıştı. Çünkü o devrin bütün telkinleri padişaha sadakat, itaat etmekten ibaretti. Padişah korktu mu, millet de korkardı.
İSTANBUL MEKTUPLARI - AHMET RASİM
Bir mecliste softanın uykusu gelmiş, uzanıvermiş, demişler ki:
Yatıyor musun?
Demiş ki:
Uzun oturuyorum…
Ya gözlerin kapalı?
Ben içimden de görürüm!
Bizimkiler de horuldarlar ama her sözü can kulağıyla duyar, her vakayı iç gözü ile görürler.
İSTANBUL MEKTUPLARI - AHMET RASİM
Seher vakti çöl havzasına sessizlik çökmüştü.Dük göğe baktı.Yıldızlarla dolu mavimsi siyah gökyüzü,pullarla bezeli bir şal gibiydi.Güney ufkunun hemen yukarısında gecenin ikinci ayı,seyrek toz bulutunun ardından bakıyordu…Dük’e alay ve şüpheyle bakan,inançsız bir aydı bu.(S.142)
Dune - Frank Herbert
O zamandan bu zamana pek bir şey değişmemiş gibi sanki
Buranın pek ziyade dikkate değer meselelerinden biri de kitapçılığın bir zamandan beri durgunlukta iken son zamanlarda geri geri gitmesidir. Geçen gün kitapçılardan biri diyordu ki: Peynir alıp satsam daha çok kazanırım.
Kâğıt, mürekkep, tertip, cilt masraflarının çokluğu, elde mevcut olan nakdin kitap baskısına yatırılmasında büyük büyük tereddütleri gerektirmekte, özellikle okuyucu azaldıkça azalmaktadır.
İSTANBUL MEKTUPLARI - AHMET RASİM
Şahsiyetler gelip geçer. Bunların içinde ilme, memlekete yaramış olanların seciye ve kabiliyetlerinin derecelerini bildiren açıklamalara ve şerhlere ehemmiyet vermeyecek olursak bir bakıma göre büyük bir nankörlük etmiş olmaz mıyız?
İSTANBUL MEKTUPLARI - AHMET RASİM
Vahdettin’e gelince, Umumi Harp, Mütareke devrinde bir müddet İstanbul’da esiren bulunmuş, daha sonra Osmanlı saltanatının kaldırılması ve millî irade ile tahttan indirilmesi ilan edilmiş, bunun ardından İstanbul üzerine yürüyen Kuva-yı Milliye’nin yaklaşmasından ürkerek, hamisi İngilizlerin gemisiyle firar ederek, nefret edilerek ebediyete gitmiştir.
İSTANBUL MEKTUPLARI - AHMET RASİM
3 tane daha alıntı paylaşırsan adamın varisleri telif atacak siteye.
Sevdiğim kitaplarda böyle çok paylaşım yapabiliyorum
Siyasi rüşt denilen ve bir milletin aklını başına toplamaktan başka bir şey olmayan hassalara layık olmaya azmetmeliyiz, milletin hiçbir zaman oyuncak olamayacağını bilmeliyiz, millet düşmanlarını kırıp denize döktüğü gün bizi kabımıza sığamayacak derecelerde iftihar ve şeref ile bir daha dünya yüzüne getirmeye sebep olan bu kahramana saygı gösterip hürmet etmeyi unutmamalıyız. Memleketin her tarafı esir ve zelil, her tarafı hakir ve sefil olduğu kara günlerde deha ve dirayeti ile ruhumuza nur vermeye muvaffak olan bu zatı, her yerde, her yönden yüceltmeli bir vicdan borcu olmak üzere tanımalıyız.
İSTANBUL MEKTUPLARI - AHMET RASİM