Allahım bkmnin uygulaması neden bu kadar leş. Her seferinde ayrı tiksiniyorum ya.
BKM’den kitap hasarlı gelmiş 24 saati aşmıştı ama yoktum evde açılmamış paketi açtığımda kitabı bu halde buldum.
Şikayetvar’a yazdım cevap verdiler sağolsunlar WhatsApp hattından isterseniz geri iade veya değişim yaparız dediler değişim yapmayı istedim hala ses seda yok. 2 kere e-posta attım dönen olmadı buna. Ne yapacağım cidden bilmiyorum.Bana zorla konuşmayı öğrettiler. Hoşuma gitti konuşmak.
Neden dünyada bir mantık çerçevesi içinde olan, belli bir anlam taşıyan her şey ama her şey bize geldiğinde olabildiğince yalama hale getirilip anlamsızlaştırılabiliyor? Cidden istisnai tek bir durum dahi yok. Birilerinin üzerinde bir akademik araştırma yapması gerekli.
Önsipariş (Preorder) mantığında, önsiparişe açılan henüz piyasaya çıkmamış bir ürünü müşteri (bazı durumlarda biraz daha ucuza) alır. Ürün, çıkış tarihinden birkaç gün önce satıcının stoklarına geldiği an, satıcı ürünü çıkış tarihinde satışa açmak üzere rafına koymadan yada internet sitesinde listelemeden önce ilk iş önsipariş verenlere gönderir. Preorder diye bir olgu olmasının mantığı tamamen budur…
Ama bizde ABC sitesi bir çıkış tarihi verip kitabı önsipariş’e açıyor. Çıkış tarihi geldiğinde de 4 gün temin süresi gösteriyor. Ya bu nasıl bir mantıksızlıktır? Nasıl bir şuursuzluktur? Aklım almıyor. Madem çıkış tarihinden 4 gün sonra temin edicen kitabı, niye önsiparişe açıyorsun yav?
Güya bu akşam Kanal D’ de Uzay Yolu: Sonsuzluk vardı. Kaç gündür sitede ve tv’ de söylüyorlardı. Ama onun yerine başka film koydular. Ne güzel di mi?
“Kim bilir, gökyüzünden dünyayı seyreden meraklı insanlarla dolu kocaman bir balonsundur belki de,” diye düşündü, siyah çerçeveli gözlüklerinin arkasından ışığını cömertçe okyanusun üzerine serpiştiren dolunaya bakarken. Kumsal serindi. Yılın bu vakitleri California kıyıları genellikle serin olurdu. Bilhassa bu yıl – 1987 sonbaharı – daha bir serindi sanki. Soğuğu hissediyor ama umursamıyordu. Ay ışığının ipeksi dokunuşlarını teninde hissetmeyi üşümeye değer buluyordu. Zaten biraz sonra, uzak-tan ancak birer siluet olarak görülebilen dağların arkasında kaybolup gidecek; dalga sesleriyle, zayıf parmaklarının arasına doluşan kum tanecikleriyle, rüzgârın ötelerden bir yerlerden taşıyıp getirdiği hayat dolu kahkahalarla ve yıldızlarla ve şehrin çakıp çakıp duran ışıklarıyla baş başa bırakacaklardı onu. Yine kendisini almadan çekip gideceklerdi dağları da peşlerinden sürükleyerek. Onu da yanlarına alsalardı ne vardı sanki? Yapacak bir şey yoktu. Ayağa kalktı, üzerindeki kumları silkeledi, ayakkabılarını yerden aldı ve şehre doğru yürümeye başladı. Soğuğu hissetmiyordu artık; hava epey soğuk olmalıydı.
Bulunduğu yer, California’ya bağlı küçük bir sahil kasabasıydı. Sokakları yılın bu zamanlarında bile dolu olur, gece kulüplerinden ve barlardan taşan müzikler hiç susmaz, birbirinden fiyakalı arabalar ana caddelerinde – daha doğrusu ana caddesinde, çünkü kasabanın tek bir ana caddesi vardı – sabahlara kadar turlardı. Jeep Grand Wagoneer, Pontiac Firebird, Chevrole Monte Carlo, Ford Mustang, Corvette; hepsini tek bir gecede görmeniz mümkündü. Kasabada herkes gençti, kasabada herkes güzeldi, kasabada herkes mutluydu.
Kasaba bir rüyaydı. Bir hayalperestler mabedi. Partilerin hiç eksik olmadığı, içkinin su gibi aktığı, size sonsuza kadar var olacakmışsınız, hiç ölmeyecekmişsiniz gibi hissettiren ve İsa’yı kısmen haklı çıkaran bir modern zamanlar cenneti. Kısmen, zira buraya iyiler değil, genellikle yolunu kaybedenler geliyordu. İyileri pek sevdiği söylenemezdi gerçi. Onları sıkıcı buluyordu. Çünkü ona göre kendisi de sıkıcı bir tipti ve insan kendisinde en az olduğunu düşündüğü şeyleri kovalıyordu başkalarında. Buraya o insanları bulmaya gelmişti işte. Kendi gibi olmayan, kendisinde bulamadığı şeylere sahip insanları.
Eh, hayatın bazı dönemlerinde insanlar öncesinden farklı hareket edebiliyor. Önceden keyif aldığı bir uğraş ya da eskiden sevdiği biri artık eskisi gibi hissettirmeyebiliyor. Bu dönemsel de olabilir, kalıcı da olabilir. Benim tek bildiğim, olmuyorsa olmuyordur. Kabullenip yolumuza bakmak en doğrusu.
Nedenini tespit etmeye bakıp değiştirebildiğiniz değişkenleri değiştirebilirsiniz. Belki doğru kitabı bulamamış da olabilirsiniz. Belki de vaktinizi geçirecek başka bir uğraş bulmanız gerekiyordur.
Kendine bu kadar dert etme, Montaigne’nin bile aylarca kitap okumadığı olurmuş.
Böyle durumlarda çok zorlamamak gerektiğini düşünüyorum. Okumayı görev bilinci haline getirmemek en doğrusu sanırım. Ben de son dönemlerde çok başka nedenlerle okuyamıyorum ve müthiş bir açlık hakim, aldığım kitabı yiyebilirim, o durumdayım.
Benim ve sizin durumunuz iki uç gibi görünse de ortak payda ‘‘olağanlık’’.
Durumu iyice zorlaştırmamak adına rahat olmayı, bu dönemimin geçiciliğini kabul ettim ben. Ne yapmam gerekiyorsa onu en iyi şekilde yapmaya çalışarak dengeyi sağlamaya çalışıyorum. Zamanında sınav kağıtlarımı okuyor, notları çok geç olmadan sisteme giriyorum, ihmal ettiğim arkadaşlarımla daha çok zaman geçiriyorum misal. Rutinimin sınırlarını -iyi anlamda, üst düzeye taşımış olmanın getirdiği ferahlıkla hareket ediyorum.
Belki sizi rahatsız eden başka etkenler varsa onları tespit edip yok etmeye başlayarak ilk adımı atabiliriz. Böyle diyorum çünkü, biriktirdiklerimiz zamansız ortaya çıkıyor bazen, sevdiğimiz/ zevk aldığımız her şeyden uzaklaşmamıza neden oluyor. Bu da bir ihtimal olabilir diye belirtmek istedim.
ABD-> İran generali suikast
İran->ABD üssü füze
Buraya kadar normal.
İran->4.5 deprem
İran->Uçak düşmesi
Komplo teorileri ve A Haber berbattır ama akla HAARP geliyor ve bu sabah cidden kendi kendime olabilir mi “lan” diyorum…
Genç nesil bilmez ama bir abimizin meşhur bir lafı vardır:
" Is it done , Yuri ?
No, Comrade Premier. It has only begun."
dıt dıt dit dit dırı diii dirii diiii…
Yeni yazarların çevirilerini yapmayı sevmiyorum. Yazım stilleri, üslupları o kadar farklı ki yazdıklarını Türkçeye çevirmek cidden zor oluyor.
Mesela Asimov, Kim Stanley Robinson ya da GRR Martin gibi ustaların ya da China Mieville, Ted Chiang ve Brandon Sanderson gibi görece yeni yazarların eserlerini çevirdim. Onların süslü, edebi dilleri ya da teknik terimleri de insanı zaman zaman zorluyor ama en azından cümle yapıları düzgün oluyor. Cümlenin başı şarkta, sonu garpta olmuyor. A’dan bahsederken birdenbire B’ye geçmiyorlar. “Ve” ile bağladıkları cümlelerin anlam bakımından bir bütünlüğü oluyor.
Yeni yazarlar da… nasıl desem… bir zorlama var. Yazdıkları güzel görünsün, havalı görünsün diye o kadar kasıyorlar ki that’lar which’ler havada uçuşuyor. Basit bir dille anlatılabilecek bir şeyi mümkün olan en devrik ve ters şekilde yazıyorlar. Kulaklarını tersten tutuyorlar diyeyim hadi. Alakasız yerlerde satır başı yapıyorlar; cümlenin başı ayrı, sonu ayrı paragrafta oluyor.
Okurken ne demek istediğini gayet iyi anlıyorsun. Ama iş Türkçeye “güzel ve akıcı” bir şekilde çevirmeye gelince resmen tıkanıp kalıyorum. Öyle yazıyorum olmuyor, böyle yazıyorum olmuyor. Sadık kalayım diyorum, “çokomel” gibi oluyor. Güzel yazayım diyorum, yazarın hiç kullanmadığı kelimeler katmak zorunda kalıyorum bu sefer de işin içine.
Kısacası… yeni yazarların dilini sevmiyorum
Çevirmen çevirememiş, biz bilmeyiz. Şimdiden yorumumu yapayım sonra ilk ben dedim diyen filan olursa onu kurbağaya çeviririm.
şu anda çalıştığım yerde 1 sene 4 aylık birikmiş mesaim var ama ben karta çektirerek elektronik ihtiyaçlarımı gideriyorum. sisteme bak…
ben yayıncılık sektöründe bu durum nasıldır bilemem, uzmanlık alanım değil ama kardeşim tercüman ve hep şöyle söyler ‘‘mümkün olduğunca türkçe’de kulağın alışkın olduğu ifadelerle çevir’’. tabii edebi metinlerde mecaz ve edebiyat parçalama işe karışınca çeviriye tam anlamıyla sadık kalmanın neticesi ‘‘çokomel’’ gibi bir şey ortaya çıkarmak. şahsi fikrim kulağa hoş gelir şekilde çevirmek ama anlamı da kaçırmamak. sonuçta parçalanmış edebiyatın birebir çevirisinin mümkünatı yok diye düşünüyorum. hatta bu durumda anlam çok daha fazla değişebilir. nacizene öneri.
Alttaki yazıyı görmeyince Akılçelen’den mi bahsediyor dedim kendi kendime.
Yazilani okuyunca 6.45 direkt gozumde canlandi
Aklıma ilk 6.45 geldi ne yalan diyeyim. Hele hele Orson Scott Card’ın Ender’in Oyunu serisini öyle bir çevirmişler ki aklıma geldikçe hâlâ gözlerim kanıyor. Hayatımda gördüğüm en rezalet çeviriydi. Daha üstüne geçen olamadı.
Hahaha Ya zaten sıkıntı tam olarak bu. Hep “çevirmen çevirememiş” oluyor, kimse yazara toz kondurmuyor. Neyyyseee…
Öyle yapmaya çalışıyorum ben de. Zaten o yüzden zor oluyor ya Hazır bir metni çevirmek yerine oturup bunu nasıl güzel bir şekilde anlatabilirim diye kendi cümlelerimi kuruyorum. Bu da yoruyor. Çeviri hızı da düşüyor.
Bu arada benim de çok param kaldı eski çalıştığım yerlerde. Daha mesaisi birikip de tamamını alabileni görmedim maalesef. İnşallah sizin de öyle olmaz.
@narpal Alttaki yazıyı görmeden önce benim de 6:45 geldi ilk aklıma
Ama niye öyle diyorsun @Agape? Mazer Rackham’ın adını bile yerelleştirmişler, Mazhar yazmışlar bazı yerlerde. Hizmetse hizmet, yerelleştirmeyse yerelleştirme
Ben de onun için diyorum zaten. Sen bir de düşünsene ben İngilizce filan biliyorum… Neler neler derim fiuuu.
@mit Mazhar deyince aklıma Ruhsar geldi? Şu an bağı tam çıkartamadım ama olsundu. Ben çevirmen çevirememiş demeyi seviyorum. Hobi gibi benimkisi özellikle Türkçe kitaplarda demek daha da hoşuma gidiyor.
Reklam: Güncel kitap çevirilerinde itinayla yardım edilir. İtirazı olanlar kurbağa çevrilir. Ücret için lütfen bize ulaşınız.