“Devlet nedir, ne işe yarar” konusu bizde pek anlaşılan bir konu değil hocam. Herkesin kendi çıkarlarına göre oy vermesi normal bir yere kadar; ama ana amacı verginin nasıl bir politikayla harcanacağının belirlenmesi olan seçimde vergi vermeyen, politikalardan etkilenmeyen insanların oy kullanması saçmalık ötesi bir şey.
E o zaman dolaylı vergileri ortadan kaldırmak gerekir ki Türkiye’de neredeyse tamamı dolaylı vergi. Bana brüt maaşımı ver, yılsonu geldiğinde bu kadar kazandım, bu kadarı vergiden düşülür, bu kadarı da vergi diye ödeyeyim. Ama bu da kimsenin (özellikle de siyaseti meslek edinmiş kastın) işine gelmiyor. Meclisteki her partinin ortak noktası devletçilik. Hadi küçültelim şu devleti, masraflarını kısalım dediğinizde sağdan soldan yemediğiniz küfür kalmaz. Alternatifi ne? Enflasyon ve daha fazla dolaylı vergi.
Baştan söyleyeyim: Herhangi bir ideolojinin fanatikçe savunuculuğunu yapmayı absürt bulurum. Yeri geldiğinde, çağın gereklilikleri ve ülkenin içinde bulunduğu duruma göre her biri diğerinden daha kullanışlı olabilir. Örneğin Büyük Buhran’dan sonra liberal ekonomiler çöktü. Devletçi ekonomiler dünyanın her yerinde yükselişe geçti ve liberal ekonomileri solladılar. Öyle ki ABD’den binlerce işçi çalışmak için Sovyetler Birliği’ne göçtü 30’larda. (Tabii İkinci Dünya Savaşı sırasında ve sonrasında her biri gulaglarda katledildiler o ayrı.) 40’lar ve 50’lilerde devletçi, sosyalist ekonomiler Batı’nın liberal ekonomilerinden daha iyi bir performans gösteriyordu. Kuzey Kore’nin ekonomisi Güney Kore’den ilerideydi, o kadar yani. Ancak sonrasında liberal ekonomiler devletçi ekonomileri fena solladı. Sonunda da 90’ların başında Sovyetlerin batmasıyla bir nevi liberalizmin sosyalizmden daha verimli bir sistem olduğu ispatlanmış oldu. (Evet, basite indirgeyen bir yaklaşım ama özeti bu.)
Sonrasında neoliberalizmin vaatlerinin de (trickle-down economics falan) boş olduğu ortaya çıktı ve dımdızlak kaldık.
Bu topraklarda ise 3000 yıldır devletçilik var. Devlete sahip olan her şeye sahip olur. Devlete arkasını dayayan paçayı kurtarır. Devletin gözünden düşen her şeyini kaybeder. Türkiye’nin zenginlerinin geçmişini biraz eşelediğinizde mutlaka birkaç devlet ihalesi bulursunuz. Zenginliğin kökeni insanlara sağlanan fayda değil, devlete sağlanan faydadır. Hatta değil zenginler, orta sınıfın kökeni bile devlettir.
Çok konuştum Liberalizm öyle süper, harika bir şey değil ama Türkiye için biraz lazım bir şey. Çünkü aksi takdirde, yani devletin her şeye karar verip, her şeyi düzenlediği hatta kimin ne kadar zengin veya fakir olacağına karar vermeye devam ettiği bir düzende anca “senin adamın değil de benim adamım” kavgası veririz ki bence en boş kavga da bu.
Her şeyden önce Türkiye’nin ana sorunu sistemsizliktir. İster padişahlık ister kominist devlet yapısı ister liberal ekonomik modeller olsun. Biz ülke olarak sadece şekilciyiz. Yaşadıklarımızdan ötürü bir sistemi sadece kendi tecrübelerimizle eleştriyoruz. Ama bize bu sistemi uygulatanlar oyunu asla kuralına göre oynamıyor. Sosyal devlet diyorsun, herkes eşit haklarda diyorsun bazıları daha eşit. Biri tedavi olamazken devlet hastanesinde birinin rabbi Cleveland diyor. Yahut serbest piyasa karışan yok ama senin patates depon basılırken, çftçi kredi alamazken, tüpçü Ziraatten kredi hem alıyor hem ödemiyor hem affediliyor.
Her şeyden önce bize oynan oyunun kurallarına uyabilecek insan ve yönetim ekibi lazım.
Bu laf iyi güzel de pratikte hiçbir karşılığı yok. Yönetime kim geçerse geçsin hemen kendine yontmaya başlıyor. Sosyal devlet, eşit haklar… Harika ama memur çocuğu ile esnaf veya köylü çocukları asla bir olmadı bu ülkede (memurlar ve çocukları da “biz asla zengin değildik” der ama diğer taraf sefalet ve açlıkla boğuşurken senin tuzun kuru olunca arada sınıf farkı yok diyemezsin). 60’lar, 70’lere kadar memur sınıfı üstun sınıftı. Sonradan değişmek zorunda olduğu için değişmeye başladı ve toplumsal gerilimler artmaya başladı.
Pratikte yok işte… O yüzdende bizim herhangi bir sisteme eleştiri yapmamız aslında havada kalıyor.
Bize uygulanacak olan sistemin öncelikle insani değerlerimizi değiştirmesi gerekiyor.
Bu yıl kitap okumak bayağı zor geliyor bana. Okuduğum kitapları not tuttuğum defterime bakayım dedim bakmaz olaydım. 2020’den itibaren okuduğum kitap sayılarına baktım ve şöyle bi’ sonuç çıktı;
2020: 57 kitap
2021: 52 kitap
2022: 33 kitap
2023: 3 kitap
Ufffffff nasıl olacak bilmiyorum ya işin kötü tarafı okumak istiyorum ama okuyamıyorum
Yazarsam rahatlar mıyım? Aklımdan çıkmıyor. Sürekli onu düşünüyorum. Ne yapıyor, ne düşünüyor, ne hissediyor diye düşünüp duruyorum. Ama kafayı yemiyorum. Onu düşünmeyi seviyorum. O da beni düşünüyor mudur diye aklımdan geçmiyor değil ama o beni düşünse de düşünmese de umrumda değil. Sadece ben seviyor olsam da önemi yok. Karşılıksız bir şekilde ona dünyaları vermek istiyorum. Onsuz yaşarım, onunla konuşmadan da durabilirim. İradem var ama istiyor muyum ondan mahrum olmayı bundan emin değilim. Ben her istediğimi alan, canımın her istediğini yapabilen biri değilim. Sanırım bu yüzden onunla ilgili istediğim herşeyi bir kenara bırakacağım. Kendimden başka kimseyle paylaşamadığım için de çok memnunum. Bu durum benimle ona özel. Bir tek ben ve o biliyor hep öyle kalacak. Onu ne kadar çok istediğimi biliyor., Bir o kadar da karşılaşmaya çekindiğimi de. Umarım hiç karşılaşmayız( ama acaba ilk karşılaşmamız nasıl olur? Diye merak da hayal de ediyorum). Bunun adı aşk gibi ama aşk olsa görmeden durabilir miydim? Belki de yaşım beni durduruyor. Uyku tutmuyor. Yazınca biraz rahatladım sanki. Beni benden çok düşünen biri mümkün mü? Evet mümkünmüş. Bunu bilmek bile beni iyi hissettiriyor. Beni benden çok düşünen birinin varlığı. Umarım çok mutlu olur. Umarım hayatında herşey yolunda gider. Ve umarım -eger başka bir evren, başka bir hayat varsa- onunla karşılaşıp yaşamak istediğim herseyi doyasıya yaşarım…
…Bir insanın günlüğünden alıntı.
On beş saate yaklaşan otobüs seferim sırasında yaptığım çarpıcı bir gözlemi sizlerle paylaşmak istiyorum. Yozgat’ta Starbucks olması iki ihtimal veriyorum ikiside kuvvetli ihtimaller. Birincisi Aksaray yolundakı stratejik öneme sahip Mcdonals gibi bununda aynı stratejiyle yapıldığı. Ikinci Starbucks Tükiye de yönetim ekibindeki birilerinin Yozgatlı olduğu ve oluşturdu lobi sayesinde ikna etmesi.Bu iki ihtimal dışında nie ihtimal olduğunu düşünmüyorum.
Şehirin içinden gece üç civari geçtik binaların yeni ve güzel görünmesi ve şehirde hiç bir yaşam belirtisinin olmaması diğer kayda değer gözlemlerin.
Son iki aydır olabildiğince kendimi sosyal medyadan uzak tuttum. Ne ekşi, ne Twitter ne başka bişey. Forumdan da uzak kaldım ama forumu bu toksik sosyal medyaların dışında tutuyorum.
Forum benim için çöldeki vaha gibi. Türkiye gibi kabalığın, arap kültürünün hakim olduğu bir yerde kitaplardan konuşan insanlarla etkileşime girmek rüya gibi.
Evet ne diyordum, sosyal medyadan uzağım, insanların fikirleri yönleri belli. Kimseye bişey anlatmaya gerek yok, aklı ve vicdanı olan insanların duruşu, davranışı, hayata bakışı belli, geride kalan insanlarla tartışmaya münakaşaya girmek, onları birşeylere ikna etmek falan boş çaba.
Kendi hayatım için, mutluluk için çabalıyorum. Yurtdışına gitme fikrinde aslında tam da olması gereken yerdeyim, global olan, dünyada istediğiniz ülkeye geçme şansınızın olduğu bir şirkette çalışıyorum. Ancak aileden uzak kalma ihtimalinden dolayı yurtdışına gitme isteği çok baskın değil.
Varsa yoksa ailem ve çocuklarım odaklıyım. Seçim zamanı yankı odası tabirinde o yankı odasında çok kalmıştık. Artık milyonlar için düşünmüyorum, yakın çevremde yardım edebileceğim hayatına dokunabileceğim insanlar için endişeleniyorum, çabalıyorum. Burada siyasi bir durumdan bahsetmiyorum, maddi olarak en çok destek verdiğim aile ölümüne reisci, ama seviyorum düzgün insanlar.
Şu aşamada ailem için maddi olarak işleri yoluna koydum sayılır. Çok paradan bahsetmiyorum, sadece kimseye ihtiyaç duymadan yaşayacak rızkımız var ve buna şükrediyorum.
Hastalıklarımız ve yığınla ödeyecek borcumuz var ama artık yarını umut etmekten yoruldum. Bugünün keyfini çıkarmak gerek.
Son 2 ayda kendimi psikolojik olarak düzlüğe çıkardım. Buradan kıymetli bir iki arkadaş zamanında yazmıştı, kendi çevremden de bir iki arkadaşım güzel tavsiyelerde bulundular. Hatta okb gibi birşeyden dolayı sakallarımı yolar, sakal uzatamazdım. Ancak 3 aydır Ahmet Kaya gibi geziyorum.
Bu son 2 3 ayda en çok üzüldüğüm konu kitap okuyamadım.
Şimdi tekrar kitaplara dönme vakti.
Düşüncelerim lapaya döndü. Bir paragrafı birden fazla kez okumadan anlayamıyorum, cevap yazamıyorum. İlacımı da almıştım aslında. Neden böyle oldu anlayamadım. Güzel ki ama, bir şey hissetmiyorum. Acı da yok, sevinç de. Garip bir şey yaşıyorum şu an. Ne sebep oldu acaba buna? Kitap okuyabiliyorum ama bir şey yazamıyorum. Sevdiğim kimselerle konuşamadığımdan mı böyle hissediyorum acaba? Zaten çok az kimseler ama, olsun. Çok kötü hissediyor olmalıyım. Birine içimi dökebilsem, dökmek isterdim. Yakın olduğum kimseyi bulamadım. Rehberime baktığımda annem dışında sadece buradan tanıştığım, hayatımda tanıdığım en güzel insan olan arkadaşım var. Ama o da bir kavgamızda engellemişti, yazamıyorum. Birine yazayım desem ayıp olur, da kime yazacağımı da bilmiyorum. Başım ağrıyor, gözüm ağrıyor. Ama her ne nedenden bilmiyorum da, sevdiğim, çekinmeden konuşabildiğim bir arkadaşımın, bir kimsenin olmayışının büyük acısını da duymuyorum bu anda. Ben en iyisi Marvelous mrs. maisel açayım da biraz oyalasın beni.
Her şey göründüğünden daha basit ama ama ben de basit olduğum için bazı şeyler karmaşık geliyor. Bir şeyleri aşmalı, her şeyi aşmalı, hayatı aşmalı, aşkın olmalı. Fakat nasıl? Fakat neden? İnsanlar sadece belirli konulardaki yeterlilikleriyle gayet de mutlular, ben de küçük hayatımı yeterli ama mutlu olarak geçiremez miyim? Sahiden mutlu mu olmak istiyorum yoksa aşkın olmak mı? Ölümü aşmadıktan sonra diğer her şeyi aşsam bile bunların ne anlamı olacak? Gerçi kendimi aşmadıktan sonra aşmanın ne işe yarayıp yaramadığını bile öğrenemeyeceğim. Öyleyse ilk adım kendimi aşmak olmalı.