Daha önce filmin başına bakıp devam etmemiştim. Şimdi devam filmi çıktığı için ve devam filmi ilk filmden daha çok beğenildiği için filme tekrar şans verdim. Biraz klişelerle dolu olmasına ve tamamen propaganda filmi olmasına rağmen güzel bir filmdi. Val Kilmer ve Tom Cruise’un genç hallerini izlemek de güzeldi. 2. film vizyondan kalkmadan onu da izlemeyi düşünüyorum.
Bardaki şarkı sahnesi filmdeki favori sahnem oldu.
film çok iyi bir devam filmi olmuş önceki filme dokunuşları da güzeldi. bende dün izleme şansı buldum. Filmi izlerken ve çıkarken yüzümde tebessüm vardı ki bu da yeterli benim için. Mutlaka sinemada deneyimleyin. Aksiyon sahnelerini ve gerilimi hissediyorsunuz. Tom Cruise abimizin yine maşallahı var.
1986’da çıkan Top Gun filmi, o dönem büyük yankı yaratmış ve 1986 yılının en çok hasılat yapan filmi olmuştu. Tom Cruise’ı meşhur eden filmdir. 15 milyon dolarlık bütçeyle çekilmiş ve 356 milyon dolar hasılat yapmış. Büyük bir ticari başarı… Filmin gösterime girmesinden sonra ABD Donanması, deniz havacısı olmak isteyen gençlerin sayısının % 500 arttığını açıklamış.
Filmde geçen “Take My Breath Away” şarkısı, müthiş ünlendi ve hatta o sene “en iyi özgün şarkı” dalında Oscar ödülü kazandı.
Filmde Tom Cruise’e eşlik eden kadın başrol oyuncusu Kelly McGillis, sonradan fiziksel olarak çöktü, kilo aldı ve tamamen gözden düşerek kaybolup gitti.
Buna karşılık Tom Cruise, aradan yıllar geçmesine rağmen fiziksel görünümünü büyük ölçüde korudu.
Kelly McGillis, artık nine gibi görünürken, Tom Cruise yaşına göre hâlâ çok iyi görünüyor.
Selam Kayıp Rıhtım, ben Koray Verakan öhö öho Kaptan Koray Verakan. Dın dın dınının dın dın
Evet doğru tahmin en son Karayip Korsanları serisini bitirdim
Çocukken izlemiş olduğum bir film olmasına rağmen aklımda kalan tek sahnesi ağaca attığı tekmelerdi. Klasik intikam temalı bir film olmasına rağmen dönemin ünlü filmlerindendi sanırım. Hikayesi ve kurgusu çok basitken finali de çok ucuz olmuş.
90’lı yılların ters köşe yapan filmlerinden birisi. Bir gazeteci bir doktor ve muhasebeci yeni oda arkadaşı arayışındadırlar ve adayları bir bir elerler. Bir kişide karar kılana kadar her şey yolunda ve eğlenceli gitmektedir. O kişi bulununca da her şey o bilindik çizginin dışına çıkar ve olaylar hiç beklenmedik şekilde gelişir. Yer yer komik yer yer de acaba ne olacak dedirten güzel bir filmdi. Sonu tahmin edilebilir olsa da nasıl geliştiği yönündeki tahminler isabetli olmayabilir.
Çok güzel bir fikir var ortada ama film, eğlenceli bir popcorn olayım fazlasında gözüm yok niyetiyle çekilince biraz zayıf kalmış. Uyandıktan sonra %99’u hatırlanmayan bir rüya gibi.
Ben film için şöyle bir yorum yapmıştım başka bir sayfada:
…İletişimin anlamının tüketim toplumu içinde kaybolup sıfırı tüketen insanın çıkış yolunun aile fertlerinin kendileriyle olan kavgalarından sıyrılıp birbirlerine dönmeleri ve anı yaşamaya ikna olmalarından geçişi gibi bir yorumum var. Kendini kabullenen aile, alt neslin zincirlerini elinden bırakırken aynı zamanda yanında yürümeye karar veriyor, üstelik bunu fedakarlıkla değil anlayış ile yapıyor. İşlenmiş midir? Eh, pek tabii işlenmiştir. İnsandan bahsetmiyor muyuz, zaten. Üç neslin birbiriyle olan çatışmaları, toplumsal birikimlerin gölgesinde birbirlerine ışık tutmayı kabul etmeleri üzerinden aktarılıyor.
Genelde benzer anlatımlarda hep fedakarlık üzerinden bir yeniden birleşme süreci görürüz. Bu filmin farkı karakterlerin olduğu gibi kalmaya devam edip ortak bir anlayış geliştirmesinden geliyor. Gestalt terapide çok ilginç bulduğum bir kavram var. “Paradox of change” diye geçiyor. Anı ve sahip olunanı kabul ettiğin zaman ancak değişimi başlatabilirsin tarzı bir yaklaşım. Yani sen aslında değişimi bir hedef yönünse gerçekleştirmeye yeltendiğin zaman gelecekte yarattığın bir imajın veya paralel evrende sen olmayan senin bir özelliğine sahip olmaya çalışırsın. Bu da sınırsız değişken olduğu için aslında sen olmayan birisinin yaşantısını sınırlı değişkenlerle elde etmeye çalıştığın çelişkisine sebep olur ve boşa kürek çekersin keza o noktaya gelmiş bireyin o noktadali durumunu belirleyen şey senin arzuladığın sınırlı değişkenler değil o yoldaki bilinmeyen bir sürü farklı değişken. Yani aslında o başka birisi ve sen o olamazsın. Değişimi başlatmanın yolu da içinde bulunduğun hali benimsemek ve yine o arzuladığın noktadaki kişiden farklı bir yazgıya sahip olacaksın. Bu filmde bu durum vardı. Ben o yüzden öyle çok bir şeyden bahsetmeyelim, eğlendirelim mottosunu benimsemediklerini düşündüm.
Bu tarz filmlere sanıyorum “valentine’s kiss” mi öyle bir şey deniyor. Zaten yönetmenler de biz onu amaçladık şeklinde röportaj vermişlerdi. İçinde umudun olduğu bir anlatı diye çok özetin özeti bir tanım yapayım. Öyle bir film, mesaj verme kaygısı olmadan seyirciye “Tamam, her şey yoluna girecek.” der. Bu, öyle bir filmdi bence.
Doğrusu filmi insan ilişkileri veya aile yapısı üstüne yorumlama gereği duymadım. Ben daha çok paralel evrenlerle gelen kolektif bilinç, kolektif bilinçle gelen tanrısal aydınlanma ve evrenler üstü bilincin bir bireyde toplanma ihtimali nasıl bir tablo oluşturur sıradışılığına kapıldım.
Ama dediğin konularda bir etki etmesi için film içinde paralel yerlerden gidip gelmelerde ettikleri tecrübeler, farklı bir toplum kültürü olsaydı edinilirdi. Oradaki farklar daha çok bireyseldi. Farklı yazgılarini görüp kendi dünyalarında değişmeleri de filmin matematiğine göre zaten yeni bir paralel evren oluşturuyor demek. Yani bir yerde bir şeyler değişmeden kalıyor.
Bu yüzden birçok hayatını aynı anın içinde yaşayan karakter her şey anlamsız ve önemsiz diye düşünüyor. Çünkü bir yere varmıyor hiçbir şey. Annesini arıyor ki ne yapacağına karar veremediği o toplama evrenle ilgili bir sonuç üretsin.
Anneyi karakterini aşmaya iten cümleyse her şeyi becerebilirsin çünkü hiçbir şeyi beceremiyorsun. Bence filmin mesaji da burada. Sınavlarda yüz üzerinden yuzbir alsa bile kendini başarılı saymayan geniş bir kalabalığa kendinizi başarısız hissetmeyin ufak kararlarla bakın ne kadar çeşitli hayatlar mevcut. Bakın bi anda bambasit bir adam, kadın neler yapabiliyor demek.
Ben bu açılardan izleyip değerlendirdim. Felsefi olarak bunlara referans veren cümleler kullandılar gibi geldi bana. Fikir olarak güzel ama bir şeyin altını çizmek istemişlerse de absürtlüğün ve yoğun renk değişiminin içinde kaybolmuş.
Konusu sevgilisinin ölümü üzerine yıkılmaya çalışan bir adamın, avukatıyla beraber nasıl savunama yapabileceklerini anlatıyor, bu sırada yaşanılan olayların tekrar üstünden geçiliyor.
İlk 1 saati sıkılmış olsam da sonunda film biraz kendini affettirdi fakat IMDb’ye falan bakacak olursanız yüksek puanlar aldığını görebilirsiniz, beklentiniz çok yüksek olmasın derim.
Birde çoğu kişi gibi Top Gun: Maverick izledim. Keyifli bir aksiyon filmiydi.
De Niro’nun döktürdüğü güzel bir filmdi. Çoğu yorumlarda Joker karakterinin doğduğu film olarak bahsediliyor. Haksız da sayılmazlar. Filmin en güzel yeri de o ünlü sözün söylendiği kısımdı.
‘‘Bir geceliğine kral olmak, ömür boyu budala olmaktan iyidir!’’
8/10
Özellikle film gurmeleri filmin sonunu tahmin edebilir olsa da filmin içindeki merak unsurları izleyiciyi başka şeyler düşündürmeye zorluyor. Bu nedenle film çok başarılı. Şoke edici bir son ve ters köşelerden hoşlanıyorsanız ertelemeden izleyin lütfen.
Büyük bir Vincent van Gogh hayranı olarak böyle bir filmin varlığından yeni haberimin olması çok kötü. Arkadaşım Vincent hayranlığımı bildiği için önerdi ve 2 haftada 3 kez izledim bile. Filmin tamamı çizim tablolardan oluşuyor ve 100’den fazla ressamın 65.000 tablo çizdiği söyleniyor. İzlerken cidden hayrete kapıldım özellikle sahne geçişleri beni çok etkiledi. Belki siz izleyince bu kadar etkileyici bulmayabilirsiniz ama izlemenizi kesinlikle tavsiye ediyorum. Zaten uzun da değil yaklaşık bir buçuk saat kadar. Fazla uzatmış gibi hissediyorum kusura bakmayın.
Sayılara kafayı takıp delirmiş bir matematik dehasını konu alan film; sıradışı müzikleri, baş döndüren kamera kullanımı ve rahatsız edici atmosferi ile daha ilk dakikalarda insanı içine çekiyor. Sonlara doğru temposunu kaybetmese izlediğim en iyi film diyebilecekken bu haliyle sadece en iyilerden biri diyebiliyorum. Mutlaka izlenilmesi gereken filmlerden biri olduğunu düşünüyor, sakin kafayla ve gece izlemenizi öneriyorum.
Mandolorian’ın 2. sezonundaki Gina Carano dramasından sonra tümden soğuduğum Disney yapımlarına geri dönmemi rötarlı da olsa sağlayan film. Normal versiyonda kimi efektler yüzeysel durabiliyor o yüzden mümkünse geniş ekran versiyondan izlemenizi tavsiye ederim (Disney+'da mevcut)
Genel olarak Captain America: Winter Soldier’den bu yana izlediğim en iyi MCU filmiydi. Gereksiz bazı şakalar ve komiklikler olmasa biraz daha iyi olabilirdi. Zira filmin ilk çeyreği tam anlamıyla casus filmiyken sonradan buddy cop filmlerini andıran bir yapıya dönüyor. Film genel olarak diğer MCU filmleri kadar süper kahraman filmi havasında değil, daha çok Bourne Identity gibi 2000’lerin başındaki aksiyon filmlerini anımsatıyor. İsmi lazım olmayan kimi gerçek kişi ve olaylardan footage görüntüler kullanmalarını şahsen yadırgamadım, zira filmin konusu buna oldukça uygun. Yine de Black Widow hikayesini retcon’layıp hikayenin merkezini Soğuk Savaş yıllarından çıkarıp 90’lara getirmelerinden hoşlanmadım. Öte yandan dövüş kareografileri oldukça iyiydi ve Budapeşte’deki sahneler Bourne Identity’i hatırlatacak denli iyi. Ayrıca fragmana bakıp “kesin ölür bunlar” dediğim karakterleri öldürmemeleri açısından beni şaşırttı, umarım yeniden görebiliriz bu karakterleri. Filmi oldukça kötü pazarlayıp ardından hemen Disney+'a getirdiklerini anımsıyorum da, keşke böyle yapmasalarmış.
Onu pek sevmedim, nefret de etmedim. Başka biri olsa daha iyi uyardı sadece. “Varlığını pek de umursayamadım” desem en uygun tanım olur. Bazı sahnelerde sırf öne çıksın diye boş boş konuştuğu, hatta kendi kendine konuştuğu kısımlar var, hiç sevmedim oraları mesela. Deadpool yada Spider-Man değilsin ablacım, ne bu tripler? Natasha’nın yukarıdan inerken bacağını açarak inmesine trip atıyor sonra kendi öyle yapmaya çalışıyor filan. Ne gerek var? Özetle Florence Pugh’lu sahnelerle ilgili esas sıkıntı kötü oyunculuktan ziyade kötü casting ve kötü diyalog yazımı demek istiyorum. (Zaten kendisi bol atar gider yapmayı seven bir arkadaş. Kendisini ilk kez Netflix’in en leş SJW propogandası işlerinden Attack of the Hollywood Clichés’de görünce kendisine zaten antipati hissetmiştim. “Öpüşmem de sevişmem de, sektöre kendimi sermaye etmeyeceğim” tarzı laflar söyledi, sonra bir bakıyorsun, galalara buraya resmini koysam banlanacağım şekilde gidiyor, sorsan biz cinsiyetçi filan oluyoruz zaten)
Rachel Weisz’i ilk kez Constant Gardener’de görüp sevmiştim, yıllar sonra burada güzel bir rolle görmek hoş oldu. David Harbour’un karakterini tıpkı Thor gibi comic relief hale getirmek için alakasız yönde değiştirdikleri çok belli ama altından kalkmış neyse ki.
Bu benim için de doğru ama sonradan aklıma Natasha yerine onu görüceğimiz geldi artık. Scarlet de müthiş oyuncu değil ama gelen gideni arattı benim için.
Rachel weisz’i görmek güzeldi gerçekten. Çocukluktan kalma hayranlığım var kendisine karşı xd
David Harbour’lı hellboy da keşke altından kalkılacak gibi olsaydı, sonuna kadar izleyememiştim diye aklımda kalmış. Natasha’nın kardeşi dışında herkesden memnundum ben zaten. O değindiğin gereksiz tripler de soğutmuş olabilir beni.