İkincide Leterrrier yönetmen koltuğuna oturmuş. Luc Besson’un daha sonra Taxi’lere saracağı dönem burasıymış demek ki. İlkinden sonra bıraksalar olurmuş. Bir dönem oyunculukta ilerleyecek gibi duran süpermodel Amber Valletta ev kadını rolüne hiç gitmemiş. Üçüncü film streaminglerde yok bu arada. Baymazsa Tom Hardy’li Gareth Edwards filmine bakacağım.
Direkt Synder Cut’ı izlenmeli Josh Wedon denen dallama bildiğin filmi katletmiş o yüzden Batman Vs Superman filminin de Ultimate Cut’ı izlenmeli onu da WB yönetimi kısa olsun diye katletti 30 dakika uzatılmış versiyonunda Snyder anlatmak istediği anlatmış.
Karakterlerin altı dolmadan, geçmişleri önceden anlatılmışçasına ortadan konuya dalış yapan, çatışma sahnelerine hazırlıktan öte bir hikaye anlatı derdi olmayan, temiz tek polis karakteri dışında (Hardy değil) sevilecek tek karakter barındırmayan bir film olmuş; iki uzun çatışma sahnesi dışında meraklılarını doyuracak başkaca bir şey de yok. “sins of our fathers” muhabbetinde Forest Whitaker Godfather of Harlem S3’te kaldığı yerden devam etmiş.
Harlem demişken, onun da 4. sezonu başlamış da bugün 3. bölümü yayınlanıyormuş. Disney’deki 3 sezondan sonra bu MGM+'daymış, bekleyip göreceğiz.
Die Hard 4 kötüsü Timothy Olyphant da yaşlanmış. Filmin IMDB siftahındaki 9.3 puan gece 6.3, şu an 6.1 olmuş. 5’lere inecektir, zamanınızı israf etmeyiniz.
District 9’u yönetip Alien’den el çektirilen Neil Blomkamp’ın “yaptıklarım yapacaklarımın teminatıdır” kısa filmlerini barındıran Oats Studios birikmiş antolojisini Netflix üzerinden 4 bölümüyle izledim.
Sigourney Weaver’li Rakka, Dakota Fanning’li Zigot ve şahane kara komedi God: Serengeti; son lokmaları eksik bırakılmış olsalar da, gayet lezizdiler. Rakka’da Reptilian ırkı, Zigot’ta The Thing benzeri yaratığın tüyler ürperten çığlığı ve ses efektleri gayet başarılıydı. Hakeza Fanning de öyle. God: Serengeti’deki yağmur duasını herhalde uzun süre unutamayacağım.
Tek mekan battle royale filmlere duran adam modu ekleyelim fikrinden yola çıkarak sonuna kadar merakla izleten bir film ortaya koymalarına ve dahi ırkçı polise haddini bildirmelerine rağmen, finalde Nolan’ın Joker’e yaptırmadığını kendi karakterine yaptıran film, o noktada durmasını bilmeyip, ek sahne ile, Cloverfield sequelindeki hataya düşerek, yükselttiği gerilimi bir anda kaybedip dibe vurmayı başarmış. Haliyle, son lokmanın verdiği buruk tat filmin tamamının yadırganmasına sebep olmuş. Yoksa 7 puanlık bir film var önümüzde. Lakin koca 1 puanı son 3-5 dakikasıyla kaybediyor. Bu mallığa imza atan herkesi tebrik ediyorum.
Dilimize “Vakit Varken” diye çevrilmiş filmde işkolik adamımız 40. yaş günü ertesinde uyandığı her sabah aynı günü bir yıl yaşlanarak yaşamaya başlar. Groundhog Day ekolünden ziyade Click İtalyan çevrimi gibi görünen film esasında bir sene evvel çekilen Long Story Short’u model alıyor. Her iki film de 6.6 imdb puanına sahipler. Bu filmde konudan ziyade zaman atladıkça değişen ve şaşırtmayan fiziksel ve mekansal değişimlere ağırlık verilmiş ve filmin sürpriz unsurunu yok ederek onu epeyce hantallaştırmış.
Hoşuma giden iki replik vardı, toparlamaya çalışayım:
“Baba kelimesini sekizinci olarak mı söyledi? Kaka’nın bile ardında mıyım?”
“Kakayı gün içinde senden daha çok görüyor.”
“Dalai-Lama der ki, hiçbir şeyi değiştiremeyeceğiniz iki gün vardır: Dün ve yarın.”
Netflix kütüphanesinden bulunup şans verilebilir.
Gereksiz spoiler: Adamımız saçları ağarmadan, hayat arkadaşı ve kızı da aynı suretle filmi bitiriyor. İsimlerin Dante ve Alice seçilmesi de hoş olmuş.
Unutkan edit: Kızın adı Galadriel, Alice’in cosplay fantezi giyimi Arwen, Dante reklam panolarının bulunduğu sokaktan iki kere geçerken gördüğümüz fumettiler de Zagor, Dylan Dog, Tex, Texas, Tex Willer. Mystere yerine bir Zagor daha görüyoruz.
Morbius yönetmeni Daniel Espinosa’nın bir önceki bilimkurgusu Life, Alien ve Prometheus’un benzeri bir senaryoyu serinin halefinden daha iyi işliyor ve tek mekan uzay gemisinde giderek artan gerilimin dozunu tek hücreli Marslının büyüme hızıyla eşitliyor. Yavaş tempoda başlayan film neyse ki numunenin bulunup gemiye alınmasından sonra hız kazanıyor.
Filmde afişte gördüğünüz üç yüzün yanında Hiroyuki Sanada da var. 6 kişilik kadronun dördü “gel beni izle” ağırlığında zaten. Filmin finali de ayrıca övgüyü hak ediyor, The Thingvari bir tercihle, klişeden uzak durmuşlar.
Yönetmenin tipi fazlaca Tom Pelphrey’i andırıyor bu arada (Banshee, Ozark). Oyuncuların payına düşen fazla bir alan yok, yine de Ryan Reynolds’un yüzü sinema perdesi için uygun değil, Deadpool maskesi ardında kariyerini sürdürebilir. Ferguson ve Gyllenhaal her zamanki gibi parlıyorlar. Şuraya daha güzel bir afiş de bırakayım, bilimkurgucuları kendine çeksin.
Irkçılık temasını moleküler biyoloji ve transhümanizm temelinde ele alan bir bilimkurgu polisiye filmdi. En önemli kademelere döllenme sırasında genetiği ile oynanarak çok daha “kusursuz” şekilde dünyaya gelen insanların erişebildiği bir kapitalist distopya anlatısı vardı. Kendi içinde saçmalık sayılabilecek büyük tutarsızlıklar olsa da genel itibarı ile benim hoşuma gitti.
İhmal ettiğim yakın dönem (son 10-20 yıl) filmlerine devam ediyorum.
İlk filmimiz Kalibre. Dexter: New Blood orman cinayeti üzerine bildik klişeden film çekelim demişler (Dexter’in daha sonra çekilmiş olması konuyla alakasız) ve hiçbir sürprize yer vermeden, dümdüz ilerleyip filmi noktalamışlar. Filmde Simpsonlardaki bahçıvanın gerçek hayattaki sureti Tony Curran ve bir adet de Rachel McAdams türevi Kate Brecken dişisi bulunuyor. Kadının flört ettiği herifcağıza olaydan sonra iğrenerek bakması dışında hatırda kalacak bir sahne yok. 3/5, 7/10, 72/100 diyerek matematiğe veda ediyorum.
Du bari diğer filmi başka postta inceleyeyim. İncelemek lafın gelişi, iki çift lakırdı edip kapatacağım.
Posteri iğrenç olduğu için o kısmı pas geçiyorum. Perıdays yani Türkçe Paradise, Cennete Yakın adıyla Netflix’te oynamakta olan (TV halen açık)(değil) bilim-kurgu filmimiz Calibre’den daha yüksek kalibreli, ayakları yere sağlam basan (ne demekse bu da) bir film.
Sanki geçenlerde yine andığım (hah, fumettilerdeydi) In Time filmindeki “zaman ticareti” fikrinin daha iyi uygulandığı Alman filminde, DNA uyumluluğu şart koşulan bağışlarla zengin ve yoksul kesim arasındaki uçurum ve en son Fallout’ta işlenen anarşik örgüt klişesi gayet güzel yedirilmiş. Şirketin en çok ürün satan çalışanının gözlerini açacak bir olay sonrasında, nişanlısının malvarlığına teminat olarak sunduğu hayatının 40 yılına haciz konulur. Sonrası tam gaz kovalamaca, kimi tahmin edilebilir twistler. İki de Türk asıllı oyuncu var. Karakter adlarında Adam, Eva, Lilith, Judas vb. görmemiz de hoş detaylar olmuş. Hoş olmayan seks sahneleri de serpiştirilmiş. Tıpkı Life gibi, bu da kalburüstü, underrated bir bilimkurguya dönüşmüş, niyeyse bana başka bir filmi hatırlattı ama onun da adını hatırlayamadım. Hah buldum: Extracted. Konusuyla olmasa da beklenti/verim kıyasıyla. 4/5, 8/10, 77/100 deyip dosyayı kapatıyorum.
Bu sıralar kitap okumak ve spora gitmek hayatımda baskın hale geldiği için film/dizi izlemeyi çok ama çok ihmal ettim. Şu sıralar toparlamaya çalışıyorum. Son izlediklerimle alakalı birkaç yorum yapayım;
En beğendiklerim: Stay, I’m Still Here ve Sinners.
Sinners gerçekten beklentimin üzerinde çıkan, aslında “Chessy” dediğimiz basit bir film gibi dururken farklı atmosferi, oyuncu kadrosu, müzikleri, çekim teknikleri ile benden güzel bir puan alan film. Sinemada izledim ve kesinlikle vizyondan kalkmadan izlenmesi gerektiğini öneriyorum. Çok keyifli bir 2 saatti.
I’m Still Here, Oscar ödül töreninde de ödül alan bir yapım. Brezilya’da askeri diktatörlük döneminde birçok insanın tutuklandığı, ortadan kaybolduğu ve trajik bir şekilde öldüğü dönemi anlatıyor. Çok etkileyici, gerilim ve dram dozu yüksek bir filmdi. Aldığı ödülleri sonuna kadar hak ediyor. O zamanların dönem estetiğini/atmosferini mükemmel yansıtmışlar, sadece bu yüzden bile 1 puanı hak ediyor.
Beklentimin altında kalanlar: The Brutalist ve The Gorge
The Brutalist gerçekten beklentimin altında kaldı. Şöyle ki asla kötü bir film değil. Brody mükemmel bir oyunculuk sergilemiş, yönetmen başarılı ama artık bu tarz konulu filmlere sektör doymuştur ya… Doysun yani. Farklı bir şey izlemiyorum, farklı bir işleyiş yok, farklı bir atmosfer, farklı bir tarz yok… Belki de sırf bu yüzden film beni sarmadı. Sadece bireyleri takdir ettim güzel bir iş sergiledikleri için.
The Gorge en azından 3 puan verirdim diye düşünüyordum çok bir beklentim olmasa da her iki oyuncuyu da çok sevdiğim için biraz kaliteli bir senaryoda oynamışlardır herhalde diye düşündüm. Ama her şey çok basitti Bu iki başarılı oyuncuyu birleştirmişken daha kaliteli bir senaryo yazılıp iyi bir aksiyon çıkarılabilirdi ortaya, hafif yazık olmuş.
Ben de epeydir film izleyemiyorum. Hatta geçen Mavi Yasemin filmine bir şeyler yazacağım dedim ona da fırsat bulamadık.
Bugün Thunderbolts* filmine gideceğim. Sinners’ı da epey merak ediyorum Hailey için müthiş oynamış diyorlar. Sen de önerince ona da gitme kararı aldım. Yine 3D ve 2D olarak satılıyor Ankamall’da ben 2D’ye bilet aldım. Şu 3D saçmalığı umarım hayatımızdan çıkar gider…
Öncelikle söylemek gerekiyor ki, film Avrupa Sineması’ndan yapılmış bir yeniden çevrim. Orijinalinden çokça bir farkı bulunmuyor. Yakın zamanda izlediğimiz Havoc’taki gibi yine kirli, kefaretini ödemeye hazır bir polis var. Sokaklardan çekilip çağrı merkezine verildiğini, yaptığı telefon konuşmalarından anlıyoruz. Merkeze göz atma imkanımız da bulunuyor: Gelen çağrıları nereye yönlendirdikleri, ekranda (LA Yangını) neyin göründüğü, operatör ekranına düşen adresler, bilgiler vb. Bunca konuşmanın arasında birbiriyle bağlantılı aramalar gerçekleşiyor: Seyir halinde iki ebeveyn ve evde tek kalmış iki çocuk. Öncesinde öfke kontrolü sorunu olduğunu gördüğümüz ana karakter, anne ve kızına, kendi kızı ve ayrı yaşadığı eşi için duyduğu özlemle, sabır içinde yardımcı olmaya çalışır. Çözülme noktasına geldiğimizde bizi bir soru bekler:
Twist yapmak için, her şey polisimizi itirafa zorlamak adına mı kurgulanmıştır? Klişeler yerinde kullanıldıklarında gayet tatmin edici olabilirler. Ben bunu bekledim ancak "kahramanın yolculuğu"nu tamamlamak, kefaret ödemek adına başka bir yol seçmişler. O an için tempoyu ve beklentiyi düşürüp bir nebze hayal kırıklığı yaratıyor. Lakin sonrasında, dönüp hatırlayınca çok da kötü bir tercih gibi durmuyor. Hatta minik bir twistle karakterimizin uğraşını verdiği meselenin meyvelerini vermesi, kendi hayatını olmasa da başkalarının hayatını düzene sokmasıyla (çaresizlere ancak çaresizler yardım eder) ağızdaki buruk tadı yok ediyor.
İlk yolu seçselerdi muhtemelen The Gamevari bir film olarak farklı bir kulvara sokacaktık. Şu halde, Crash ve muadilleri kulvarında, gri tonda bir dramaya dönüşmüş. Jake’i severim, ancak bu karaktere yanlış tercih olduğunu düşünüyorum. Misal, Mark Rylance, Paul Giamatti gibi hüzünlü ve histerik ruh hallerini daha iyi verebilen, hatta bunu çehrelerinde zaten taşıyan yüzler daha iyi tercihler olabilirdi. Jake’in kocaman gözlerinden birini kıstığında dahi dağılan dikkatim ne yazık ki ani duygu değişimlerini mimiklerinde bulma çabamı boşa çıkardı. Hitchcock’un “gerilimin duygusal olanı da vardır, misal bir telefon kabinindeyiz…” sözünü hatırlatırcasına yaratılmış atmosfer bir yere kadar gerilim sağlıyor, ancak daha usta ellerde biraz değişimle (e yoksa yeniden neden çekiyoruz?) çok daha iyi olabilirdi. Şu halde 6.5/10 diyorum. 7.5.-8’i aşacak bir senaryo da çıkmazdı zaten. Beklenti/verim adına hayal kırıklığı olduğunu söyleyebilirim, zira öncesinde Life ve Paradise gibi iki güzel bilimkurgu izledikten sonra bomba gibi bir tek mekan gerilimi bekliyordum. İzlemedim ancak aklıma Halle’nin benzer roldeki filmi geldi (The Call imiş, yine 911). (izlemiş ve 5/10 vermişim).
3D en son ne zaman gittim hatırlamıyorum bile. Belki Türkiye’de sinemalar kaliteli olsa tercih edilebilir ama kalitesiz görüntü üzerine 3D kabus resmen.
Ben Thunderbolts* a gitmeyi düşünmüyordum ama yorumlar güzel bu sebeple haftaiçi gidebilirim. Sinners’a ise mutlaka gidin, son zamanlarda beyazperde de keyifli film bulmak zor
Hayatımda izlediğim en iyi film. Zamanında DVD sini kitapsan dan bile almıştım, çok pahalıydı.
Liam Neeson’ın muhteşem bir oyuncu olduğunu gösteren bir film. Ben Kingley de efsanedir. Ralph Fiennes ilk tanıdığım ve oynadığı her filmi izlememe sebep olan oyunculuğu…
Müzikleri filmden bağımsız bile dinlediğinizde çocuk gibi ağlatır.