Müzikleri dediğiniz gibi. Oyunculuklar vs hepsi harikaydı zaten. Bu zamana kadar izlemememin sebebi sanırım dram olmasıydı. Kitabını da yakın zamanda alacağım muhakkak. Ama siz okumuş muydunuz kitabını?
ARQ
Zaman döngüsü yaratan bir cihaz, sürmekte olan bir savaş, asiler ve zorbalar, iki tarafın ajanları derken Skynet nostaljisi yaşatan, orta karar tek mekan bir bilimkurgu filmi. Başrollerde yan sanayii Arrow (kardeşi) ve Teresa Palmer (Rachael Taylor) var. Taylor’u Jessica Jones’un çantacısı rolünde izlemiştik. Senaryo fena değil, listede film kalmadıysa izlenebilir.
Film çok eğlenceliydi. Kesinlikle kötü bir film değil fakat üst düzey de değil maalesef ama Marvel’in son zamanlarda yaptığı en iyi filmlerden birisiydi kesinlikle. Hiç sıkmadan derdini güzel anlatıp, aksiyon dozunu çok iyi ayarlayıp güzel harmanlamış yönetmen. Filmin iki buçuk yıldızı var birisi Florence Pugg, Sentryve Sebastian Stan. Bu ikilinin uyumunu beğeniyorum ben. Sabaha kadar konuşsunlar oturur izlerim. Sentry karakterini de gayet iyi işlemişler bu arada ama Florence Pugg ayrı bir seviye. Filmin sonunda iki tane after credits var. Bu sahneler gerçekten önemli. Bunları izlemenizi de öneriyorum.
Oxygene
Kriyojenik kapsülde uyanan ve geçici hafıza yitimi yaşayan bir kadın, dışarıdan gelen aramalar vasıtasıyla dış dünyayla kurduğu kısıtlı iletişimle kim olduğunu, orada ne aradığını ve nasıl kurtulacağını adım adım öğrenmeye başlar. %35 oksijenle başladığımız süreyi %2’nin altına indirmeden yapmamız gereken önemli bir işlem var iken, kadının %4’lük dilimde “hadi kocamın videosunu göster” rahatlığı, bana göre filmin üstüne yazıldığı her şeyi alıp çöpe fırlatıyor. Zaten varlığını kocasının yani bir erkeğin varlığı üzerine kurmuş gibi görünen bu ikinci sınıf, Nobelli, 1270 küsur akademik atıfı bulunan bilim insanı bizi baştan empatiden yoksun bırakıyor. Kocayla ilişkinin de içine giremiyoruz, o yoğunluğu verecek duygu paylaşımları yok. Filmin önemli bir twist noktası var, bilimkurgu olarak anılmasına sebep olan, o raddede bile yön değiştirmek yerine “koca da koca” ısrarı bana göre hem bilimkurguya hem gerilime hem gerçeklik duygusuna ihanet. Üstelik tüm bunlar flashbackleri filme yedirmek için, kötü tercih edilmiş bir kurguyla yapılıyor. Yani kör göze parmak. Finalde sözümona ucu açık tercihte bulunmaları da bir şey ifade etmiyor: En az English Patient kadar başarısız film, duygusal altyapı konusunda, ve maalesef ağırlığını da süre aktıkça oraya yöneltmiş.
Bu sebeple, fikir 8-9, işleyiş 7-7.5 ancak gerçekliği yıkan (yanlış yere konuşlanan flashbacklerle) kurgu tercihleriyle son lokmaların ağızda bıraktığı kuru tat sonunda final notu 6.5 diyor ve iyi malzemenin nasıl heba edileceğine okullarda işlenecek örnek olarak buraya da ibretlik vesikasını bırakıyorum.
Ha, unutmadan, filmin en büyük artısı yakın plan yüz çekimleri gereken rolde 40’larına varan Melanie Laurent’in sessiz sinema çekimlerini aratmayan fotojenide göz dolduruyor olması. Bunu da çoklukla gözleriyle yapıyor zaten. Kastingi yapan arkadaşa helal olsun diyorum.
My Octopus Teacher
Ahtapotlara dair çoğu şeyi zaten belgesellerden biliyoruz ancak bir insanla, onu kayalara vura vura öldüren bir türle yakınlaştığı anları izlemek işe yoğun bir duygusallık katıyor. Kimi notlar aldım, paylaşayım:
-
Bir çift boynuz çıkarabiliyor (sea angel yahut salyangoz gibi).
-
Deri, desen, renk, şekil eşleştirebiliyor.
-
İki vantuzunu ayak gibi okyanus zeminine dayayıp yürüyebiliyor.
-
Pijama köpekbalığı en büyük tehdit. Kaybettiği bir kolu 1 haftada çıkarıp 100 günde eski haline getirebildi (rejenerasyon).
-
Ömürleri 1 yıldan biraz uzun (“hızlı yaşa genç öl.”)
-
Bilmek istemediğimiz üzere, yavrularken ininden ayrılmıyor, son nefesini de yumurtaların çatlayacağı ana göre ayarlıyor.
-
Geceleri köpekbalıklarının gidemeyeceği sığ sularda avlanıyor.
-
Onlardan kaçarken bazen bir kayaya, bazense hayvanın sırtına (!) sığınıyor.
Çok hızlı strateji üretebiliyor. İster avlanma isterse hayatta kalma amaçlı olsun. -
Balıklarla oyun oynayacak kadar sosyal.
Kısacası, bu belgeseli izledikten sonra hayvanların zekâsının, insanlara dair pek çok şeyi yeniden düşündürdüğünü fark ediyorsunuz. “Bu konular kimseyi ilgilendirmez” diyenler, belki de insan davranışlarını anlamaya da pek hevesli değildirler. Neyse ki burada ad hominem yerine ad profundum tercih edenler de var.
ad profundum: Latince, “derinliğe doğru”; kişiden çok meseleyi merkeze alan yaklaşımı simgeler.
Parthenope’nin üç dönemini de yansıtan kadınlarla ilişkim oldu şu sıralarda uzaktan sürmekte filmdeki kadar “renkli” olmasa da. Görmeden önce de kelimeyi mırıldandığımda rezonansa girdiğime kani oldum. Film ağlattı sonuna doğru. Acıyı yaşayan ve yaşamaktan korkan bilir. 9/10
Godzilla II: Canavarlar Kralı
Kimi basmakalıpları ve kimi saçmalıkları saymazsak güzel film. Özellikle kocaman canavarların kapışmalarını sevenler için çok güzel. Üstüne bir de Pasific RIM evreniyle birleşirse!
Conan O’Brien: The Kennedy Center Mark Twain Prize for American Humor
Roasting havasında geçen tören, James Franco taşlamasından beri gördüğüm en keyifli programdı. John Mulaney ilk çıkmasına rağmen en iyi seti yaptı. Adam Sandler seyirciyi de interaktivitenin içine katarak ikinci sırada yer aldı. Silverman’ın bel altı mizahını sevmiyorum. Kalan grup da tempoyu düşürmedi, en son Letterman’ın çıktığını ve kapanışı Sandler ile Conan’ın orkestrada gitar çalarak yaptıklarını ekleyeyim. Herhangi bir güncel stand-up izlemektense bunu seyretmeniz daha keyifli bir tercih olacaktır. 8/10.
Kırılan 2 puan: Chris Rock, Eddie Izzard, Ricky Gervais, Dave Chappelle, Steve Martin gibi A class komedyenlerin geceye çağrılmamış olması.
Uyku sonrası edit: Twain’in bir sözü de varmış pek güzel; milliyetçiler için, vatanını her zaman, hükümeti hak ettiği zaman sevmek. Tüm salon alkışladı. Başlarda bir veciz daha vardı ama unuttum. Onu da izleyenler eklesin.
Oyunculuklar, sinematografi, hikaye çok iyiydi. Dini kısımları bir kenara bırakarak istediğimi buldum diyebilirim filmden. At yarışı sahnesi inanılmazdı.
8/10
Scognamillo’nun dediğine göre '25 versiyonunda (pek çok da cameo var gerekli-gereksiz) gerçek gemiler yakılmış. O da iyiydi (ben ikisine de aynı puanı vermişim) ama ikincisindeki chariot (Chariots of Fire da güzel filmdir, yarış demişken) sahnesi hakikaten ikonik. Herhalde Star Wars ilk prequel bile onu model almıştır. Küçükken izlediğimde beni cüzzamdan korkutmuştu film. İsa’yı falan geride bırakmıştı o gizemli, dışlanmış topluluk. Her neyse, bu hikayeyle ilgili bir anekdot da şu: Rome dizisi 3. sezonu yapsa idi, bu dönemleri konu alacaktı, İsa, Hıristiyanlığın yayılışı vb. Ayrıca kürek mahkumiyeti bölümü daha bile duygusal etki bırakır şekilde The Last Kingdom dizisinde kullanıldı, 2. sezonun ilk bölümü, üçüncü kitapta. Her şekilde izlenmesi elzem bir film. O dönem için Oscar rekoru da kırmıştı, hatta ne o dönemi, iki kere egale edilene değin tekti, halen daha 12’ye geçen yok (Titanic 97, LOTR3 2003). Adaylık sayıları da 12, 14 ve 11’di (14 de All About Eve ile egale rekor). Başrollerdeki İsrailli Haya Harareet daha 4 yıl önce, 90 yaşında öldü. Charlton Heston, 10 Emir, Maymunlar Cehennemi, Soylent Green gibi filmlere karşın, niyeyse John Wayne yan sanayii gibi bir kimlikle çıkar genelde karşımıza gerçek hayatta, pek sevilir bir yanı, siması yoktur (SAG yanı sıra Amerikan Tüfek Derneği Başkanlığı da yapmıştır, aşırı sağcıdır). The Big Country’de Gregory Peck’in karşısında kötü roldedir. Yıllar sonra Tombstone’da da görünür. Keşke derim hep, bahtına düşen rollerin yarısı bari daha sevilesi bir aktöre gitseydi. Neyse… Nasip. Filmle bitirirsek, dizi veya film, Hollywood artık şu klasiklerin yeniden çevrimine son vermeli. Düşük puanlarla itibarını zedeleyip, insanların bu uyarlamaları da bulup izlemesinin önünü kesmiş oluyorlar.
Son yazdığınıza ben de katılıyorum. Yeniden çekim ayağına hazıra konuyorlar götürebildikleri kadar parayı götürüyorlar. O yüzden yeni çekimler yerine eski yapımları izliyorum. Diğer yandan film müzikleri ve çoğu sahnesiyle sayısız filme önayak olduğunu hissettiriyor zaten.
O zamanın en pahalı filmi. İşin komiği, tarihi filmlerin babası Cecil B. DeMille olarak bilinir ama iki klasiği de o değil, daha çok dramalarla öne çıkan yönetmenler çekmiş. Müziğini unutmuşum, baktım: Miklos Rozsa. Bizim Cüneyt Arkın filmlerinde kullanılan El Cid’e değin, çoğu tarihi epik olmak üzere, erken dönem Hollywood kompozitörleri ilk kuşağının en önemli 2-3 isminden biri. Kitap da 1880’de yazılmış, çekilmesi epey uzun sürmüş, hakeza yeniden çekimi de. Bu seferi sonrasında "İsa"lı kısım filmin adından çıkarılmış, sizin de söylediğiniz gibi, sanırım daha genel bir kitleye ulaşmak için.