The Batman
Bazı günlük yaşam koşuşturmacaları sebebiyle filmi son haftası gibi izleyebildim. Çok özet geçmek gerekirse ne Nolan’ın ne de önceki diğer Batman filmleriyle kıyaslanmaması gereken bir film. Batman mitosuna hep sadık kaldığı hem dekonstrüksiyona uğrattığı kısımlar var, fakat bunlar illa bir kıyas gerekecekse DCEU Batman’ından daha tutarlı değişiklikler. Benzer şekilde Batman külliyatındaki favori iki filmim Batman Returns ve Batman Begins olan birisi olarak bu filmi onların yanına yazabileceğimi, filmi totalde onlarla kıyaslamayacağımı fakat filmin yaratılan Batman portresi, senaryo, müzikler yada görüntü yönetmenliği olarak bu ikisinden de daha iyi olduğunu düşündüğümü söyleyebilirim.
Bu Batman filmi hakkında duyduğum herşeye nötr kalmaya çalışsam da filmin süresinin 3 saate yakın olduğunu duyduğumda bu kuşkusuz benim için bir merak unsuru olarak yansıdı ve filme bu sürenin ne kadar verimli kullanıldığını görmek adına gittim. Söylemem gerekir ki, süresini bu kadar verimli kullanan çok az film izledim. Hatta şöyle söyleyeyim, film 1-2 saat daha uzun olsa salondan yine sıkılmadan çıkardım. Bunu, kendisini ne DC çizgiromanlarının ne de genel olarak Batman mitosunun bir hayranı olarak tanımlamayan birisi olarak söylüyorum ki yanlış anlaşılma olmasın.
Bu Batman filminde başrol karakter Gotham şehrinin kendisi aslında. Yozlaşmanın net bir kaynağı yok, fakat sorun yozlaşmanın ta kendisi. Riddler’in, Seline Kyle’ın ve Batman’ın verdiği mücadele farklı yöntemlerle bu yozlaşmaya karşı kendi duruşlarını ortaya koyan insanlar olarak bu filmin konusu içinde girdikleri çarpışma rotasının da özeti aslında. Film size “şu haklı” , “şu kötü” yada “şu durdurulmalı” demiyor. Olması gereken de bu.
Bruce Wayne kimliğini denklemin dışında bırakan, hakeza onun Batman’e dönüşüm sürecinde League of Assasins’in rolünü de olasılık dışına çıkartan bir film var. Film bu açıdan Begins’in oldukça uzağına düşüyor ama öte yandan Batman’ın suça karşı mücadelede durması gereken son sınır konusunda hala bocalayan, adam döverken sırtından vurulan yada sopa yiyen (ki onlarca yıldır bilgisayar oyunları ile içli dışlı olan birisi olan birisi olarak bu tür sahnelerin içimi ne kadar ferahlattığını betimlemem güç) birisi olarak bu Batman önceki tüm beyazperde inkarnasyonlarının aksine en empati yapılabilir noktadaki Batman portresi olarak zihnimde iz bırakmayı başarıyor.
Filme damga vuran en önemli isimler bana göre John Turturro ve Paul Dano, özellikle Paul Dano, Zodiac Killer’ı bir amaç uğruna cinayet işleyen ve tüm gücü zihni olan, asperger sendromu yada genel olarak empati duygusu ile ilgili problemleri olan otizm spektrumlu bir birey olarak bu karakteri yorumlaması, yıllar boyunca Golden Age çizgiromanlarının kafa yapısından çıkamamış Riddler portrelerinin yanında mükemmel bir yorum örneği olarak bence ne Joker ne de diğer bütün önceki Batman villainlerinden çok daha iyi bir iş çıkartmış. Kaynak materyale sadık kalınmaması bende sıkıntı yaratmadı. Karakter yorumlanması esnasında o kurgunun genel versiyonunu eğer ki içinden çıkartılırsa eksik bırakacak şekilde derin izler bırakabiliyor mu, yansıtılış biçimi karakterin mücadelesini 1-2 cümle ile özetlenebilecek kofti bir gerekçenin dışına çıkartabiliyor mu, mimikler ve ses tonu olarak karakter ne denli izleyiciye işliyor, benim baktığım kriterler bunlar ve The Batman bunların tümünde Paul Dano’nun adeta ikonlaştığı bir iş çıkartıyor. Bu arkadaşın izlemediğim tüm filmlerini üst üste koyup izlemeye karar vermeye anında ikna etti beni, öyle diyeyim.
Robert Pattinson’un Bruce Wayne olarak değil ama daha yolun başında bir Batman olarak filme hayati derecede iyi uyum sağladığını ve onun yolculuğunun devamı hakkında izleyicide merak duygusu yaratabildiğini kolaylıkla söyleyebilirim. Bu Batman portresi Batman’e daha önce beyaz perdede tanık olmamış kitleyi de, çocukluğundan beri Batman ile büyümüş kitleyi -kişisel kanımca- çok başarılı şekilde aynı potada eritebiliyor. İzlediğim salonda liseli gençler de, benden 10-20 yaş büyük insanlar da vardı ve tümünün filmden gözlerinde bir ışıltıyla ayrıldığını rahatlıkla söyleyebilirim. Olması gereken de bu. 10 yıllık yeni bir yolculukta karakter gelişimini ve duruşunu sağlamlaştırdığını adım adım gördüğümüz bir Batman görmek eminim filmi izleyen herkesin şu an temenni ettiği şey. Bu bağlamda Riddler’in tüm gizemlerini onun çözmemesi, binanın tepesinden baktığında bir an ürkmesi, paraşüt açtığında hedefi tutturamayıp düşmesi yada millete dayak atarken sopa yiyip kurşunlanması bende zerre eksi yaratmadı, aksine olumlu bir iz bıraktı bile diyebilirim. Gerçi bu Batman mitosuna ne kadar muhafazakar baktığınızla ilgili değişecek rasyonel bir yargı olacaktır. Zira farkında olmalısınız ki, önümüzde tek bir Batman stereotipi yok, “Batman olsa şunu yapardı” yada “Batman şunu asla yapmazdı” şeklinde yargılara girmemiz de sadece uzun ve kısır bir tartışma olur. Önümüzdeki eser MCU Spider-Man’ının aksine o stereotipin içini boşaltmıyor, aksine ona yeni bakış açıları getirmemizi, onu gerçekten önemsememizi sağlıyor, zaten önemli olan da bu.
Filme yakıştıramadığım şeyleri madde madde özetlemem gerekirse:
-Riddler’ın yakalanışı ve Penguin-Batman kovalamacasının kesinlikle fragmana konulmaması gerekirdi. Bu sahnelerde “biz bu kısmı nasılsa gördük” etkisi yaratıyor maalesef.
-Seline Kyle’ın varlığını “genellikle başarılı” bulsam da Mad Max: Fury Road filminde bilinçaltımda oluşturduğu “filmin kadrosuna torpille girmiş manken” imajını bende hala tam olarak yıkamadı. Hele Gotham’daki yozlaşma için beyazları suçladığı 5-10 saniyelik bir sahne var ki neden kurguda atılmadı, aklım almıyor. İçinizden 5’e yada 10’a kadar sayıp kendinize unutturabileceğiniz bir sahne bu, yani The Last Jedi’deki Luke’un diyalogları gibi filmin üzerine tezek çuvalı boşaltır gibi iz ve koku bırakan ağırlıkta bir eksi de değildi fakat bu filmde buna ihtiyaç var mıydı gerçekten diye sormamak içten bile değil. Filmin mesajı zaten halkın her kademedeki zaafları sonucu Gotham’daki yozlaşmanın bu noktaya gelmesi üzerinde ilerliyorken bu replik kimsenin şikayet etmeye kolay kolay cesaret edemeyeceği türden bir ırkçılık örneği bana kalırsa. Benzer şekilde yeni belediye başkanının filmin sırf azınlık mensubu bir kadın olduğu için özel bir çaba ile sıvanıp parlatılır gibi olduğu bir iki sahne var ki filmin yarattığı gri Gotham portresine sanırım en ters düşen kısımlar bu, oysa bu karaktere fazladan birkaç diyalog yada telefon konuşması daha verilerek izleyicinin aklına kurt düşürülebilir, Gotham’ın geleceği konusunda umut olup olmadığı konusunda gerçekten ümitsiz olması sağlanabilirdi. Senaristlerin politik doğruculuk adına bu riske girmemeiş olması maalesef şimdilik düşük önem arzeden ama sonraki filmlerde seyir zevkini düşürebilecek türden bir dizayn seçimi olmuş.
-Penguin karakterine o kadar yükselmedim, hatta Penguin karakterini Alfred, Alfred’i de Penguin’in oyuncusunun oynaması gerekirken alenen bir inatla yanlış bir yan karakter casting’i ile sonuca gitmeye çalışıldığını düşünüyorum. Fakat bu da filme bakışımı gölgeleyebilecek bir eksi olmadı son tahlilde.
Filmle ilgili spoiler vermeden görüşlerimi bu kadar anlatabilirim ama son tahlilde Rogue One: A Star Wars Story’den bu yana sinemadan en yüksek tatminle döndüğüm filmin bu olduğunu söyleyebilirim. Görüntü yönetmenliği ve müzik alanında da zaten Rogue One’da çalışmış isimlerle çalışılması da takdir ettiğim bir prodüksiyon kararı oldu. Çok özetle, film ayrılan her kuruşu hakeden, iyi bir film. Sadece tek boyutlu bir kahraman - villain kavgasının önüne geçebilmiş, teknik anlamda nitelikli, başrol karakterin macerası konusunda kritik riskler alma cesareti olan ve Dune’un aksine hoyratça gömmeksizin saatlerce uzunlukta bir arkadaş sohbetine konu olabilecek bir film olmuş diyebilirim.
Filme notum: %90
bonus: