Batman Begins
Arada sırada izleyip kalite güncellemesi yapıyoruz.
+
1 milyon kişi oy vermiş ve bu filmin IMDB puanı 8… Görüntü yönetmenini tebrik ederim, çok kaliteli bir filmmiş hissiyatı uyandırdı. Ancak filmin senaryosunu zayıf buldum. Ben Affleck zaten ruhsuzun önde gideni. Lütfen oyunculuğunu sevdiğiniz bir filmi varsa önerin bana. Ben Affleck dışında oyunculukları da beğendim. Özellikle yeni Nicole Kidman’ımız olan Rosamund Pike’yi çok beğendim. Fakat filmin süresi senaryosuna göre uzun kaçmış. Tatmin edici bir sonu da yok. 6/10
The King
Azincourt Muharebesini Henry V’ten (Branagh) 30 sene sonra tekrar ele alan, tarihsel gerçekliklerle bir nebze oynarken Shakespeare oyunlarının komedi unsurlarını atarak tamamen entrikalar ve savaş üzerine hikayesini kuran bir film The King. Yazarları arasında filmde kendine en iyi payı (Falstaff) ayıran Joel Edgerton da var (Warrior). Azincourt’ta kurulan savaş stratejisi, tepede konuşlanma yer değiştirmiş olsa da, anlatı olarak güzel. Bunlara sinemada pek alışık değiliz. Diğer yandan, her sahnede rol çalan Fransız veliaht prensi Robert Pattinson ve müstakbel eş Lily-Rose Depp’in aksine, Chalamet yani Henry V çok ama çok ezik biçimde portrelenmiş. Baştan sona. Bunun nedenini anlayamadığım gibi, filmden aldığım zevki de baltaladı. Bu çocuğun bu kadar pohpohlanıp rol bulmasına da anlam veremiyorsunuz izledikten sonra. Neyse. En iyisi Bernard Cornwell’in kitabını okumak bu hususta sanırım. Netflix filmleri eritme maratonum güzel yol aldı, yarım düzine film kaldı geriye, aciliyet barındırmayan.
Sistemin hangi şekilde nefes aldığını gösteren ve Al Pacino’nun oyunculuğuyla süslenen iyi bir filmdi.
7.5/10
Güzel başladı ama kötü devam etti. Çapraz cinayet kısmı bir diğerinin teklifi reddetmesiyle duvara fena tosladı.
O yüzden puanım genel kitleye göre daha düşük olacak.
6/10
Dracula Untold
Batman vs. Dracula DC animasyonunu ve Batman Begins’i anımsatır güzellikte kullanılan yarasalar filmin en güzel yanı. Luke Evans o güzelim sert çehresini Hulk’ta “Hector” Eric Bana’yı da Chamalet’e dönüştüren ağlaklığa bırakıvermiş. Sürmeli Mehmet’te Agent Carter’in Stark’ı Dominic Cooper var.
Filme gelirsek, Vlad + Türk baskısı = Dracula formülünü ağır pişen ateşte kullanıyor. Vampir mitinin başlangıcını değiştirmek güzel. 3 gün mevzusunu (haçın etkisiyle beraber) kullanmak da. Kurt adamlarda da kullanılan gümüşün etki etmesi, bunun “kriptonit” olarak hizmet etmesi, birilerinin kötü adam olması gerekliliğinde sıra Türklere geldiğinde bunun “neredeyse tüm dünya Türk olacak” dedirtecek kadar azametli sunulması, Fatih’in Luthor zekası, Vlad-Fatih kılıç düellosu gibi yenilikler türün gediklilerine hoş tatlar sunuyor. Yanı sıra, Vlad’ın yarasalardan başka gökyüzüne de hükmetmesi, savaşta kendine Danilov Beşlemesi ve türevlerini hatırlatan bir ordu kurması, 22/11/63’ün Sarah Gadon’u, TDKR ve The Last Voyage of Demeter’i anımsatan anlamsız ek finale rağmen Charles Dance’in varlığı yine damakta tat bırakan işler.
Ben bu filmi 3-4/10’luktur diye yıllarca izlemedikten sonra seyrettiğim için keyif aldım. Bir de aşağıda sunacağım filmin en baba Tepes filmi olarak anılmasına istinaden, ki orada vampir formu yoktu (Scorpion King gibi). İllaki izlemek isteyen olursa, oradaki aktörün çok iyi bir yüze sahip olduğunu belirteyim. Tam sahnesini vereceğim gıcık dans sahnesinden kelli bir şey kalmamış aklımda (o da Yedinci Mühür sebebiyle). Bir de not: Bu filmin çekildiği yıl Langella ile bir Dracula filmi de çekildi. Neyse, onu da verip kaçalım.
Ha, Barda’ya da baktım Netflix’te. Saniye başına düşen küfürlerden sonra bayılmışım. Beynim yıkanarak uyandım. Doktor, sağolsun, hiçbir şey hatırlamayacağıma garanti verdi.
Bu sefer yarım bıraktım. Nasıl bu puanı almış çok şaşırdım. Tamam savaş kısımları çok iyi çekilmiş ama geri kalan ne varsa vasat ve çok kötü.
İki erkek kardeş. Biri nereseyse 18 diğeri onun abisi sanırım. Abi ayakkabı boyacısı. Küçük olan da okuyor. Bir buluşmaları var sanki 8-9 yaşlarındalar. Neyse. Sonra savaş çıkıyor falan filan. Savaşta da kim komutan kim er gram belli değil. Neredeyse tüm askerler aynı kıyafeti giymiş.
Çoğu yerde gereksiz klişe sahneler var. Gereksiz duygu verme çabaları da rahatsız edici. Kardeş ilişkisi, aile, savaş, askerlerin psikolojisi ve karşı saldırı derken hepsi kurgunun çorba olmasıyla 30 dakikada suratınıza boca ediliyor.
Kısacası tavsiye etmem.
Güzeldi. Şansa denk geldi biraz izlemem. Ejderha’nın seslendirmesi çok iyiydi.
“İstediğimizi yapmazsan evini başına yıkarız” şantajitasyon (exploitation gibi oldu) filmlerinde mekan bu sefer lüks bir restoran. Tema ilk buluşma. Hedef flörtümüz. Şüpheli: Bilinmiyor. İstekler: Bitmiyor. Kurgu: Kötü başlıyor. Yan sanayi: İlk vardiyasındaki doğaçlama tiyatrocu garsonumuzun asap bozuculuğu filme büyük zarar veriyor. Gerilimi düşürmek için mizah sosu ekliyorsanız -ki oldukça sevimsiz, neden gerilim senaryosu yazıyorsunuz ki? Üstelik sonradan toparlasa da çok kötü bir girizgah var ve geriye dönüşlerde ne olacağını zaten kestiriyor olduğunuzdan, yaratılan geçmişin sözümona tetikçimizi seçime yaraması dışında hiçbir fonksiyonu yok. Rastgele bir seçim olsa da bu kısımdan kurtulsak çok daha akıcı bir film yaratılabilirdi. Başrol sarışını en son Hilary Swank’la benzer bir karşılaşma yaşayan Betty Gilpin’e benzettim. Ekranı dolduran bir yüzü var (Minnie Driver bu tanımı beğendi). Film yararsa ona yarar. Senariste de yönetmene de “güle güle” diyorum.
Not: Yönetmenin daha önceki işleri arasında Freaky Friday seri katil kara komedisi Freaky de varmış. O filmi daha çok beğenmiştim. Osmanlı’da buna gerileme diyorlar. Zaten 9’dan sonra full gerileyip atomlarına parçalanmışlar. Neyse, o başka fıkranın konusuymuş.
Maddeler fıkralardan ve bentlerden oluşuyorsa, madde bağımlıları fıkralara da mı bağımlıdırlar yoksa onlara bent mi çekmektedirler? İşte filmin insana düşündürdükleri…
Birazdan Havoc u izleyecegim. Öğleden sonra da sirada ne varsa.
Los renglones torcidos de Dios a.k.a. God’s Crooked Lines
Paranoya filmleri alt türünün özlük haklarını geride bıraktığınız “mahsur kalma” temalı minör ve modern Avrupa sineması örneklerinden, Contratiempo’nun yönetmeninin imzasını taşıyan Netflix filmi.
Film su gibi akıyor, fakat ne yönetmenin önceki işlerinin ne de beslediği havuzun önceki sakinlerinin başarısını yineleyebiliyor. Neden? Hemen söyleyeyim. “Mindfuck” paketiyle yapay bir tatmine hayranlık duyan yüzeysel sinema seyircisini hedef alan finali yüzünden.
Film 2.5 saat. Bunun yarısında kapıyı Shock Corridor gibi kapatıp damakta daha leziz bir tat bırakabilirdi. Ama… Ama bunun yerine ek bir saatte daha fazla ters köşe ile seyirciyi yormayı ve betimleyeceğim finalle, çat kapı, saygısızca, seyircisini hücre dışına atmayı tercih etmiş.
Betimleme: Lüks bir restorandasınız. Nefis yemekler yenmiş, içkiler yudumlanmış, şefin özel menüsü yalanıp yutulmuş, tatlınız servis edilmiş. Fakat o ne? “Haydi, kapatıyoruz” uyarısıyla tabak elinize tutuşturulmuş halde kapıya konuluyorsunuz. Eh, o son lokmayı yiyin hadi… Arkadaşlarınızla da kritiğini yaparsınız.
Sinema böyle bir şey değil arkadaşlar. O son lokmayı kimi hikayelerde vermek zorundasınız. “Acaba şöyle mi olacaktı” mantığı paranoya filmlerine uygulandığında, yani seyirci paranoya içine çekildiğinde bu kendinin metasını oluşturmaya başlıyor ve iş amaçtan sapıyor. Shock Corridor bu türün en iyi, aşılması zor, zirve filmi. Keşke Scorsese ve niceleri gibi, adını bile hatırlamadığım ve hatırlamayacağım yönetmen arkadaş da dersine çalışsaydı (Shock Corridor yönetmeni Samuel Fuller’in bir diğer filmi White Dog’u da burada anmıştım. The Naked Kiss’i de başyapıtlara ekleyelim).
Eh, o zaman fayda maliyeti açısından şu soru ortaya çıkıyor: 2.5 saatimi su gibi akan bir filme yatırmalı mıyım? Bu, tatmini bitişte mi yoksa sonra düşüncelere dalmakta mı bulduğunuzda yatıyor. Misal, yerine 2 Capra klasiği sığdırabiliyorsunuz. Detour bir saat mesela, üstüne Gun Crazy de koyup iki Noir klasiğini hatmedebilirsiniz. Tercih size kalmış. Tolstoy’un kitaplar için söylediği gibi: En iyileri önce izlemezseniz, asla izleyemeyeceksiniz. Sinemayla kuracağınız bağ organik mi yoksa üstünüze giyeceğiniz bir gömlekten mi ibaret? İşte beyninizi yakması gereken esas soru bu. Her zaman. Gerisi sadece teferruat.
Bugün Prime Video’da The Assessment (Seçilim) adlı filmi izledim.
Ben bu filmin 6,7’den daha yüksek bir puanı hak ettiğini düşünüyorum. Bilimkurgu, dram ve hatta gerilim tarzındaki bu filmin biraz bunaltıcı bir havası da var. Belki de bu yüzden hak ettiğinden daha düşük bir IMDb puanı almıştır.
Fakat filmin amacının bunaltmak, düşündürtmek ve sorgulatmak olduğunu göz önünde bulundurursak işini son derece iyi yapan bir film diyebilirim ve birkaç mantık hatası da görmezden gelinebilir.
Spoiler vermeden bu filmi incelemek mümkün değil ki ben de şu anda bir inceleme yazısı yazmıyorum zaten. Ama izlenmesi, verdiği mesajlar üzerine düşünülmesi, hakkında sohbet edilmesi gereken bir film olduğunu düşünüyorum. Konunun ne olduğunu spoiler vermeden anlatmak gerekirse Prime Video’daki tanıtım yazısını sizinle paylaşabilirim:
Ebeveyn olmanın sıkı bir şekilde kontrol edildiği yakın gelecekte, bir çiftin çocuk sahibi olma hakkı için yaptırdığı yedi günlük seçilim psikolojik bir kâbusa dönüşür ve onları yaşadıkları toplumun temellerini ve insan olmanın gerçekte ne anlama geldiğini sorgulamaya zorlar.
Mindscape / Anna
Karşımızda Inception’dan ve kimi başka filmlerden ödünç alınma, kurguya ustaca yedirilmiş klişelerle dolu, tek twist hakkını da finalde sizi memnun edecek biçimde kullanmış bir film var. Sinema, ne kadar sıkarsanız sıkın, sadece senaristin, yönetmenin, teknik ekibin eseri değildir. Sinefil olmanıza gerek yok, daha filmin açılışında sizi Mark Strong karşılıyor. Ardından Brian Cox, Indira Varma, Taissa Farmiga ve cameosuyla Noah Taylor. Senaryoda zorlama kimi anlar var ki, onları bile sineye çekip izliyorsunuz: Bazı filmler vardır, “yahu bu adamı bayağıdır izliyorum, bari şu bittikten sonra izlemediğim neyi kalmışsa hatmedeyim” dedirtir; Sam Rockwell’de ben yapmıştım, sanıyorum artık Mark Strong’ta da yapacağım. Tabii Stanley Tucci ile birlikte.
Taissa çok iyi bir seçim. Vera’nın 21 yaş küçük kardeşi, şu an 30 yaşında, yani halen yolu var.
Oyuncuların, filmin ederini iki puan yükselteceği örneklerden. Kastingi yapanı tebrik ediyorum.
Not: Öncesinde 5 dk. Walking Out, sonra da üç beş saniye Adrift bakıp bu filme geçtim ve onda kaldım.
Very strong: https://turkcealtyazi.org/mov/1684233/welcome-to-the-punch.html
Babasıyla geyik avlamaya giden bir veledin yavru ayı seveyim diye elini uzatıp hamlatması ve babasının çıkardığı ağaçta “ben silahı tutaman” diye ağlanırken tetiği çekip adamı yere mıhlaması sonrası, zaten filmin yarısı geçti, adamı kar üstünde sırtında taşıyarak Dolunay Katilleri’nin kızılderili kızı olacak ablanın kulübesine götürmesini anlatan film. Herif kurtuluyor mu diye merak eden varsa izlesin.
Herif kurtuluyor mu?
Haha:) Şöyle bitiyor:
– Senin adin ne yavrum?
– Dangoz.
– Bak Dangoz, baban ölmüş. Bu zabaanan ölmüş, öyle getirmişin.
– Biliyom. Farkindayim.
Ceviri: blabla team.
(ic ses) Du son bi bakiim, belki… Donmus la bu. Bunlarda yavru ayi var midir acaba?
Vaaay sürükleyici miydi bari? Eğer öyleyse bu spoilera rağmen izlenir
Daha akici ornekler varken tavsiye etmem. Avlanmanin serefi uzerine soylemler de itici gelmistir bana belki.